Kadının ya da Ölümün Gölgesinde

“Kadının tam anlamıyla kendisine ait cinsel parçalarının olmamasının nedeni, kadının kendisinin bütünüyle bir cinsel parça olmasıdır. Sürekli taşınması zahmetli olduğu ve fazla yer tuttuğu için erkeğin çoğu kez bir yerlere bıraktığı, ondan sonra da gerek duyduğunda gidip aldığı cinsel parçası.”

(Michel Tournier, Kızılağaçlar Kralı) (1)

Giriş

mehmet-gureli-golge-film-sanatlog-hakan-bilgeYazar, müzisyen, ressam Mehmet Güreli’nin Server Bedi’nin (Peyami Safa) Selma ve Gölgesi isimli romanından uyarladığı Gölge (2008), oldukça yetkin bir debut film. Yeniden–canlandırdığı dönemi (belki 1920’li, belki 30’lu yıllar) daha çok dil ve üslup açısından görselleştirmeyi deneyen anlatı; Selma (Görkem Yeltan), onunla evlenmeyi düşünen iş adamı Nevzat (Kaan Çakır) ve şair arkadaşı Halim (Serkan Ercan) arasında gelgitli ve gerilimli bir Bermuda şeytan üçgeni üzerinden aşk ve saplantının doğasına, sadakat ve dürüstlüğe, intikam olgusu ve arkadaşlığa bakan bir film denemesi olarak ele alınabilir. Tutku ve saplantının figürleri kontrol ettiği söylenebilir. Üç karakter de –detaylarda kimi farklılıklar olsa da– aslında birbirlerinin aynası gibidir. Onları aynı yörüngede buluşturan kavramlar ise tutku ve saplantıdır. Selma gizemli geçmişi (Ensest? Fallik dönemde saplantı?), belirsizliği, anlaşılmazlığı ve narsisizmi ile en karmaşık karakterdir. Şair Halim sanatsal ve estetik yanıyla zaten duygusal bir varlıktır. Nevzat ise biraz daha akılcı ve kontrollü gibi görünse de aslında öyküdeki en zayıf kişidir.

Femme fatale’in (Selma) bedenini ve tüm varlığını kapatıp gizlendiği (ve dolayısıyla duygularını bastırdığı) malikâne aynı zamanda bir adada bulunmaktadır. Kadın, keşfedilmeyi bekleyen bir ada, Freud’un deyişiyle, bir “kayıp kıta” gibidir; fakat bu keşif iyi sonuçlar doğurmayacak esrarengiz bir yolculuğu işaretler. Halim ile Nevzat arasındaki sarsılmaz gibi görünen sıkı dostluk ve sırdaşlık ilişkisi Selma’nın aralarına sızan meşum gölgesi nedeniyle altüst olacaktır.

hakan-bilge-film-elestirmeni

Kayıp Kıtaya Yolculuk

Şair Halim, Selma’ya, “Beni nereye götürüyorsun? Dünyadan ayrılıyor muyuz?” derken, olası trajik kaderini sezmiş miydi bilinmez; ama Selma’nın ayakları yere basan ve öldürdüğü her erkekle travmatik öyküsünün ta en başına dönen meşum ve gizlenmiş bir yaratık olduğu kuşku götürmez. Cinayetler eliyle “ilk öykü” (“ilk öykü” derken Freud’un düşüncesine bağlı kalıyorum) durmaksızın çoğaltılırken, bir türlü net anlaşılamayan meşum dişi tiplemesi de bir hayli ustalıkla çizilmiştir. Selma karakteri en sofistike karakter olarak mutlak surette gizemini, belirsizliğini, gizlenmişliğini muhafaza etmektedir. Bununla birlikte, mazide neler yaşandığı da hayatî bir soru işareti olarak belirir. Selma neden ve hangi süreçlerden geçerek bir frijite ve soğukkanlı bir katile dönüşmüştür? Halim nasıl bir aile yaşantısına sahiptir, bu da anlaşılamaz. Kısacası öykü, anlamaya çalışsak da her zaman bir şeylerin gölgede kalacağını, bazı sırların asla aydınlatılamayacağını vurgulayarak, özünde bir gizemler yumağı olan belirsiz ve anlaşılmaz insan doğasını betimlemeye çalışmaktadır.

Henüz modernleşme sürecine başlayan genç Cumhuriyet’in insan ilişkileri dönemsel olarak belirsizliğini korumaktadır. Burada konjonktürel bir tabudan ve genel bir gizlenmişlikten söz edilebilir. İmparatorluk döneminde toplumsal yaşamda söz hakkına sahip olmayan kadın, ekonomik ve toplumsal yaşamın idame ettiricisi erkek–özne için bir belirsizlik aylasıdır ve deyim yerindeyse kapalı bir kutudur. Gölge’de kadınların ulaşılamazlığı ile dönemsel tabu arasında sıkı sıkıya bir paralellik olduğunu öne sürüyorum. Peyami Safa’nın filme konu olan romanını okumadığım için mevcut bağlamda bir mukayese yapma olanağına maalesef ki sahip değilim. Fakat metnin dönemsel atmosferi göz önünde bulundurduğunu sanıyorum. En azından filmin öyküsünün buna dair okumalara açık olduğunu söylemekle yetineceğim.

gorkem-yeltan-golge-film-hakan-bilge-sanatlogcom-yazari

Film Noir Atmosferi

Öykünün kavetli atmosferi ile karanlık görselliğinin de, gölgeli renk seçiminin de öz’e paralel düzenlendiği söylenebilir. Klostrofobik görsellik, boğucu yağmur, şüpheli sokaklar, esrarengiz, gizlenmiş ve yarı gölgeli odaları ile malikâne bütünüyle öz’ü, psikolojik dekoru tamamlayıcı niteliktedir. Gölge’deki malikâne gizemli odaları ile, yarı gölgeli koridorları ile, sır taşıyan dekoru ile Selma’nın gizli ve ulaşılmaz bilinçaltının görsel bir dışavurumu gibidir. Selma’nın baskılanmışlığı ile malikânenin esrarlı geçmişi arasında yakın bir ilişki vardır. Mevcut ruh halini betimlemek için yönetmen Mehmet Güreli’nin polisiye janrı ve kara film estetiğinin stilistik karakteristiklerini kaynaştırdığını görüyoruz. Noir tiplemelerinin ortajen figürleri Gölge’de de karşımıza çıkıyor. Erkek–özneyi iğdiş eden, eril hegemonyayı sarsan, erkek saltanatını sallayan dişil tehdit bağımsız karakterini koruyor ve bireyselliğini/özgürlüğünü vurguluyor.

Selma erkek–özne için ulaşılmaz bir zirvedir. Esrarengizliğin diğer adıdır. Kayıp kıtadır belki ama kendisinin ‘öteki’ tarafından keşfesilmesine izin ve de fırsat vermez. Halim ve Nevzat ise birbirlerinin gölgesi olan kişiliklerdir ve birbirlerini yansıtan bir ayna gibidirler. İçine yuvarlandıkları tuzağın pek farkında değilseler de özellikle Halim çevresini ağlarıyla yavaş yavaş ören karadulun zehirli ve ölümcül doğasının bir nebze de olsa farkına varır; fakat yine de karadula salt kesinlikte sırtını döner. Son tahlilde Halim’in de, Nevzat’ın da fatalist kişilikler olduğu mimlenebilir.

turk-sinemasi-uzerine-yazilar-hakan-bilge

Femme Fatale Arketipi

Klasik Hollywood noir anlatılarında ölümcül cazibenin tehditkâr karakteristiğini bilmesine karşın tutkularının esiri konumuna düşen yığınla trajik karakter betimlenegelmiştir. Robert Siodmak’ın The Killers’ı (1946) bu düzlemde iyi bir referanstır. İsveçli lakaplı boksör eskisi Andreson (Burt Lancaster) ile baştan çıkartıcı güzellik Collins (Ava Gardner) arasındaki ölümcül ilişki ‘yok–kadınlar’ın haletiruhiyesini yeterince iyi anlatır. Double Indemnity (1944, Billy Wilder) ise benzer ruhsal psikolojiyi kinik bir tonda görselleştiren dedektif romanının önemli adlarından James M. Cain kaynaklı bir uyarlamadır. Narsisist güzellik Dietrichson (Barbara Stanwyck) ile sigortacı Neff’in (Fred MacMurray) sonu baştan belli çıkışsız aşk ilişkisi ‘öldüren kadın’ imajının en bilinen birkaç örneğinden biridir.

Yersiz–yurtsuz (Gilda, Detour, Deadly Is the Female, High Sierra), narsisist (Sunset Blvd., The Maltese Falcon, Double Indemnity), yalancı (The Maltese Falcon, Hangover Square, Murder, My Sweet), ikiyüzlü (The Lady from Shanghai, Human Desire, The Killers, Out of the Past), tehditkâr (Dark Passage, The Strange Love of Martha Ivers, Detour), sadakatsiz (The Postman Always Rings Twice, They Drive by Night, The Killing), cinayet işleyen (Leave Her to Heaven, They Drive by Night, The Maltese Falcon, Out of the Past), ölümcül (Night and the City, Angel Face, Niagara), aldatan (The Letter, Clash by Night, White Heat), maskeli (Scarlet Street, Kiss Me Deadly, Affair in Trinidad, Dead Reckoning) ve baştan çıkartıcı (The Naked City, Criss Cross, Deadly Is the Female) sinemasal dişilik koleksiyonunda Gölge’nin Selma’sı öncellerinden çeşitli izler taşır: Cinayet işler, yalan söyler, maskesini kuşanır, ulaşılmazlığını korur…

golge-film-elestirisi-hakan-bilge-sinema-yazari

Feminizm & Kadın Kimliği

Klasik noir öykülerinde ve genel olarak sinema filmlerinde kadın kimliğinin bastırıldığı, erkek–öznenin bakış açısının egemen kılındığı ve sinema sanatının erkek izleyici için varolduğu tezi büyük ölçüde doğrudur. İngiliz akademisyen Laura Mulvey’in Görsel Haz ve Anlatı Sineması (2) adlı ünlü makalesi mevcut tez üzerine kurulmuştur. Hemen yukarıda referans gösterdiğim anlatılarda dişiler mutlak bir tehdit unsurudur ve erkek–özneyi iğdiş ettikleri için ortadan kaldırılmaları ya da cezalandırılmaları gerekir; çünkü erkek egemen düzen yeniden inşa edilmelidir.

Eril korku, patolojik olmaktan çok paranoyakça bir kaygının dışavurumu olarak düşünülmelidir. Sadizmin önplana çıkarıldığı ve dolayısıyla psikotik anti–kahramanların tasvir edildiği kara filmlerde mesele çoğunlukla Freudyen bakış açısına göre çözümlenirse de, klasik yükseliş–düşüş öykülerinde, kadın–erkek rekabetinin vurgulandığı ve dişilerin histerik birer portre olarak çizildiği filmlerde eril paranoyanın saplantılı doğası vurgulanır. Erkek–öznenin rolünü çalan, cinsel özgürlüğünü muhafaza eden ve bağımsızlığını vurgulayan dişi arketipi mutlak bir biçimde sahneden uzağa fırlatılır. Bununla birlikte mevcut görünüm erkek–öznenin savaşı kazandığı anlamına gelmez. İğdiş edilen, erkekliği yaralanan, meşum dişiliğin tekinsiz gölgesinde sürüklenen ve yolundan sapan erkek, ya başladığı noktaya geri döner (Murder, My Sweet, The Lady from Shanghai), ya daha da yalnızlaşır (Scarlet Street, Kiss Me Deadly, Niagara, Black Widow–1954, Vertigo), ya öldürülür (Sunset Blvd., White Heat, Out of the Past, The Maltese Falcon, The Killers), ya intihar eder (Deadly Is the Female, The Strange Love of Martha Ivers), ya idam edilir (The Postman Always Rings Twice) ya da cezaevine (Detour, The Naked City, Double Indemnity) gönderilir.

film-noir

Bu bağlamda meseleyi şöyle özetleyeceğim:

Noir suç ve kaçış döngüsü çıkışsızlığı, kaybolmuşluğu, tükenmişliği, çaresizliği ve bir tür geleceksizliği işaretleyen kapkaranlık bir evren sunar. Suç öykülerindeki pesimist hava içerik zinciriyle birebir ilişki içerisindedir. Filmlerin görsel dili tematiğin kasvetli ve karanlık zirveleriyle örtüşür. Fransız eleştirmenlerin bu filmlere neden kara film dedikleri meseleye bu açıdan bakınca yeterince netlik kazanır.

Konumuz bağlamında Gölge’nin ortajen noir tematiğini takip ettiği için tartışmaya açık olduğu söylenebilir. Yalnız unutulmamalıdır ki, dişinin tehditkâr varlığı ve meşum gölgesi, oyuncu karakteri ve yanılsamalı varoluşu erkek–öznenin potansiyel bir kurban olduğu ve kendi felaketini kendisi hazırladığı gerçeğini değiştirmez. Yani sinema sanatında eril bakış açısı ve kadın düşmanlığı olgusu ucu açık ve kaygan zeminli bir tartışmanın konusudur. Muhtelif öykülerden hareketle benzer filmleri bir öbekte toplayıp tümden reddetmek, sözüm ona yukarıda da referans gösterdiğim anlatıları tek çatı altında birleştirip kadın düşmanı ilan etmek anlamlı bir çaba değildir. Bu, Mehmet Güreli’nin Gölge’si için de geçerli bir sorunsaldır.

mehmet-gureli-golge-film-elestirisi

Son Söz

Filmde gölgenin çeşitli açılımları bünyesinde barındıran kilit bir sözcük olduğunu düşünüyorum. Söz gelimi Halim ve Nevzat, Selma’nın cezbedici ama karanlık gölgesine mi sığınmışlardır? Gölgede kalan sisli mazi ne derece travmatiktir? Geçmişin gölgesinde yaşayan Selma mazide tam olarak neler yaşamıştır ve kocasını da acaba O mu öldürmüştür? Nevzat ve Halim aslında birbirlerini mi yansıtmaktadır (alter–ego)? Gölgede kalanlar aslında suça eğilimli belirsiz ve anlaşılmaz insan doğasının çetelesini mi sunmaktadır? Gölge, hep bir miktar gizemli kalan, tam manasıyla çözümlenemeyen insan psikolojisi ve yaşantılarına mı göndermede bulunmaktadır? Gölge bir yanıyla iyicil, bir yanıyla da kötücül insan doğasını mı sembolize ediyor? Evet, Gölge’nin bütün bu soruların etrafında dönendiği söylenebilir.

mehmet-gureli-gorkem-yeltan-hakan-bilge-film-elestirileri

İnsan bilinçaltı da karanlık bir kuyu olduğu için gizemli bir bölgedir. Dolayısıyla bilinçaltı da gölgede kalmıştır. Kısacası Mehmet Güreli’nin Gölge’si gölgedeki insanların yaşamına, bilinçaltına, kayıp kıtaya yarı gölgeli bir yolda el yordamıyla yapılan gizemli bir yolculuğun öyküsüdür…

Hakan Bilge

Karabatak dergisi, 10. Sayı, Eylül–Ekim 2024

Yazarın diğer film okumaları için şuraya göz atınız.

NOTLAR

(1) Kızılağaçlar Kralı, Michel Tournier, Çev. Hasan Anamur, 1. Baskı, 1996, İst.

(2) Ünlü İngiliz akademisyen Laura Mulvey’in sıkça referans gösterilen metni için bkz. Visual Pleasure and Narrative Cinema/Görsel Haz ve Anlatı Sineması (1975) – Metne şu adresten ulaşılabilir: https://wiki.brown.edu/confluence/display/MarkTribe/Visual+Pleasure+and+Narrative+Cinema

Georg Wilhelm Pabst’dan Sessiz Bir Klasik: Geheimnisse einer Seele

29 Temmuz 2024 Yazan:  
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema

Geheimnisse einer Seele / Secrets of a Soul / Bir Ruhun Sırları (1926), sessiz sinema tarihinin sessiz kalan nadide başyapıtlarından. Yönetmeni Georg Wilhelm Pabst, her ne kadar Pandora’s Box / Pandora’nın Kutusu (1929), Die 3 Groschen-Ope / 3 Kuruşluk Opera (1931) gibi filmleriyle bilinse de bu film birçok açıdan sessiz sinemanın birçok eseriyle yarışacak düzeydedir.

Şahsım adına Tod Browning’in The Unknown (1927) filmine yoğunlaşmışken, böyle bir filmi izlemenin heyecanıyla diğer filmin analizini biraz daha ertelemek zorunda kaldım diyebilirim. Ancak böylesine ‘sessiz’ kalmış bir filmi gözden geçirmemek bana göre büyük bir hata olacaktı.

Bir Ruhun Sırları, girizgâhı itibariyle tamamen sırtını psikanalitik bir söyleme dayamış, özellikle henüz o dönemde büyük tartışmalara yol açan Freud’un deneme ve eserleri üzerine kendini yığmaya çalışmıştır. Filmin başında ‘A Psychoanalytic Film’ ibaresi oldukça açık bir işlerlik kazanır. Pabst bu filmiyle böylece bir düşünce, bir fikir ya da makale üzerinden yola çıkarak durumu öykünmeye, bir film anlatımında karar kılmıştır. Vatandaşı Freud’un düşünce ve makalelerini sinematografik olarak ele alan Pabst’ın bu filmi görsel bir sürüncemede ele alması, kendisinden sonra gelecek olan Bunuel, Hitchcock gibi yönetmenlerin filmlerinde görmüş olduğumuz motifleri zenginleştirmek adına faydalı malzeme sağlamaktadır. Film özellikle Freud’un Düşlerin Yorumu veyahut Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme’nin üzerine inşa edilmiştir. Freud’un fikirleri özellikle o dönemde büyük sükse yapmış, kendisi aşk öykülerinin senaristliğini yapması için MGM yapım şirketi tarafından davet edilmiştir. Hatta Samuel Goldwyn (MGM harflerinin ortasında onun soyadının baş harfi bulunur ve stüdyonun üç ortağından biridir) Viyana’ya belirli aralıklarla giderek Freud’a yüz bin dolar önererek Antony ve Cleopatra filminin senaryosunu yazması için ikna etmeye çalışmıştır. Ancak Freud bu teklifi geri çevirmiştir. Özellikle böylesine bir durum dönemin Amerikan sinema sistemi ile Avrupa’daki sinema sistemi arasındaki farkı görmemize de olanak tanır. Amerikan sineması halen aşk filmleri çekerken Avrupa sineması çekilen aşk filmlerinin analizini yapmaya, bunu dışavurumcu sinemayla birlikte bütünleştirmeye çalışmaktadır. Ekspresyonist Sinema demişken, filmimizin başrol aktörü Werner Krauss’u ’20 yapımı Das Cabinet des Dr. Caligari / Doktor Caligari’nin Muayehanesi filminden hatırlamak mümkündür. Krauss bu filmde de benzer şekilde bir doktor karakteri canlandırmaktadır. Özellikle filmde bıçak ve doktorun bıçağa dokunamamasını gördüğümüz sahneler Dr. Caligari’nin veya ilk filmin pişmanlığını mı aksettirir? Bunu bu şekilde okumak filmin gözümüzde büyümesini sağlar.

Doktor Martin Fellman (Werner Krauss) ve eşi üst-sınıf ahlakı içerisinde yaşayan tipik bir burjuva ailesidir. Filmin başında oldukça rahat bir şekilde rutin sabah temizlenme işlemlerini yapan çiftin, komşularının evinden yardım naralarını duymalarına rağmen kayıtsız kalmaları (sadece pencereden izlemekle yetinirler) ancak evlerinin içinde köpek yavruları beslemeleri (çocuklarının olmayışına karşılık) karşıtlığıyla bu sınıf ayrımı ya da yabancılaştırma etkisi aktarılır. Özellikle bu burjuva rahatlığını evlerinden çıkmayarak pekiştirmeleri nerdeyse bir Haneke durumu yaratır. Kendi kendilerini evlerine hapseden bu durum bize Bunuel sinemasında El Angel Exterminador / Mahvedici Melek (1950) filmini; daha da ileri gidersek ‘Burjuvazinin’ etrafında olup bitenlere kayıtsızlığı Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filminde sürekli tekrar eden bombalı saldırıları anımsatacaktır. Sahnenin birinde ise çiftimiz gazetenin üçüncü sayfasında ‘Bir kadının dehşetengiz bir şekilde öldürüldüğünü’ okuyup geçmelerine rağmen hizmetçinin gazetedeki bu olayı en ince ayrıntısına kadar okuması sınıf çizgilerinin daha da belirginleşmesini sağlar. Böylece onların dâhil olduğu burjuva sınıfının hissiyatı(hissizliği), yapaylığı gözle görülür bir şekilde ifade edilecektir. Kendisini dış dünyaya kapatan burjuvazinin olup biten olayları gazetelerden öğrenmesi oldukça acınası ve ironiktir.

Çiftin çocuklarının olmaması ya da filmde böylesine bütünlüklü bir formülün olmaması odakları yalnızca bu çiftin üzerine yoğunlaştırmamızı da salık verir. Her ne kadar söylemimde sürekli bir ‘çift’ten bahsetsem de aslında film sadece Doktor Martin’in etrafında döner. Hitchcock filmlerinde bunun karşılığı James Stewart iken, Bunuel filmlerindeki karşılığı ise Fernando Rey’dir. Bu filmde de ana karakterin tıpkı diğer karakterlerle orta yaş üstü bir tabakaya mensup olması bizleri şaşırtmayacaktır. Her üç yönetmenin farklı üç karakterinin benzer özelliklerini aşağıda detaylı olarak işleyeceğiz. Böylece her üç yönetmen için altını çizebileceğimiz ortak bir vizyonu da ortaya çıkarmış olacağız. Bu durum salt bir sınıfın üzerine konumlandırılmış (burjuva) psikanalitik değerlerin çözümlenmesidir. Her üç yönetmenin de filmlerinde böylesine bir yapıyı kurması ilginçtir. Bunuel bunu satirik bir alana yayarken, Hitchcock ve Pabst bunu bir eleştiri olmaktan çok ‘sinthom’ ya da ‘semptom’lar aracılığıyla ifade etmektedirler. Bu filmde ortaya çıkan ‘sinthom’ örneği doktorun sürekli olarak bıçaklardan ya da onu aksettirecek keskin ‘ustura’lardan korkmasına bağlanabilmektedir. Filmin ilk sahnesinde de, doktorun usturayı bileyerek traş olmaya çalışması ve bu durumun film boyunca farklı minvaller içerisinde yeniden ortaya çıkması ‘semptom’un daha da belirginleşmesine sebep olmaktadır. Hitchcock’ta ise bu durum Vertigo / Yükseklik Korkusu (1957) filminde Scottie karakterinin ‘spiral’ vizyonuyla paralel olarak işlenmektedir. Ustura ve ayna imgelerinin Un Chien Andalau / Bir Endülüs Köpeği (1929) filminin başında ayrıca görmek mümkündür. Ancak dikkati çekmek istediğim başka bir husus da doktorun, komşusunun yardım çığlıklarını duyduğu sırada usturayla karısının boynundaki saçları kesmeye çalışması ve yardım sesinin doktoru bir an için ürkütmesiyle karısının boynunda usturayla bir yara açmasına neden olmasıdır. Böylece yardım sesi başka türlü ifade edecek olursak alt tabakaya mensup birinden çıkarak bir şekilde burjuva yaşamına olumsuz bir müdahale olanağı sağlamıştır diyebiliriz.

Yukarıda söylediğim gibi, film bir çiftin değil salt erkek karakterin üzerinden işlenir. Hatta film boyunca Doktor’un eşinin ismi zikredilmez bile. Özellikle Freud etkileri bu alanda da kendini gösterir. Erkek cinselliği üzerine ne kadar çok şey yazılmış ise kadın cinselliği üzerine bir o kadar az şey söylenmiştir. Freud bunu ünlü üç denemesinde ‘Kadının Biseksüelitesi’ başlığı altında da ifade eder. Kadının arzularını, içgüdülerini ilkel toplum ve kabileler üzerinden örnekler vererek işleyen Freud, erkek içgüdülerini ve cinselliğini tanımlamada materyal sıkıntısı çekmez. Kadının böylece bu kadar ilkel kabile koşullarında tanımlanmaya çalışılması erkek vizyonunun ise burjuva ahlakına dayandırılması yalnızca ekonomik sınıf toplumuna dayalı bir sistemi değil aynı zamanda cinsiyete dayalı bir sınıf sistemini de ister istemez gündeme getirecektir. Hitchcock ve Bunuel sinemasında, bu ataerkiliteye dayalı seksüelite işlense de nadiren Kadın cinselliğine de değinilir. Hitchcock’ta bu Marnie / Hırsız Kız filmiyle, Bunuel’de Belle de Jour / Gündüz Güzeli filmiyle, Pabst’ta ise Pandora’s Box / Pandora’nın Kutusu (1931) filmiyle ortaya çıkar. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki her üç filmde de kadın cinselliğini yönlendirenin erkek mantalitesi olması, yine Lacancı bir bakışa bizleri sürüklemektedir.

‘Kadın Erkeğin Semptomudur’

Doktor karakterimizin olağan olarak sürüp giden yaşamı, karısının kuzeninin -Erich- yolladığı bir mektup ve hediyeler ile farklı alanlara sürüklenir. Özellikle doktorun davranışları ve rüyaları geçmişte varolan bir olayın sanki yeniden tezahür etmesinden korktuğunu belirtir. Pabst’ın özellikle buradaki rüya sekansları en az Bunuel’in sürrealist denemeleri kadar önem arz etmektedir. Öncelikli olarak Doktor karakterinin ilk sahnede, yardım isteyen komşusunu hatırladığımızda belirgin olarak doktor karakterinin sesten ürktüğünü ve muayenesine giderken komşusunun evinin ve ambulansın yanından geçerken korkarak oradan uzaklaştığını anımsarız. Belki de bu sahne doktora ölümü ya da verimsizliğini hatırlatmıştır diyebiliriz. Çünkü bundan sonraki sahnede doktor muayenesine gider ve o sırada bir hasta, çocuğuyla birlikte içeri girer. Doktor elinde çikolata kutusuyla çocuğun yanına giderek ona biraz çikolata verir. Annenin çocuğa ‘Baban bizi bekliyor’ demesiyle sonraki sahnede Doktorun uzun bakışları altında çocuğun kapıdan çıktığını görürüz. Böylece çiftimizin çocuklarının olmama durumunu Doktor’un iktidarsızlığıyla iliştirebiliriz. Doktorun iktidarsızlığı rüya sekansında kendini daha da belli eder.

Erich’in yolladığı hediyelere sırasıyla baktığımızda filmin kaybolmuş iğdiş etme nesnesini de bulmuş oluruz. Erich’in yolladığı hediyeler; uzun bir kama, bir tanrıça heykelciği ve kendisine ait birkaç fotoğraftır. Fotoğraflara baktığımızda Erich’in bir avcı kıyafeti içerisinde poz verdiğini görürüz. Sumatra adasında (oryantalizm?) olan Erich’in yolladığı uzun kama nerdeyse bir fallus işlevi görür. Doktorun bir anlamda iktidarsızlığını, iğdiş edilişini hatırlatan bu kayıp erkeklik nesnesi Hitchcock’un Psycho / Sapık (1960) filmini bizlere hatırlatacaktır.

Kama ya da diğer kesici aletlere film boyunca yakın çekim (close-up) uygulanır. Özellikle burada zamansal açıdan baktığımızda, doktorun ilk başta ustura ile traş oluşunu hatırlarız, hediyenin gelmesinden itibaren doktorumuz eline ustura, mektup açacağı, meyve bıçağı gibi kesici aletleri almaya korkar, bu iğdiş edilme korkusu onu berberde traş olmaya kadar sürükler. Kendisi de bir akşam yemeği sırasında bıçağı eline almaktan korktuğunu ifade ederek yemeği yiyemez hatta eşinin bıçağı eline alıp önündeki eti kesmesi psikanalitik açıdan hadım etme yönüne, dramatik açıdan ise erkeğin düşüşüne denk gelir. Diğer motif-hediye ise bir tanrıça heykelidir. Sanırım burada Bunuel’in Tristana / Seni Sevmeyeceğim (1970) filmindeki Hz. Meryem’in heykelini hatırlamak yerinde olacaktır. Tristana filminde nasıl Hz. Meryem heykeli bir anlamda anne bedeniyle türdeş özellikler taşıyorsa buradaki tanrıça heykeli de cinsel eylemin kendisiyle türdeş ifadeler içermektedir. Batının oryantalizm hastalığını düşündüğümüzde, modern Avrupa dediğimiz kavram bir anlamda kendini evine ve bilincine hapsetmiş uygarlığın izlerini doğu mistisizmine, erotizmine yönlendirmiş olduğu aşikârdır. Buradaki tanrıça heykelinin Hz. Meryem heykelinin temsil ettiği kutsiyeti yırttığını ifade etmekte yarar var. Böylece ulaşılamayan anne bedeni farklı şekillerde kendine yeni gerçeklikler yaratarak bu alana ulaşmaya çalışır. Psycho filmindeki gibi Norman Bates karakterinin tipik olarak yadsıdığı, aynı zamanda yansıttığı anne bedeni gibi, burada da aynı eylem söz konusudur. Özellikle altını çizmek istediğim diğer bir örnek ise; Doktor Martin’in rüyasında çanların çaldığı anda çanların içinde karısının ve etrafındaki diğer kadınların kesik başlarının görünmesidir. Hitchcock’un Vertigo filminde bu; Scottie’nin rüyasında gördüğü kendi kesik başı ya da Bunuel’in Tristana filminde, Fernando Rey’in yine ‘çan’ın içinde beliren kesik başı gibi belli örnekleri akla getirir. Ancak burada Doktor Martin’in kendi karısının kesik başını görmesi, Normanvari bir durumu ortaya çıkarır. Hem yadsınan hem de yansıtılan anne (tanrıça) bedeni.

Doktor Martin, daha sonra ortadan kaybolur. İzbe bir bara giderek burada içki içer. Ancak masasından kalktıktan sonra masada anahtarını unutur. Başka bir masada oturan Dr. Orth (Pavel Pavlov) adındaki şahıs masada unutulan anahtarı alıp Doktor Martin’e iade eder. Burada anahtar imgesi muhtemelen iki doktor karakter arasında açmaz olan Doktor Martin’in durumunun düzelebileceği (anahtar sayesinde açılabileceği) yönünde bir anlam taşır. Çünkü daha sonra Doktor Martin anahtarı hatırladığı anda aklına Doktor Orth gelir. Film zaten bu açıdan bir çağrışım zenginliği yaratır.

Doktor Orth ile olan psikoterapi seansında Doktor Martin, karısının boynundaki saçları keserken gösterilir (bir anlamda geçmişe gidilir), o anda ise komşunun çığlığı devreye girer. Böylece iki sahne arasında anlam farklı bir olaya dönüşür. Olay sanki Doktorun gerçekten karısının boynunu kesmeye çalıştığını ifade eder, komşu çığlığının sonraki sahnede baş göstermesi ise, komşunun bu olayı gördüğünü ve bu yüzden çığlık attığı yönünde zuhur bulur. Bu noktaya oldukça dikkat edilmesi gerekir. Belki de filmin ‘anahtar’ sekansını bu sahne belirler. Burada Doktor Martin, komşusunun sesini duyduğu anda karısını öldüreceğini, komşusunun bunu bilmesi mümkün değildir. Çünkü perdeler kapalıdır, ilk paragraflarda da bu kapanıklığı anlatmıştık. Komşu bu sahneyi görmüş olsa bile Doktor Martin’in karısının boyun eğişi ve çırpınmaması bu konuda hiçbir şüpheye yer vermeyecektir, yani doktorun durumunda herhangi kötücül bir çağrışım yoktur. Şayet bir çocuk gözüyle baksaydık bu aradaki ilişkiyi cinsel bir ilişkiye benzetebilir, babanın anne üzerindeki sadizmi olarak niteleyebilirdik (primary scene). Ancak Doktor Martin; komşusunun, kendi karısını öldüreceğini sanıp bağırmasını gerçek yönünde algılar. Çünkü bir an için karısını öldürmeyi düşünmüştür. Usturayı karısının boynuna dayadığı anda boğazını kesmeyi aklından geçirmiştir. Komşunun sesi bu gerçekliği ifşa etmemizi sağlayan gerçek bir semboldür. Yukarıda dediğimiz gibi, alt sınıftan birinin burjuva yaşamına attığı bir çimdik doktor üzerinde ise bir bilinçaltı çelmesidir. Doktor karısını öldürmeyi düşünmüştür çünkü kendi iktidarsız oluşunu ya da çocuklarının olmaması durumunu karısı üzerine yığmaya çalışır. Bu nedenle rüya sekansında ‘çan’ların içinde ‘kendi’ kesik başı değil karısının kesik başı bulunur. Böylece yukarıda söylemlediğimiz yansıtma özelliği olumsuz yönde ifade edilir.

Filmimizi temelde iki ayrı bölüme ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki bilinç, diğeri bilinçaltı olarak tabir edebileceğimiz bölümlerdir. Birinci bölümde Doktor Martin kendisiyle savaşır, ikinci bölümde psikanaliz sayesinde bu savaşın nedenlerini bulur. Tedavinin yer aldığı sahnelerde Doktorun bilinçaltı, yüzeye çıkmaya başlamıştır. Ve filmin ilk yarısında gördüğümüz sürrealist rüya çalışmaları kendini daha anlamlı ve sembolik olmayan ifadelere bırakır. Bir nevi psikoterapi, ilk bölümdeki rüyaların açıklayıcısı haline gelir.

Doktor Martin’in anlattığı sahneleri takiben en başından beri Erich’i yani karısının kuzenini kıskandığını görmek mümkündür. Ancak bu kıskançlık rüyalarda yukarıda söylediğimden farklı olarak tasavvur edilir. Mesela ilk bölümde Erich eve döndüğünde, Doktor Martin onu eşiyle eski çocukluk resimlerine bakarken bulur. Bu resimlerde doktorun karısı Martin’e daha yakın dururken, kendisine daha uzak görünür, Erich’ten bahsedilirken Doktorun eşi hayran bakışlarını gizleyemez vs. Ama onun ötesinde Doktor, Erich’i salt bu nedenlerden dolayı kıskanmaz. Doktor, Erich’in maceraperest, gezgin ve görüp görmüşlüğünü kıskanır. İlk bölümde Batının oryantalizm hastalığı üstüne söylediklerimizi hatırlarsak, Doktor da Erich’in bu doğuyu görmüş olmasını, yaşamasını kıskanır. Psikanaliz sahnelerinin birinde Doktor, Erich’i haremin içinde elinde nargile zevk-ü sefa içerisinde tahayyül eder. Etrafta bir sürü yarı çıplak kadın vardır. Bu kadınların arasında ise kendi karısı da bulunmaktadır. Kendisi ise bu sahneyi parmaklıkların arkasından izleyerek güçsüz bırakılır. Sonraki sahnede Doktor, karısı ile çok iyi arkadaş olduklarını ve onu hiç kıskanmadığını söyler. Ancak sekansımız bunu yalanlar niteliktedir. Hitchcock’un Dial M for Murder / Cinayet Var (1954) filminden bir sahneyi hatırladığımızda filmimizin bu sahnesi oldukça ilginç bir konuma yükselecektir. Hitchcock’un filminde Grace Kelly kocasından habersiz bir şekilde sevgilisiyle öpüşürken gölgeleri kapının üstüne düşer. Biz onların öpüştüğünü birebir görmeyiz ancak kapıya yansıyan gölgelerden bunu anlarız. Daha sonra Kelly’nin eşi Ray Milland içeri girerken gölgeler birbirlerinden ayrılır. Pabst’ın sahnesi ise daha farklıdır. Arkada beyaz fon vardır. Ön tarafta Doktor Martin sırtını dönmüş, karısı ise yüzünü kameraya dönmüştür. Erich kameranın olduğu taraftan gelir, biz onun geldiğini sadece gölgesinden anlarız. Gölge böylece doktorun karısının kıyafeti üzerine düşer. Her iki filmdeki sahnelere göz attığımızda, Hitchcock’un filminde gölgeler bir aradayken onları ayıran nokta gerçekliktir yani kocanın kendisi, heteroseksüel ilişkinin resmi işlerlik kazanmış tarafıdır. Pabst’ın filminde ise resmiyeti, heteroseksüel ilişkiyi ayıran ise gölgenin, karanlıktan gelen karakterin kendisidir. En azından bu doktorumuz için böylesine bir algılamayı çağrıştırmaktadır.

Rüya Sekansına Karşılık Psikoterapi Seansı

Son olarak ayrıca incelemek istediğim konu, Doktor Martin’in rüyaları ile Psikoterapi esnasında karşılaştığımız bu rüyaların açılımlandığı sahnelerdir. Yukarıda her ne kadar değinmiş olsam da ayrı bir başlık etrafında bunları incelemek önemlidir. Bu yüzden yukarıda söylediğim birçok şeyi tekrar edeceğim için şimdiden kusura bakmayın. Bu hem genel bir tekrar hem de filmin eksik yanlarını belirtmek için eşsiz bir fırsattır.

Rüya sahneleri: Doktor kendini gece evin dışında bulur. Bahçedeki ağacın üzerinde karısının kuzeni tünemiştir, elinde bir tüfekle beklemektedir. Bu sahnede Tüfek bir anlamda doktora yollanan kama ile aynı anlama gelir. Bir nevi iğdiş edici nesne görevini görür. Doktor ise kaçmaya çalışır ancak bu sefer arkasındaki kapı kapanmıştır. Oldukça ilginç olan sonraki sahnede Doktorumuz tüfekten ‘uçarak’ kaçmaya çalışır, rüya sahnesi bir anlamda artık fantezilerin şekil değiştirdiği bir alana teneffüs eder. Özellikle Doktor uçarken evin zeminindeki siyah beyaz kare taşları (satranç tahtasına benzer) görebiliriz. Doktor Caligari’nin Muayenehanesi filminde bu siyah beyaz taşların bozuma uğradığını ve şekil değiştirdiğini görebiliriz, psikanalitiğe dayalı filmlerde ise genellikle bu siyah beyaz taşların kullanılması boşuna değildir. Tıpkı ’50 yapımı Harvey filminde olduğu gibi. Doktorun uçması, iğdiş edilmekten kaçmaya çalışması, bizlere Vertigo / Yükseklik Korkusu’nu hatırlatacaktır. Vertigo yazısında Scottie’nin durumunu, yükseklikten; başka bir anlamda ise düşmekten korkmasını cinsel problemlerine bağlamıştık. Bunun daha çok çocukluk döneminde ortaya çıkan, havaya fırlatılan bir çocuğun aldığı haz ile korku arasındaki bir sürece de bağlamıştık. Burada ise Doktor bunu rüyasında uçmaya çalışarak yaşar. Ancak belli bir yüksekliğe çıktıktan sonra düşer. Tıpkı havaya fırlatılan bir çocuğun düşüşü sırasında aldığı zevk gibi. Doktor’un düşmesinin nedeni kuzenin tüfekle onu vurmasıdır. Yani karşımıza yine hadım edici bir problem ortaya çıkmaktadır. Doktor düşer.

Sonraki sahnede doktorumuz bir mağaradan koşarak çıkmaya çalışır, bir anlamda buradaki mağara anne rahmini imgeler, çünkü bir sonraki sahnede göreceğimiz tren aynı zamanda bir fallustur. Psikolojide ise Trenin Mağaraya girmesi bir anlamda cinsel ilişkiye girme olarak da yorumlanabilmektedir. Trenin olduğu sahnede ise yine karşımıza kuzen karakteri çıkar. Ve doktorun önüne tren geldiği sırada bir engel koyulduğunu fark ederiz. İlk rüya sahnesinde kapının açılmama durumu burada tren engeliyle sağlanır. Kuzen daha sonra trenin penceresinden görünür ve el sallar. Tren engeli kalkar kalkmaz, doktor yeniden koşmaya başlar. Ancak bu sefer karşısına devasa tanrıça heykeli çıkar. Buradaki tanrıça heykeli gerek Hz. Meryem gerekse Havva ile mümkün mertebe analoji denklem kurulabilmektedir. Ancak heykelin doğudan gelmesi bize bastırılmış cinsel ilişkinin nasıl mümkün kılınabileceğini göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken diğer husus, Doktorun bu heykele bakarken heykelin yüzünde meydana gelen değişimdir. Doktor, heykelin yüzünü karısının yüzü olarak görür. Az çok bu da söylediğimiz girilemeyen cinsel ilişkinin ilahi bir güçle çevrinmesi, ilişkinin yüceltilmesiyle girilemeyen cinsel ilişki arasındaki bağların kanıtıdır.

Sahne yine değişir. Bu sefer doktorumuz kendi üst sınıfını tamlayan bir kıyafetle görünür. Karşısındaki boş bir arazide kâğıttan yapay olarak oluşturulmuş bir şehir ve evler görünür. Böylece ait olduğu sınıfın yapaylığının altı çizilir. Doktor en önde duran spiral merdivenlere sahip kuleye bakar. Sanırım buradaki kule temasını Vertigo filminden hatırlayacağız. Buradaki kule yine benzer şekilde bir ‘penise’ benzemektedir. Doktor bu kuleden yukarı çıkar ve karşısında dev bir kubbenin içerisinde çalan küçük çanlar ve onların içlerinde bulunan dillerin yerine kesik kafalar görür. Böylece Freud’un id-ego-süperego denklemini bu sahneyle örtüştürebiliriz. Kubbe bir anlamda süperegoyu imlerken, ego çanları, id ise bilinçaltını temsil eder. Doktorun daha sonra kuleye çıkma girişimi ve çanların içinde gördüğü kesik kadın başları sürreal bir önem arz eder. Kulenin kendisi doktorun bir nevi iktidarsız oluşunu, çanların içindeki kesik başlar bilinçaltında oluşan karısını hadım isteğini çağrıştırmaktadır. Hatta kesik başların gülmesi, doktoru küçümseyip aşağılamaları, doktoru daha da sinirlendirir. Burada Vertigo filmine dönersek, Scottie iktidarsız olduğu için kuleden yukarı çıkamaz ama bu filmdeki doktor karakteri kulenin en tepesine çıkar. Aradaki ayrım gözetilirse yardımımıza hemen doktorun taşıdığı baston yetişir. Baston her daim erkeklik, güç ve iktidarın sembollerinden biri olmuştur. Doktorun bastonu ondaki erkeklik eksikliğinin gidericisi, bir penis yerine geçeni haline gelmiştir. Böylece Vertigo ile bu bağlantı da sağlanmış olur.

Gelelim bir sonraki rüya sahnesine; Doktor bu sefer evin dışındadır. Ancak kendi evinin odalarından birinin ışığı yanmakta ve ışıktan dolayı yansıyan gölgelere baktığı vakit kuzeni ile karısının öpüştüğünü görmektedir (ilişkiden dışlanmıştır). Freud’un çocukluk dönemi için öne sürdüğü, çocuğun annesi ile babasını cinsel ilişkide görmesi bir anlamda’ primary scene’ kavramıyla karşılık bulur. Eğer çocuk büyüdüğü vakit bu sahneyi hatırlarsa bu sahne ‘secondary scene’ olarak tanımlanır. Bu durumda Doktorun, kuzeniyle karısının öpüştüğünü görmesi, çocukluğunda görmüş olabileceği anne ile babasının cinsel ilişkisi üzerine aktarılır. Hatırlanma süreci de kuzenin adeta iğdiş edici baba figürünün yerine konmasını salık verir. Evin çitleri yükseldikçe doktorun eve girmesi yine engellenir.

Doktor son olarak kendi muayenehanesinde doktor kimliğiyle görünür. Odanın içerisinde parmaklıklardan oluşan bir pencere vardır. Öncelikle bu pencereden dışarı bakmaya çalışır, ancak bakamaz, bu sefer üstüne çıkabileceği bir şeyler arar ve sonunda pencereden dışarı bakar. Gördüğü manzara oldukça ilginçtir. Hatta çocukçadır diyebiliriz. Bu sahnede karısı ve kuzeni bir kayığın içerisinde oturmuştur. Ancak karısı bu esnada nehrin içinden bir bebek çıkarır. Bu, bir önceki rüya sahnesinde ortaya çıkan sevişmenin meyvesidir diyebiliriz. Doktorun burada verimsizliği hatırlatılsa da, aynı zamanda bu sahne çocuksu bir yöne eğilir. Tıpkı çocukları leyleklerin getirdiğine inanan çocuklar gibi, Doktor da bilinçaltında halen çocukların nehirden çıktığına inanır. Burada nehir bir anlamda mitolojik bir vizyona sahiptir. Nehir farklı olarak ana rahmini de imgeleyebilmekte, nehrin verimli oluşu aksettirilmektedir. Doktor bu sahneyi görür görmez çıldırmaya başlar. Dışarı çıkmaya çalışır ancak penceredeki örgüler buna izin vermez. Bu sefer hediye edilen kamayı eline alır ve karısının hayal ettiği görüntüsüne saplar. Böylece film boyunca ortaya çıkan karısını öldürme isteği bilinçaltında tezahür eder.

Burada can alıcı diğer bir nokta, doktorun kamayı karısının hayaline saplarken adeta cinsel ilişkiyi hatırlatacak değerde kamayı saplamaya çalışmasıdır. Kama hareket ettikçe daha çok bir penisin hareketini andırır. Bu temada sanırım Psycho / Sapık filminde görebileceğimiz eşlenik sahneler de ortaya çıkmaktadır. Bates’in bıçağını hatırlarsak giremediği cinsel ilişkiye, bıçak yoluyla girmesini ifade eder. Psikoterapi sahnesinde doktor, psikoterapistine seyircinin gördüğü ilk sahneyi aktarır. Bu sahne doktorun karısının saçını ustura ile kestiği sahnedir. Ustura ile karısının boynundaki saçları almasını ayrıca eylemin yatak odasında icra edilmesi bu cinsel ilişkinin diğer yanını sembolize etmektedir diyebiliriz.

Doktorun bütün rüyalarında bir engelleme ile karşılaşması, birçok şeyi de bastırması, kendisini kompülsif bir varlığa dönüştürür. Ve filmin sonundaki psikoterapi sahnesinde her şeyi olduğu gibi anlatır.

Psikoterapi sahnesi bizlere simetri derecesinde, yaşanılanları ve gösterilenleri yeniden ifşa eder. Sanırım bu yazıda birçok şeyin tekrar edilmesindeki husus da buradan kaynaklanmaktadır. Film simetrik olarak ikiye bölünmüş vaziyettedir.

Doktor, anlatımında karısı ile olan ilişkisinin ilk tohumlarının nasıl atıldığını ifade ederken aynı zamanda biz de sembolik olarak doktor ile eşinin küçük bir fidanı ektiğini görürüz. Bu fidan zamanla boy atmaya başlar. Sahne değiştiği anda kendimizi tekrar evin içinde buluruz. Doktor ve eşi evin içinde bomboş bir odayı doğacak çocukları için yaptırmış ancak çocukları olmamıştır. Odanın yanındaki büyük bitki fidanının meyvesiz olması ise çocuklarının olmayışını simgeler.

Doktor aydınlık ve boş odaya son kez girer, etrafına bakar, perdeyi kapatır. Oda karanlık olur ve doktor boynu bükük bir şekilde odadan çıkar. Oda bir anlamda bastırılan, olmayan çocuk ibaresinin diğer anlamda bilinçaltına itilen kayıp nesnenin kendisi haline gelir. Doktor odadan çıkarken kapıyı kilitler, yakın çekimde anahtara yapılan kesme sayesinde, anahtarın bu odanın aynı zamanda bilinçaltına gidilen yolun açacağı gözüyle bakmamıza neden olur. Hatırlanabileceği üzere doktor yine üzgün iken bu anahtarı bir barda unutur. Ve anahtar başka bir doktorla tanışmasına, aynı zamanda bilincini ona açmasında faydalı olur.

Psikoterapi yavaş yavaş daha işler hale gelmektedir. Doktorumuz çocukluk anılarına kadar geri götürülür. Karşımızda doktorun, karısının ve kuzeninin çocukluğu vardır. Her üç birey aynı ortamda ve çevrede büyümüşlerdir. Ancak burada Doktorun karısı kuzeniyle oyun oynarken, doktor bu ikiliden oldukça uzak durmaktadır. Karısının elinde oyuncak bir bebek vardır ve onu kuzenine verirken görürüz. Bu sahne bize doktorun gördüğü kayık içindeki karısı ve kuzeninin durumunu hatırlatır. Karısı nehrin içinden bir bebek çıkarıp, tıpkı şimdiki gibi kuzenine vermektedir. Böylece her daim doktorun neden erekte olamadığı, çocukluk yaşamından kalma bu anısına dayandırılır. Terapi işe yaramıştır ve doktor hatırladığı anda her şeye yeniden döner.

Filmin sonunda doktoru balık tutarken görürüz. Balık tutmak genelde ‘çocuk’ ile iliştirilir. Zaten filmin son karesinde bir beşik ve çocukla ailemizi baş başa bırakırız…

Yazan: Kusagami

kusagami@sanatlog.com

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (3. Analiz)

ÜÇÜNCÜ ANALİZ: Calderon de la barca

calderon@sanatlog.com

“Vertigo” filminin ne olup ne olmadığını söylemeye gerek yok, zaten konu hakkında dikkate değer anlamda analizler yapılmış. Biz de hem kendi bakış açımızla, hem de birçok kaynaktan yararlanarak, filmi anlama açısından önem teşkil edecek birkaç noktayı ifade etmeye, farklı bakış açılarından filme bir nebze olsa da anlamlı bir bakış atmaya çalıştık. En azından belki ilginizi çeker diye yazının sonuna Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” isimli eseri ile de belirli paralellikler kurularak bir yazı daha eklendi. Umarım beklentilerinizi karşılamıştır…

Genellikle kabul görüldüğü üzere “Vertigo” Hitchcock’un “Magnum Opus”udur ve en fazla analiz edilen filmlerinden birisidir. Türkçe’de çok fazla kaynak görmesek de film ile ilgili olarak psikoanalitik, formalist, feminist (HitchCOCK) ya da Tania Modleski’nin belirsiz kullanımıyla (hitchcock), Postyapısalcı, Yapısökümcü (HITCHcock), Zizekvari (hitchcocK-Kafkanın K’sını niteler) analizler yapılmıştır. Bu nedenle Hitchcock’un bu filmi hakkında söylenen her şey, bir başka noktasından bakıldığında havada kalacaktır diyebiliriz. Bu son ifade ettiğim cümleye istinaden, şeytanın zihnimize düşürdüğü “şöyle de bakabiliriz” tümcesi ile çok farklı açılardan bakmaya çalışacağız. Ben bu yazımda konuyu ağırlıklı olarak psikanalitik bir bakış açısı ile inceleyeceğim…

Özdeşleşme Problemi

“Vertigo” incelendiğinde Alfred Hitchcock’un diğer filmlerindeki gibi “özdeşleşme problemi” önemli yer işgal eder. Bu minvalde filme hem seyirci açısından hem de karakterler açısından bakılabilir. Seyircinin pozisyonu açısından film ciddi anlamda problematik ve kaotik bir doğaya sahiptir; bu pozisyon Scottie ve Judy arasında bölünmüştür. Bu bir anlamda identification (özdeşleşme) konusunu ciddi anlamda sorun haline getirir. Aslında filmin, özdeşleşim sorunsalını ele alışı açısından bir “limit text” olarak ele alınabileceği, Tania Modleski tarafından belirtilmiştir. Hitchcock’un özdeşleşme sürecini maharetle aktarması ve öznel kamerayı erkek kahramanın görüş noktasından özgürce kullanması, izleyiciyi güçlü bir biçimde erkeğin konumuna sokar ve tedirgin bakışını paylaşmasını sağlar. Lakin bu mutlak doğru değildir; salt bu yönden bakarsak büyük bir yanılgı içine düşeriz. Bu “POV (point of view)” izleyici özdeşleşmesi yanında Hitchcock’ta destekleyici olarak da kullanılır. Değişik özdeşleşme düzeyleri ve stilleri arasında bir mücadele yaratılır. Hem Notorious hem de “Vertigo”, bir süre sonra kurban haline gelen ya da tehdit edilen karakterle özdeşleşmeyi içerir. Vertigo’nun son üçte birlik bölümünde tereddütler içinde yaşayan Judy ile deneyimlediğimiz durum bunun yansımasıdır. Bu noktada hatta Judy Barton, Scottie’nin önüne geçmiş diyebiliriz. Burada ise yaratılan bir nevi ilk durumun tersyüz edilmiş halidir. Male Gaze ile temellenen ilk özdeşleşme herkesi minyatür birer James Stewart haline getirir, çünkü iktidarı elinde bulunduran karakter ile ilk özdeşleşme Hitchcock filmlerinin temel özelliklerinden biridir. Lakin daha sonra Judy ile özdeşleşmemiz baskın olacaktır. Bu durum özdeşleşmenin parçalanışıdır ve ciddi anlamda özdeşleşmeyi sorunsal hale getirir. Özdeşleşme taraf değiştirmiş olsa da film hala Scottie’nin bakış açısından çekilmeye devam etmektedir. Fakat Laura MulveyGörsel haz ve anlatı sineması ismindeki ünlü makalesinde Judy’nin bu durumunu ciddi anlamda göz ardı eder ve aşağıdaki düşünceleri ifade eder;

“Vertigo’da öznel kamera her şeye egemendir. Judy’nin görüş noktasından yapılan tek geriye dönüş dışında anlatı, Scottie’nin gördükleri ya da görmeyi başaramadıkları etrafında örülür. Seyirci, onun erotik takıntısının ve sonuçtaki umutsuzluğunun büyüyüşünü onun görüş noktasından izler.”

Belirttiğimiz gibi burada Judy’nin yukarıda ifade ettiğimiz durumu hemen hemen gözardı edilmiş, hiç vurgulanmamış. Aslında Mulvey’in Vertigo filmini anlama ve anlamlandırma açısından yaptığı en ciddi hatalardan birisi de budur. Judy’nin bakış açısı flashback sahnesinde onun kameraya bakışı ile zirveye çıkan ve kafasını kameraya doğru ani çevirmesi ile başlayan görüntüler eşliğinde ifade edilir. Onun kameraya doğru direkt bakışı bir anlamda onun bildiği şeylerin ifadesidir, flashback de bu bilgi kırıntısını temsil eder. Judy tüm yaşananların sadece çan kulesindekiler olmadığını ayrıca Scottie’nin de Madeleine Elster’i tekrar bulduğuna inanmaya hakkı olduğunu bilir. O kameraya baktığında Madeleine olarak kimliğini onaylamakta ve kabul etmektedir. Judy’nin kameraya doğru direkt bakışı Hitchcock’u ve bizi (seyirciyi) tanıyıp onayladığını gösterir. Judy’nin, Scottie’nin gidişinden sonra kameraya bakışı, kameranın Judy’nin hikayesine egemen olmaya başladığının kanıtıdır. Bu noktadan sonra da kamera ile Judy arasında filmin sonuna kadar bozulup çözülmeyecek sıkı bir bağlantı kurulur. (Burada ek olarak şunu ifade etmekte fayda var ki; William Rothman’ın belirttiği gibi Judy Barton; Uncle Charles, Diana Baring, Norman Bates gibi Hitchcock’un kamerasına direkt bakma ayrıcalığına sahip olmuştur.)

Bu noktada Mulvey; Novak figürünün merkezi konumunu da göz ardı etmiştir. Filmin son bölümünde Judy’nin o ünlü mektubu yırtarak Scottie’ye onunla kalması yönünde attığı adım, Judy’nin Mulvey’in teorisinde ifade edilen edilgenliğini tekzip etmekle birlikte, Judy’ye etkin bir görev yükler. Scottie’yi ise yeterince pasif ve komik duruma düşürür çünkü ilk olarak Elster ve Judy daha sonra tek başına Judy tarafından tekrar kandırılmış ve oynanmıştır. Judy, bu noktada Preston Sturges’in “Lady Eve” isimli filmindeki Barbara Stanwyck/Jea/Eve karakteri ile aynı kadını temsil eder. Mulvey’in gözardı ettiği ya da atladığı şey, cinselliğin Hollywood filmlerinde bakmak/bakılmak, etkinlik/edilgenlik, erillik/dişillik arasındaki ayrım üzerine kurulmuş olduğunu temellendirmesidir. O bu şemayı etkinlik/eril ve edilgenlik/dişil üzerine kurduğu için okuyucuyu sıkmak adına konuya biraz derin giriş yapacağım; Laura Mulvey’den alıntı olarak;

“….(Freud) skopofiliyi, öteki insanları nesneler gibi ele almakla, onları denetleyici ve meraklı bir bakışa tabi kılmakla ilintilendirir. Verdiği örnekler, çocukların voyoristik (dikizci) eylemlerinin, özel ve yasak alanı görmek ve (öteki insanların cinsel organ ve bedensel işlevlerine, penisin olup olmamasına ve geçmişe dönük olarak oluşum anına ilişkin) emin olmak arzularının etrafında yer alır. Bu çözümlemede skopofili kaçınılmaz olarak etkindir.” ek olarak; “..Erkeğin (etkin) bakışının malzemesi olan (edilgen) kadın imgesi….”

Vertigo

Freud, Skopofili’nin Mulvey’in belirttiği gibi “kaçınılmaz olarak etkin” olduğunu hiçbir şekilde ortaya atmamıştır. Freud “içgüdüler ve değişimleri” isimli makalesinde konu ile ilgili fikrini şu şekilde ifade edilmiştir;

“Gözetleme içgüdüsüyle ilgili olarak yapılacak tek doğru açıklama, gelişiminin tüm evrelerinin, otoerotik hazırlık evresinin olduğu kadar son etkin ya da edilgen biçiminin de bir arada var olduklarıdır ve eğer görüşümüzü içgüdünün önderlik ettiği eylemlere değil de doyum düzeneklerine dayandırırsak bu açıklamanın doğru olduğu netleşir…”

ve şu sonuca varır;

“içgüdüsel itkinin gelişiminin bu daha ileri döneminde kendisinin yanı sıra (edilgen) tersinin de gözlemlenebilmesi Bleuler’in tanıttığı son derece zekice terimle belirtilmeyi hak eder: çifte değerli”.

Freud hem ünlü üç denemesinde hem de “içgüdüler ve değişimleri”nde skopofili-gösterimcilik ve sadizm-mazoşizm ayrımını kesin olarak yapar. Çünkü bunlar çifte değerli cinsel içgüdüler içinde en bilinenleridir. Bu içgüdülerin çiftler halinde meydana çıktığını ifade eder:

“Sadist aynı zamanda mazoşisttir” veya küçük çocuklarda gösterimcilik ile ilgili makalesinde kendi cinsel organlarına çekilmiş olan çocuklar genellikle dış yardım olmaksızın oyun arkadaşlarının cinsel organlarına canlı bir ilgi geliştirirler (başkasının cinsel organını görme arzusu). Mulvey’in yanılgısı da “etkin denetleyen bakışın” erkekler ile ve edilgen/bakılan olanı da kadınlarla özdeşleştirmesidir ki Freud bu çeşit bir sınıflandırmayı yukarıda alıntıladığımız gibi içgüdünün etkin ve edilgen formlarının birlikte aynı insanda bulunduğunu iddia ederek tamamen tekzip eder.

Özdeşleşme konusunda son olarak Mulvey’in Masculine/Eril ve Feminine/Dişil kavramlarından girmek gerekirse; genellikle Masculine salt erkekler tarafından sahip olunan bir nitelik olarak ifade edilmez. Ya da tam tersi, Feminine/Dişil için de geçerlidir. Aşağıdaki alıntılar bunu açıklar niteliktedir ve Freud bu konuda oldukça açıktır:

“Eril ve dişil; etkinlik ve edilgenlik anlamında, bazen biyolojik anlamda, bazen toplumbilimsel anlamda ele alınsa da, bu üç anlamdan birincisi temel olandır ve ruhçözümlemesine en çok hizmet eden de budur. Örneğin yukarıdaki metinde libido “eril” olarak tanımlandığında sözcük bu anlamda kullanılmıştır. Çünkü ereği edilgen bile olsa bir içgüdü her zaman etkindir. Eril ya da dişilin ikinci ya da biyolojik anlamı uygulanabilirliği en kolay belirlenebilen anlamdadır. Üçüncü ya da sosyolojik anlamını gerçekten var olan eril ve dişil bireylerin gözleminden alır. Bu gözlem insanda ruhbilimsel ya da biyolojik anlamda salt erillik ya da salt dişillik bulunmadığını gösterir.”

Bu konuda son olarak, özdeşleşme seyirci açısından incelendiğinde ciddi anlamda sorunsallaştırılmıştır. Bu durum özellikle Judy ve Scottie arasında bölünmüştür diyebiliriz. İlginç olan şey, seyirci tarafından kendimizi özdeşleştirdiğimiz Scottie, Madeleine ile özdeşleşmiş ve Madeleine de kendisini Carlotta Valdez ile özdeşleştirmiştir. Filmin son üçte birlik bölümünde seyirci ibreyi Judy’ye döndürür fakat Scottie’de asılı kalır. Bununla birlikte Judy bir noktada Madeleine değil midir? Scotty de Madeleine ile özdeşleşmemiş midir? Madeleine ise Carlotta Valdez’in özdeşleştiği bir karakter değil midir? Carlotta Valdez’in kayıp çocuğunu Judy olarak tasarımlayamaz mıyız? (Judy’nin annesiyle olan ilişkisi Carlotta Valdez ile çocuğu arasındaki ilişkiye benzer niteliktedir. Bunu ise Judy ile annesini gösteren sadece bir resim sayesinde sezebiliriz). Göründüğü gibi filmde özdeşleşme yukarıda ifade edilenden ve göründüğünden de karışıktır. Belki de bunu biraz da biz karmaşıklaştırıyoruz. Şunu da eklemek gerekir ki filmin başında baba imgesinin (yani polisin) ölümüne şahit olması ve anaç Midge ile olan ilişkisini tam anlamı ile bitirme konusunda zorlanması nedeniyle Scottie, ideal fallik kadını Elster tarafından yaratılan Madeleine’de bulmakla kalmaz, aynı zamanda Madeleine’de yansıtılan/aksettirilen anne imgesiyle bağlantılı olarak kendi pek iç açıcı olmayan durumunun da farkına varır. (Fallik kadın: Klasik psikanalizde, özellikle çocukların kadının da penise sahip olduğuna inanması. Psikanalitik teoriye göre Oedipus öncesi evrede çocuklar, her iki cinsin de erkeklik organlarına sahip olduğuna inanmakta, kadınların penisinin bulunmadığını keşfedince de iğdiş edildiklerini düşünmektedir. Yine klasik psikanalizde, fallik evreye takılıp kalan ve sonuçta bilinç düzeyinde penisten yoksun olduğunu inkâr eden ya da bilinçsizce bütün erkekleri iğdiş etmeyi arzulayan kadın.)

Vertigo

Bununla birilikte filmin sonunda görülen rahibe imgesi metonimik olarak Carlotta ile belirli bir bağlantı içindedir. Bu çocuksuz kadınlar loco matris Carlotta’nın yerini aldığı söylenebilir. Hatta hatta çocuğunu kaybeden Carlotta öyle görünüyor ki aynı pozisyonu Madeleine/Judy için de işgal etmektedir.

Göçebe-yerleşiklik Karşıtlığı, Midge ve Doğum Tramvası

Scottie karakteri ve onun immobil hali, “Rear Window”un pratogonisti olan Jeffries ile aralarındaki belirli paralelliklere işaret eder. Bir nevi “enforced passivity” pozisyonu aşikar bir şekilde filmi “feminite ve özgürsüzlükle” bağlantılı kılar ve bu ister istemez bu kavramları akla getirir. Aşağıdaki diyalog bir anlamda bunu ifadesi gibidir. Şu da hatırlatmalıdır ki Scottie’nin filmin başında korse giymesi, feminite ile özgürsüzlük bağlantısını güçlendiricidir; korse bir kadın giysisidir.

S: Anyway, tomorrow will be the day.

M: What’s tomorrow?

S: Tomorrow? The corset comes off tomorrow.

S: I’ll be able to scratch myself like anybody else tomorrow. I’ll throw this miserable thing out the window. I’ll be a free man.

S: Midge, do you suppose many men wear corsets?

Corset kavramından temelle bu durum daha önce de Western için ana motif olan göçebe ve yerleşiklik karşıtlığı içinde temellendirilebilir ve corset / feminite / özgürsüzlük bağlantısı bu temelde irdelenebilir. “Rear Windowun ana karakteri Jeffries özünde göçebe, maceraperest ve hareketlidir. Buna karşılık Lisa belirli bir edilgenliği yansıtır; uygar, yerleşik ve Mulvey’in terimlerince edilgendir. Bunu Mrs. Thorwald’ın yatalak hali ve Mr. Thorwald’ın hareketli satış elemanı kimliği ile özdeşleştirebiliriz. Bu da temelde iktidar ve iktidarsızlık anlayışı ve kültürün tahakküm ettikleri ile doğrudan bağlantılıdır.

Filmdeki belki de çok dikkat edilmeyen ve Kim Novak’ın karizması altında ikinci planda kalmış karakter olan Midge’e ayrı parantez açılmalıdır. Hitchcock’un kamera tekniği dikkate alındığında özellikle ilk Vertigo sahnesinden sonra yönetmen Midge ve Scottie’yi (yoksa Johnny O mu demeliyim ya da Ferguson) sadece üç noktada bir kare içine almıştır ki bu sahnelerde de genellikle Midge’nin anaç tutumu vurgulanır. Daha ilerleyen sahnelerde, Madeleine’nin ölümünden sonra Mozart eşliğinde tedavi edilirken Scottie’ye eşlik etmesi bu rolü daha da perçinleştirir niteliktedir. Bu açıdan bakıldığında, şu notu da eklemek elzemdir ki “düşmeye ilişkin düşlerin tefsiri daha çok onların doğum travmasından kaynaklandığı yönündedir”. Midge’nin Scottie’ye söylediği, genellikle küçük çocuklara söylenen ve sen kocaman bir çocuk oldun sözlerine eklemlenen “Johnny O” ismi Scottie’yi doğum tramvası sonrası anasının kucağında güvenli bir sığınak bulan çocuk durumuna getirir, yani Scottie üzerinde pışpışlayıcı bir etkisi vardır. Bu açıdan bakıldığında Robin Wood’un yorumladığı gibi corset bir kundakbezi olarak yorumlanabilir mi?

Peki neden Midge bir anne imgesi olmasına rağmen Johhny O / Scottie tarafından arzulanmaz, Roland Barthes’in ifadesi ile “arzusunun özgüllüğünü” karşılamaz? Bu noktada öncelikle ifade edilmesi gereken şey ilk sevgi nesnesi ve diğer nesnelerin prototipi olan anne memesidir. Çocuk haz ilkesinin etkisindedir. Ve bu yönde bir beklenti içinde olur, beklentisi her zaman hazır olan hazdır. Bu arzu daha sonra gerçeklik ilkesi ile çatışmaya girer, belirli noktalarda Freud’un belirttiği gibi onun yerini alır. Erkeklerin üzerindeki kültürün tahakkümane olarak oluşturduğu baskı ve onlardan beklenenler, çocukluk durumuna gerileme olasılığını da içinde taşır. Bu ise erkekte ilk memeye karşı istek; kadınlar ile birlikte idealize edilmiş romantik bir birliktelik isteği ile sembolize edilir. Midge ise anne rolüyle bu ilişkide hükmeden konumundadır. Madeleine’nin tersine bir gizemden yoksundur (bu arada Midge’nin çizdiği dikelmiş sütyen ve cantilever bridge bağlantısını burada vurgulayalım). Midge, Madeleine’nin temsil ettiği cinsellik ve çekicilikten de yoksundur (ilk arzu nesnesi olan anne hükmedilebilir olmakla birlikte hiçbir zaman kendine ait bir arzusu yoktur). Midge, Madeleine’ye göre çok somuttur, çünkü Madeleine Ernie’s isimli restorandaki ilk görüntüsü ile büyülenmeyi de içeren bir sanat eseri konumundadır.

Vertigo

Lakin arzunun özgüllüğünü yansıtan seçim nesnesi ulaşılamaz olmalıdır (ilk meme’nin ve hissettirdiklerinin tamamen ulaşılamaz olması gibi). Bir sanat eseri ne kadar da önümüzde dursa da bir sanat eseridir (portredeki kadın ve Madeleine’nin onun yerine geçebilirliği bu noktada oldukça imleyicidir; bunların aksine Midge’nin bu çekicilikten ve sanat eseri doğasından yoksun olması Scottie ve ona karşı yaşanılan soğukluğun başkaca dayanağıdır). Ona bakarız, dokunuruz; bir nevi object of contemplation (temaşa nesnesi) olarak algılayabiliriz ama ona sahip olamayız; tıpkı Madeleine’nin düşsel ve hayaletvari doğası gibi elimizden yitip gider. Scottie’yi Judy’ye bağlayan şey Judy’nin içindeki Madeleine hayaletidir. Robin Wood’un belirttiği gibi, Ernies’deki sahnenin ironisi Scottie’nin Platoncu anlamda bir idea’ya aşık olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Scottie ideallerimiz için yaşamı reddetmenin sembolik bir durumunda konumlandırılabilir.

Süperego, Ego, İd

Peki bu düşüş ve doğum travması sonrası Johnny O için süperego/ego/id üçlüsü arasındaki ilişki nasıl yorumlanmalıdır? İd sınırlanmamış arzu ve tutkularla alakalıdır, aynı zamanda cinsel istekleri de içerir. Bununla birlikte suç işleme ile (dolayısıyla Elster ile) de temel bir bağlantısı vardır. Süperego ise kişi üzerinde somutlaşan baba otoritesidir. Bunu salt baba otoritesi değil devletin kolluk kuvvetleri ve davranışlarımız üzerinde yaptırım gücüne sahip türlü iktidar olarak da nitelendirebiliriz. Bu meyanda filmin başındaki polisin ölümü sembolik babanın ölümü olarak temellendirilmiştir. Oğul (Scottie) ise bu ölümden sorumludur (yani polisin ölümünün neden olduğu bir düşüş ve doğum travması ana öneme sahiptir). Aslında bu konu daha derin Freudyen metinlerle, eskiden kabilelerde babanın bakir kadınlara sahip olması, oğullara bunu hadım etme tehditi ile yasaklaması ve bunun karşısında oğulların birlik olarak babayı öldürmeleri noktasında daha da genişletilebilir. İd’in temellendirildiği kişi ise (suç işleme ve karanlıkta özgürce gezinen bağlantısı cihetiyle) Gavin Elster’dir (Tom Helmore). Fakat Elster’in bu karakteristiği sabit değildir, filmin ilerleyen bölümlerinde hadım eden baba rolüne doğru evrimleşecektir. Kule sahnesinde gerçek Madeleine’e yaptıklarını hatırlayalım; bu konuda Hitchcock’un katolik tonlamaları ve Elster’in bu noktadan bakıldığında film içinde konumlandırılışı “yoldan çıkaran şeytan” cihetiyledir. Freud, babaya karşı duyulan çift değerlikli duyguları, ressam Cristoph Haizmann’dan yola çıkarak 17. yüzyıl resim sanatında “Bir baba yerine geçen olarak şeytan” şeklinde ifade etmiştir.

Ego’yu temsil eden Scottie hem süperego hem de id arasında bir sarkaç gibi sallanıp durur. Sembolik bir hamamoğlanı haline gelir. Filmin başındaki sahnede asılı duran Scottie işte bu durumun metaforik bir anıştırması gibidir; bu noktada biteviye sallanıp duracaktır. Sembolik babanın ölüşü bir noktada Scottie’yi özgür kılacaktır. Bunun en klasik ve oldukça bilinçli olduğuna inandığım ifadesi ise Polis Teşkilatından (yani yasanın ve süperegonun koruyucusu olma görevinden) ayrılmasıdır. Ama Scottie’nin bu asılı halinden nasıl kurtulduğu ise belirsizdir ama bilinçlidir; Hitchcock bu sahneyi göstermemiştir çünkü tüm film boyunca metaforik olarak Scottie askıda kalmıştır. Askıda kalma durumu Scottie’nin “aylaklığı” ile ilişkilendirilebilir. Ama şunu da ifade etmek gerekir ki; Madeleine’nin kıvrımlı saçlarının anaforu, filmin başında gözlerden çıkan spiralli yapı ve yahut polisin düşüşünün bu spiralli yapıya benzerliği her daim Scottie’nin ve içine düştüğü kaotik durumun yansımasıdır. Bu sahneler babasını kaybetmiş bir karakterin içine düştüğü kimlik bunalımının çocuk/(Johnny O), yetişkin ya da nesne tercihi (Madeleine ona John der) konusundaki bunalımı olarak da okunabilir. Aslında Scottie filmin başından sonuna kadar uçurumun eşiğinde asılı kalmıştır. Kanun adamı kişiliğinden istifa etmiş, çalışma dünyasından dışlanmış, fiziksel anlamda korse tarafından hareket yetileri aza indirgenmiş, zihinsel olarak da yaşanan kaza sonucu vertigonun ekisiyle bir köşeye itilmiştir.

Tehditkar Kadın Biseksüalitesi ve Homofobi

Bu konuyu daha da açımlamak için biseksüalite kavramından girmek gerektiğini düşünüyorum. Modleski, filmde kadın biseksualitesinin tehdit edici doğasından bahseder. Peki neden tehdit edicidir? İlerleyen paragrafta bu tip bir incelemenin bir diğer çeşitlemesi olan penis yoksunluğu ve hadım edilmeyi hatırlatması yönünden oldukça dikkate değer olan kadının biseksüalitesi erkeğe kendi tehditkar biseksüel doğasını hatırlatmaktadır. Bu tezi temellendirmek için bu yazıda sık yaptığım gibi biraz Freud metinlerine girmem ve ister istemez okuyucuyu biraz sıkmam gerekecek. Çocuk gelişimi açısından cinsel bir varlık olmakla birlikte yapısal açıdan biseksüeldir ve bu bir nevi çok biçimli sapma olarak temellendirilmiştir. İster istemez de herkesin doğuştan biseksüel olduğu gerçeğini gözler önüne serer. (Üzülerek söylemeliyim ki her insanda ibnelik/sevicilik switch’i doğuştan on’dur. Bu da herkesi ister istemez doğuştan eşcinsel/sevici durumuna getirir.)

Bunların yanında erkekvari ve kadınvari özelliklerin bireyin salt olarak birinin özelliği olmadığının tefrik edilmelidir; bu meyanda hem erkek de hem dişi, hem erkeksi hem dişil özellikler bulunmaktadır. Gay erkeklerin saldırganlığı ya da güçlü erkeklerin aşırı duygusal oluşu bu noktayı temellendirir. Lakin kültürün de etkisiyle erkek için kadınsı veya kadın için erkeksi yönler bastırılsa da her zaman var olmaya devam eder. Sonuç olarak Odipius kompleksi sapkın olmayan gelişimi dikkate alındığında temelinde eşcinsel yönlerin bastırılmasını içerir. Bastırılan, yukarıda ifade ettiğimiz gibi yok olmaz koşullara bağlı olarak geri dönme ihtimaline sahiptir ve potansiyel bir tehdit olarak konumlanmıştır. Bu noktada homofobi ve kadından nefret etme kavramlarını dile getirmeliyiz (heteroseksüel erkeğin bu iki konuya yaklaşımı birbiriyle yakın ilişkilidir). Bu minvalde homofobik erkek, kadınlara da kötü davranacaktır. Eşcinsellere karşı duyduğu korku ve nefret ya da kadınlardan nefret, homofobiğin kendi içersinde sürekli tehdit edici bir potansiyel halinde varolagelen (eşcinsel ve biseksüel) eğilimlere karşı duyduğu tepkinin dışa yansımasıdır. Erkek kendi içersindeki dişi yön sürekli geri dönmesine rağmen reddeder, onu tanımaz. Metaforik olarak Judy’in tanınmamasına bu yönden bakabilir miyiz? Peki Madeleine’nin tanınıp onaylanmasına nasıl bakmalıyız? Bu noktadan hareketle, James Stewart’ı kadınlardan nefret eden bir karakter olarak mı nitelemeliyiz? Bunun biraz dozu arttırılmış bir feminizm olduğu kanısındayım ama çok da haksız sayılmayacağı görüşündeyim.

Vertigo

Hiç-Cock

Bu konuda bir diğer spekülasyon Laura Mulvey’in de ifade ettiği gibi; kadının erkeğe penis yoksunluğunu ve dolayısıyla hadım edilmeyi hatırlatmasıdır. Laura Mulvey “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” adındaki ünlü makalesinde aşağıdakileri ifade etmiştir;

“Judy’yi Madeleine şekline sokar; onu, kendi fetişinin gerçek fiziki görünüşüne uymaya zorlar… Bakışın sürekli etrafında dönüp durduğu ama yadsıdığı bir şeyi daha çağrıştırır:.. bu, onun hadım edilme kompleksini sezdirdiğinden ötürü hoşnutsuzluk veren penis yoksunluğudur… Bakışın etkin denetleyicisi olan erkeklerin bakışı ve zevk alması için teşhir edilen ikon olarak kadın, bu yüzden, her zaman özünde işaret ettiği endişeyi uyandırmakla tehdit edicidir. Erkeğin bilinç dışının bu hadım edilme endişesinden iki kaçış yolu vardır: Birincisi suçlu nesnenin değersizleştirilmesi, cezalandırılması ya da kurtarılması (film noir’ın örneklediği bir yoldur) ve onunla denkleştirilen ilk travmanın yeniden yaşanmasıyla zihni meşgul etmektir (kadını soruşturmak, gizemini demistifiye etmek); öteki ise, onun yerine ya fetiş nesneyi koyarak ya da sunulan figürün kendini, tehlikeli olmaktan çok rahatlatıcı olsun diye fetişe dönüştürerek (abartılı bir değer vermeden ötürü kadın yıldız kültü) hadım edilmeyi tümüyle yok saymak. Bu ikinci yol, fetişistik skopofili, nesnenin fiziki güzelliğini yüceltir, onu kendi başına tatmin edici bir şey haline dönüştürür.”

Yukarıda ifade edilenler tıpkı Scottie’nin Judy üzerinde uyguladığı nesnenin değersizleştirilmesi, cezalandırılması ya da kurtarılması ve Judy’nin yerine Madeleine konulup bir fetişe dönüştürülerek (saçları ve giysisiyle) şekillendirilmesi midir? Öncelikle nesnenin değersizleştirilmesi, cezalandırılması ve kurtarılması söz konusudur ama “Judy’yi Madeleine şekline sokar; onu, kendi fetişinin gerçek fiziki görünüşüne uymaya zorlar” diye ifade ettiği gibi burada bir fetiş yaratılmaz. Burada inşa edilen Scotie’nin vizyonunun yerine geçecek nitelikte bir kadın yaratmaktır. Judy’nin Madeleine olarak yeniden oluşturulması, korkunç bir ironi ile ifade etmek gerekirse oldukça yıkıcıdır. Bu aslında Mulvey’in fetiş olarak ifade ettiğinden daha brutaldir. Fakat Vertigo’da terörize edilen, eril gelişimin özel bir aşamasının bazı fonksiyonları değil insan arzu ve ihtiyaçlarının doğasıdır. Bununla birlikte Mulvey’in bu konuda kısmen haklı olduğu göz ardı edilemez, özellikle animatik düş sahnesi: “Scottie”nin gördüğü düşteki kendi kesik başı bu penis yoksunluğunun/bir diğer açıdan Freud’un tabiri ve yorumlaması ile kastrasyonun/hadım edilmenin simgesidir.”

Scottie’nin Doppleganger’i Olarak Madeleine, Das(un)Heimlich ve Kadının Tekinsiz Ötekiliği

“Psycho” isimli yazımızda “Das (Un)heimliche” bölümünde Hitchcock’un tekinsizliği nasıl kullandığını şu sözlerle belirtmiştim.

“Genellikle suçu işleyen kötü karakter (villain) suçlanan karakterin kötü yanını, çiftini yani Doppleganger’ini temsil eder. Bu anlamda karakterlerin içine düştükleri moral ikilem gündeme gelir. Aslında karakter bu suçu -bu hırsızlık da olabilir cinayet de- bilinçaltında istemiş midir?”

Bu konuyu daha da geniş olarak ele almak gerekirse; Otto Rank’ın çift üzerindeki çalışmasında başlangıç olarak hizmet eden Ewers’in Der Student Von Prag adlı yapıtında kahraman sevgilisine hasmını bir düelloda öldürmeyeceğine dair söz verir. Ama düello alanına giderken rakibini zaten öldürmüş bulunan çiftine rastlar. Bunu aslında bilinçaltında istemiştir. Filmin Scottie açısından ciddi özdeşleşim sorunları yarattığını girişte belirtmiştik. Bu konuyu double bağlamında biraz genişletmek gerektiğini düşünüyorum.

Aslında Scottie ve Kim Novak’ın filmdeki kimlik türevleri arasındaki ilişki göz önüne alındığında; sanki Scottie’nin kadının tekinsiz ötekiliği ile belirli bir bağlantısı olduğu ya da Scottie’nin bir anlamda Kim Novak’ın kimlik türevlerine temaşa edilmesi/ düşünülmesi, katlanılmaz bir şekilde ona benzediği gerçeği ile karşı karşıya kalması söz konusudur. Bu benzerlik onu korkutmaktadır çünkü bu benzerlik onun varoluşunu belirli bir şüphe içersine düşürmektedir; bunu ister biseksüellik ya da penis yoksunluğu isterse Scottie’nin içindeki kadın yönünü hatırlatması olarak tasavvur edebilirsiniz. Erkeğin “eternal feminine” tarafından cezbedilişi, kendi double’ı tarafından cezbedilişi, bir tekinsizlik hissinden (unheimlickeit) başka bir şey değildir. Filmde de kadın karakter tekinsiz bir şekilde döner ve erkek karaktere üstesinden gelmesi gereken şeyi hatırlatır (bilinçaltından kaynaklanan ve geri dönen hayaletler gibi). Bu öte yandan Vertigo filminde kadın figürünün hayaletvari statüsünü gündeme getirir ki Madeleine karakterinin giydiği beyaz manto, eşlik eden müziğin doğası bu çerçeveyi kanıtlar niteliktedir. Aslında filmin sonunda ortaya çıkan ve Judy’nin ölümüne neden olan hayalet imgesi, bir anlamda Scotty’nin vizyonu tarafından onaylanmamış bir niteliğe haiz olan spectre (hayalet) olarak kendisinin bir temsili olarak da okunabilir. Yorumlar genişletilebilir, çan kulesinin karanlıkları içinden gelen şey Hitchcock’un kamerasının “embodiment”idir; görünmeyen bir hayalet niteliğindeki onun varoluşu da keza onaylanmamış ve cinsiyetsizdir. Ve ölüm bir başka açıdan bakıldığında Judy gibi onaylanmayan ve sürekli değiştirilip fetişize edilen (mi?) / yaratılan bir karekter için, kendi varoluşunu hiçbir fiili davranışın yapamayacağı şekilde onaylar ya da varoluşunu gerçekleştirmek ve kendini onaylatmakta önemli bir yere sahiptir. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki rahatsız karakter Suat’ın öldükten sonra yüzündeki hoş ifadeyi hatırlayalım…

Burada Judy açısından çerçeveye bakarak onun önünde sadece iki yol olduğunu savunabiliriz. Öncelikle onun aşkı hiçbir zaman iki kişi arasındaki gerçek aşkın ve varoluşunun gerektirdiği kabul ve onaylamayı sağlayamayacaktır. Scottie ile öpüşürken onun seçenekleri daha da belirginleşir. İki yol ortasındadır: birincisi ya bir hayalet olacaktır -hiçbir şekilde tanınmayan bir hayalet- ve sonsuza dek Scottie’nin sadizmine boyun eğerek kendi arzusuna aykırı davranmak durumunda kalacaktır ya da yukarıda ifade ettiğim gibi ölümü seçecektir ki varoluşunu her şeyden fazla onaylar niteliktedir. Onun kuleden atlaması daha çok bir deklerasyon niteliğindedir. İlk olarak Scottie’nin vizyonuna aykırı hareket etmeyi reddeder. Ölümü, hayalet olmadığını, yaşayan bir varlık olduğunu kanıtlayan nihai ve kati kanıtıdır. Bir ikincisi onun intiharı Scottie’nin başından beri son derece ve kati surette hatalı olduğunu kabul etmesini sağlayacaktır.

Vertigo

Kadının tekinsizliğinin (Freudyen anlamda) ifade edildiği yerlerden biri de Madeleine’nin filmin ortalarına doğru Scottie’nin evine doğru gittiği düşvari sekuanstadır. Bu sekuansta da Scottie Madeleine’i takip etmekte ve bu takip ediş dolambaçlı bir yoldan olmaktadır. Bu takip esnasında kamera Scottie’nin yüzüne yöneldiğinde karakterin yüzündeki ifade şaşkınlık ya da zihin karışıklığı şeklinde vücut bulmaktadır yani bir anlamda tekinsizlik hissi uyandırmaktadır. Scottie’nin tekinsiz ötekini ya da double’ı takibi, onu kendi evine getirmiştir (Madeleine’nin Scottie’ye bir teşekkür mektubu getirip bunu kapıya bıraktığı sahne). Bu ise Freud’un Das Heimlich/Tekinsiz kavramının çift anlamlılığı ile baş başa bırakır. Bu kelimenin karşılığı İngilizce olarak “homelike”dır ama anlamını tam karşılamaz. Ev gibi (homelike); eve ait olan, evsel, yabancı olmayan, evcil (unheimlich şu ya da bu biçimde heimlich’in bir alt türüdür) şeklinde ifade edilebilir. Yani bununla ifade edilmeye çalışılan, bir kelime oyunu ve metaforik de olsa bilinçaltından gelen korkularımızı ve bir dopplegangeri temsil ettiğidir. Bu ise Madeleine’nin hayalet ya da düşvari statüsü ile sürekli desteklenir. Hitchcock’un da bu noktayı kaçırdığını düşünmüyorum ki bu dokunuş oldukça bilinçli gerçekleştirilmiş.

Madeleine karakteri filmde bir özdeşleşim figürüdür ki mülkiyet fikrinin en tehdit edici ve en ekstrem formunda gerçekleştirilir (Sobrie Ebrietas: Ele Geçirmek İstemek). Madelenie Elster’in baş harfleri filmde Marnie Edgar ile aynıdır. Kimliği olmayan karakterlerdir. Madeleine Elster’in karakteri Gavin Elster tarafından kendi karısının imitasyonu olarak ortaya konmuştur hem de Madeleine’nin Carlotta Valdez’in personasına dönüşmesi onu yeterince kimliksiz kılmıştır. Judy’nin bu iki karakterle bağlantısı da ölüm ile bağlantısını imler (Valdez’in intiharı ve Madeleine’in kocası tarafından katledilmesi; bu kontekste filmde tekrar “ölüm aura”sı ile bağlantıyı kurabiliriz). Madeleine bir anlamda Carlotta Valdez’in aradığı kayıp bebektir. Valdez ise gerçek yaşamda güçsüz zavallı bir karakter olarak ortaya çıkmaktadır. Lakin ölümünden sonra Carlotta omnipotans/ kadiri mutlak bir konuma gelir. Lacanian senaryonun aksine, ölmüş olan babanın yaşarken sahip olmadığı lakin öldükten sonra kavuştuğu omnipotans/ kadiri mutlak burada daha çok ölüm ile sınırsız bir güce sahip olan anne imagosunu ortaya koyar. Freud “tekinsiz” isimli makalesinde şu şekilde belirtmiştir;

“…Tekinsizlik özelliği sonuç olarak yanızca çift’in uzun zaman önce aşılmış, çok eski zihinsel evreye -daha dostça yüz takındığı evreye- uzanan bir yaratı olduğu gerçeği anlamına gelebilir. Çift, tıpkı dinlerin çöküşünden sonra şeytanlara dönen tanrılar gibi dehşet malzemesine dönüşmüştür.”

Carlotta Valdez’in öldükten sonraki bu kötücül omnipotansını çift kavramının bir uzantısı olarak da yorumlayabilir miyiz acaba? “Rank, çift’in aynadaki yansımalarla, gölgelerle, koruyucu ruhlarla, tinsel inançla ve ölüm korkusuyla bağlantılarına inmiştir ama bu düşüncenin şaşırtıcı evrimine de bir ışık seli tutar”… Çiçekçi sahnesindeki Madeleine’nin aynadan yansıyan görüntüsünü hatırlayalım. Unutmamalıdır ki bu, sorunsal haline gelmiş bir özdeşleşim objet’lerinden birisidir. Otto Rank’a göre çift, özünde egonun yıkımına karşı bir güvence, ölümün devingen gücünün bir yadsınması idi ve ölümsüz ruh bedenin ilk çift’iydi. Filmde çift’in ölmesinin -yani Madeleine’nin ölümünün- Scottie’yi ne hale getirdiği kimsenin gözünden kaçmamalıdır. Aslında Tania Modleski’nin belirttiği gibi belki de Carlotta Valdez bu şekilde patriarchy’den öcünü almaktadır. Şunu da eklemek gerekir ki bu omnipotans imgesi daha farklı bağlamlarda Rebecca’daki Rebecca, North by Northwest’deki George Kaplan ya da Spellbound’daki Edwardes olarak Hitchcock filmlerinde dikkate değer bir biçimde yer alır.

Bir Düş ve Yanılsama Olarak Madeleine

Her şeye rağmen Madeleine bir düş olarak tanımlanabilir. Hitchcock’un sunuşu da bu yöndedir ve Madeleine’nin bir düş olması onu takip eden Scottie’yi de bir hayalperest konumuna sokar. Yukarıda ifade edildiği gibi Scottie ideal ile gerçek arasındaki karşıtlığı metaforik olarak ifade ettiği gibi kafasında ideleşmiş bu kadını hiçbir zaman ulaşıp elde edemeyeceği bir arzu nesnesi durumuna getirir. Film gerçek dünya ile düşsel dünya arasındaki bağlantıları da imler. Lakin bu yorumlamayı daha da genişleterek Madeleine’nin bir yanılsama olduğu ihtimalini de göz önünde bulundurmalıyız.

Madeleine’nin diğer karakterlerden farklı olarak “aura”sı vardır, bunu “ölüm aura”sı ile ilişkilendirebiliriz. Başlangıçtaki bu takip sahnesiyle Scottie Madeleine’i çiçekçiye kadar takip eder ve bu sahnede kamera POV çekimleri vasıtasıyla subjectivity’mizi Scottie’ye iliştirir. Aslında bu sahnedeki “mise en scene” bizi kadının ideliğine ve ölüm ile olan (filmdeki) bağlantısına götürür. Madeleine’nin asıl büyüsü ölüm ile olan ilişkisi noktasındadır. Çiçekler filme “Funereal” bir hava katmıştır diyebiliriz. Bu meyanda, filmdeki romantik aşkı ya da aşka dair bu temayı klasik bir Hitchcock “Red Herring”i ya da seyirciyi içine düşürmeye çalıştığı bir tuzak olarak görebilir miyiz? Bununla birlikte, erkeğin kadın tarafından büyülenmesi / kendinden geçmesi ölüm tarafından büyülenmesidir. Filmdeki açık mezara dair Scottie’nin gördüğü düş ve bununla bağlantılı olarak misyonlar, mezarlık (Carlotte Valdes’in mezarı), müze ve kiliseler bu tema ile bağlantılı olarak tasvir edilirler (mezarlık, deniz kıyısı, izole yerler, tarihi bir İspanyol misyonu). Zaten Madeleine’nin sahip olduğu büyü ölümün büyüsüdür ve nihai kurtuluşa dairdir; düş arzusu, ideal arzusu, sonsuzluk arzusu mantıksal olarak ölüm arzusuna dönüşür. Bu noktada Scottie’nin aşkı ölüm arzusu ile birleşir; bir noktada Madeleine ile özdeşleşir. İlk arzu tatmin edilememekle birlikte buna teslim olmak ölüme teslim olmaktır. Peki Madeleine’nin bir yanılsama olması ya da bu düş nasıl yorumlanabilir? Bunun için Vertigo’daki rüya sahnesine yoğunlaşmak gerekmektedir; animatik düş sahnesindeki Madeleine’nin elindeki gerçek çiçeklerin parçalanıp bir kağıda dönüşmesi daha doğrusu kağıt çiçeklere dönüşmesi Madeleine’nin bir yanılsama olabileceğinin ifadesidir (kadınlar çiçektir).

Vertigo

Delilik, Ego Üzerine Düşen Gölge ve Sadizm

Vertigo’nun en temel noktasında ise “Delilik” kavramı önemli bir yer işgal eder. Madeleine, sorunlu davranışları ve bu konu hakkında Scottie ile konuşması esnasında aşağıdaki sözleri söyler;

“If i’m mad, that would explain everything.”

Lakin Scottie bu sözleri kabullenmez. Ve akıl sağlığının yerinde olduğu konusunda onu ikna etmeye çalışır ki onu bu konuda ikna etmesi gerekmektedir; çünkü kadın için kendini kabul ettirmek ve kendi “supremacy”sini Madeleine’e onaylatmak kendisi için kritik bir önemdedir. Bu ise filmin başına dönmemizi gerektiren çok önemli bir imlemedir. Filmin başına döndüğümüzde aslında hepimiz -buna Scottie de dahil- Madeleine’nin gölgeleri konumundaydık. Daha doğrusu bir refleksiyonu idik ki bu reflection filmin başında çiçekçi dükkanındaki ayna sahnesinde ciddi anlamda dışavurulmuştur. Filmin bu noktasında ise bu ilişki tersyüz ediliyor. Bir kadının “reflection”u olmaktan, bir kadını kendi “reflection”u durumuna getirme noktasına geliniyor. Bununla birlikte erkek bir özne olarak kendi yeterliliğini emniyet altına almak amacıyla kadına, kendi yansısı / reflection’u konumuna getirme noktasında ihtiyaç duyar. Bu ise kadını supernaturalin ya da gerçek olmayanın toprağından uzaklaştırmakla mümkündür. Yani kadın patriarchy’nin kör noktasını işgal etmiştir.

Bu bilgiler ışığında Scottie’nin Madeleine’in akıl sağlığının tam olduğu konusundaki ısrarı açıklık kazanır. Bu noktadan hareket eder ve analizimize devam edersek, Madeleine’in tedavi edilmesine yönelik tüm eforlar boşa gidecektir; çünkü görüleceği gibi bu kadının ötekiliğini ortadan kaldıracaktır. Bu nedenle Scottie’nin masculen kimliği ölümcül bir darbe alacaktır. Bunun en önemli kanıtı Madeleine’in ölümünden sonra gördüğü rüyadır. Bu rüya sahnesinde biz Scottie’nin kesik başını görürüz; bu Freud’un düşlerin yorumunda belirttiği gibi tipik bir kastrasyon (hadım edilme) sembolüdür. Bu rüyadaki en olağanüstü yan, Scottie’nin Madeleine’in halüsinasyonunu görmesidir ki bu halüsinasyonun üstesinden gelmek için hayli efor sarfetmiştir. Lakin rüyada gördüğümüz gibi Scottie, Madeleine’nin ölümünü ölür. O artık feminen psişik çözülme, ölüm ve deliliğin dünyasına dalmıştır.

(Madeleine’nin ölümünden sonra Scottie’nin yaşadıkları ile paralel olarak) Freud şu şekilde belirtir;

“Bir zamanlar bir nesne seçimi, libidonun belirli bir insana bağlanması söz konusuydu, sonra bu sevilen insandan gelen gerçek bir küçük düşürme ya da düş kırıklığı nedeniyle nesne ilişkisi bozuldu. Sonuç normal olan libidonun o nesneden geri çekilmesi ve yeni birine yer değiştirmesi değil ama ortaya çıkması için çeşitli koşulların gerektiği farklı bir şeydi. Ama serbest kalan libido başka bir nesneye aktarılamamış egoya geri çekilmişti. Ancak orada belirsiz bir biçimde kullanılamadı. Egonun terk edilmiş nesneyle bir özdeşleşmesini kurmaya hizmet etti. Bu nedenle egoya nesnenin gölgesi düştü ve bundan böyle ego sanki bir nesne terk edilmiş nesneymiş gibi….”

Filmde görüldüğü gibi Madeleine’nin ölmesi, bunun sonucu olarak bu kayıp nesne ile özdeşleşen Scottie’ye gölgesi üzerine düşmüş ve terk edilmiş nesne olan Madeleine ile olan özdeşleşmesine hizmet etmişti. Bununla birlikte Scottie sadece düşünde Madeleine ile özdeşleşmez aynı zamanda Madeleine’de olmasından korktuğu deliliğe daha doğrusu akıl bozukluğuna da yakalanmıştır. Kayıp çocuğunu ümitsiz bir şekilde arayan Carlotta Valdez gibi, Scottie’nin düşten sonra Madeleine’i araması dikkate değer bir şekilde yer bulacaktır ve genellikle de her gördüğü kadında Madeleine’i gördüğünü zannedecektir. O artık Mad Carlotta gibi olur. Şehri onun gibi dolaşır ve her gördüğü kadında kaybettiği objet’ini bulmaya çalışır. Film bu noktadan sonra kesinlikle Scottie’nin vizyonunu gözden düşürür. Daha önceden Hitchcock’un kamerasının üzerimizdeki tahakkümü bizi Scottie’nin öznelliğine taşımıştı lakin Scottie’nin özdeşleşim sujesi olarak seçilmesi seyirciyi bu noktada yanıltmıştır; bu ise seyircinin güvensiz bir biçimde Scottie’nin vizyonuna bakmasına neden olacaktır. Bununla birlikte bu noktadan sonra Scottie’nin durumu vizyonu daha çok feminen bir pozisyonu işgal etmektedir ki bu oldukça sıradışıdır. Bu yolla bir nesne kaybı bir ego kaybına ve egoyla sevilen insan arasındaki çatışma; egoyla kültürel etkinlik ile özdeşleşmelerin değiştirdiği ego arasında bir yarığa dönüştürülmüştür. Bu türden bir sürecin önkoşulları ve etkileriyle ilgili olarak doğrudan bir ya da iki şey anlaşılabilir. Bir yandan sevilen nesneyle güçlü bir kilitlenme bulunmalı; öte yandan bunun tersi olarak nesne yükünün direnme gücü düşük olmalıdır. Otto Rank’ın haklı olarak belirttiği gibi bu çelişki nesne seçiminin narsistik bir temelde gerçekleştiğini gösterir. Böylece karşısına engeller çıktığında nesne yükü narsisizme gerileyebilecektir (bu evre aslına bakılırsa çiçekçi dükkanında Madeleine’nin aynadan yansıyan imgesinde hatırlatılmıştır). Bu durumda nesneyle narsistik özdeşleşme sonucunda sevilen insanla çatışmaya rağmen sevgi ilişkisinden vazgeçilmesinin gerekmediği, erotik yükün bir yerine geçeni haline geldiği söylenebilir.

Freud ile devam edelim;

“bir sevgi nesnesinin kaybı sevgi ilişkilerinde çifte değerliğin kendisini etkin kılması ve açığa çıkması için eşsiz bir fırsattır… Eğer nesneye yönelik sevgi -nesneden vazgeçilmesine karşın vazgeçilmeyen bir sevgi- narsistik özdeşleşmeye sığınırsa bu yerine geçen nesne üzerinde ona kötü davranan, onu küçülten, acı çekmesini sağlayan ve acısından sadistik doyum bulan nefret işlemeye başlar…” (tıpkı Scottie’nin Judy üzerinde uyguladığı potansiyel şiddet gibi)

Fakat işin ilginç tarafı Madeleine’in psuedo-ölümünden sonra karşımıza Judy çıkar. Kendisini arkadaşları ile sokakta görürüz. Ama açıkça söylemek gerekirse seyirci bu duruma hazırlanmamıştır. Fakat Judy orijinal bir kadın olmakla birlikte ikinci kez (ilki Elster tarafından gerçekleştirilmişti) eril arzu ve tasarımın yaratılmış bir objet’i olarak idealize ve fetişize(mi?) edilir. Bununla birlikte bir şeyler farklıdır. Judy, Madeleine’nin düş kırıklığına neden olan bir imitasyonu olarak gerçeklik kazanır. Eski beninin kendiliğinin bozulmuş, değeri düşmüş bir türevi olarak ortaya çıkar. Madeleine’nin ışıltısı yerine, Judy’nin abartılı makyajını buluruz. Peki bu sadizm bize neyi ispatlar? Daha doğrusu yukarıda psikolojik amillerini açıkladığımız sadizmin nedenlerini salt Freud metinleri açısından yeterli görmeli miyiz? Aslına bakarsanız Scottie Judy’ye hiçbir zaman hükmedemediğini, ona temellük edemediğini anlamıştır. Bununla birlikte, o sadece Madeleine’in bir hile ve kurmaca bir insan olduğunu düşünmüştür; Scottie nasıl Judy’yi sahneye koymuş, ona türlü oyunlar oynatmış ve bir süs bebeği gibi kendi arzusuna göre tasarımlamışsa, aynı şekilde Judy bir başka adam tarafından Scottie’nin gerçekleştirdiği şekilde kullanılmıştır.

Vertigo

Vertigo’ya Ek

Vertigo ve Proust: Kayıp Madeleine’nin İzinde

“…Bir kış günü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışkın olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim sonra, bilmem neden, fikir değiştirdim. Annem, birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çeneleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yararın beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda hayatın dertleri önemsiz, felaketleri zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek benliğimi bir özle doldurmuştu; daha doğrusu bu öz, benliğimde değildi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissediyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu, anlamı neydi?…”

Swann’ların Tarafı / Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

Vertigo; Orpheus ve Eurydice, Pygmalion ve Galatea, Tristan ve Isolde, Adam ve Lilith, Faust isimli eserler ile karşılaştırılmış ve birtakım benzerlikler ifade edilmiştir. Hitchcock’un Vertigo filmindeki birçok elementin konumlanışıyla altmetinsel olarak Proust’u göz ardı ettiğini iddia etmek biraz zor olsa gerek. Samuel Taylor (Vertigo’nun senaryo yazarıdır) film üzerinde çalışmadan on sene önce Proust’u okuduğunu Richard E. Goodkin’e bildirmiştir. Başta ve en önde gelen filmin “Heroine”i Madeleine Elster, Proust’un o ünlü kurabiye / keki ile aynı isime sahiptir; yani Madeleine. Hitchcock “Heroine”in isminin Proust’un Madeleine’i ile bağlantısını ifade etmiştir.

Öncelikle souvenir involuntaire / istemdışı bellek kavramını tanımlayalım. İstemsiz bellek kavramı, günlük hayatta karşılaştığımız bazı olay ve göstergelerin bilinçli bir çaba sarf etmeden geçmişte yaşadıklarımızı çağrıştırması olarak basitçe ifade edilebilir. Genellikle souvenir voluntare / istençli bellek ile karşıtlık taşır. Proust souvenir involuntaire / istemdışı belleğin istençli belleğin aksine geçmişin özünü içinde taşıdığını belirtir. (bununla birlikte istemdışı bellekle ilgili tartışmalarını burada gündeme getirmeyeceğim.) Hitchcock’un Madeleine’i ise Proust’unki gibi yaşanan geçmişin ve yaşantıladığımız deneyimlerin somut bir simgesi konumundadır. Belki de romanın ana karakteri ne Swann ne de Marcel’dir. Romanın ana karakteri zamandır; filmin son üçte birlik kısmı da Scottie’nin geçmişi tekrar yaratma çabalarını ifade eder (Judy’nin öldüğüne inanılan Madeleine’i yeniden yaratması geçmişi yeniden inşa etmesidir). O aynı zamanda kayıp zamanın izindedir (Madeleine’i takip edişi bu açıdan bakıldığında oldukça metaforiktir. Geçmiş zamanın sembolü olan Madeleine’in yani “kayıp zamanın izinde”dir- À la recherche du temps perdu). Şunu da eklemeliyiz ki, Beckett’in ifadesiyle; “…Tıpkı Suç ve Ceza’nın ne suçtan ne de cezadan söz eden bir başyapıt olması gibi, yeniden bulunmuş zamanın Proust’gil çözümünün çok uygun bir örneği olmadığını söylemek mümkündür. Zaman geri alınamaz, ortadan kaldırılır.” Tıpkı Madeleine-Kim Novak karakteri gibi.

Vertigo’nun gücü ise zaman ve mekanla sınırlandırılmış ölümlü bir varlığı anlamanın, hissetmenin aykırılığı ve uyuşmazlığından gelir. Yani sonsuz ve sınırsız olanın başdöndürücü varlığında abyss ile (daha çok biblikal anlamda, dipsiz kuyu, cehennem, kaos anlamlarına gelmekle birlikte Septuagint’da* ise kelime daha çok orijinal “kaos”u ve İbranice tehom yani “sulu derinlik”) genellikle gözden çıkan ve spiralleşen bir semboller bütünü ile ifade edilmiştir. Düşüş sahneleri ile birlikte kayıp zamanın, zamanın tersine çevrilemezliğinin ifadesidir. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta ise spiralli yapının yönünün her daim saat istikametinin tersine doğru hareket etmesidir. Bu spiralli yapının Scottie’nin kaotik durumsallığını belirten bir gösterge olduğunu daha önce açıklamıştık. Bu minvalde spiralli yapının saat istikametinin tersine dönmesi ile Scottie’nin zamanı tersine döndürmeye çalışması birbiri ile paralellik içindedir. İkisini birbirinin sembolü olarak okuyabiliriz. Madeleine kuleden düştükten sonra post-lapsarian (insanoğlunun cennetten kovuluşundan sonra olan veya vuku bulan) bir dünyada yaşamaya başlaması Judy Barton’un yaşadığı otelin bulunduğu yer ile ima edilir; otel “Post Street”dedir. Yukarıda iki karakterin “Adem ile Havva” şeklinde okunabileceğini ve düşüşün ise daha çok kutsal bir bağlamda ifade edilebileceğini belirtelim. Bu düşüşten sonra ise bir nostalgia hissi hakimdir. Gecikmiş bir histir bu. Scottie, Madeleine’i kaybettikten sonra, onun arzusu daha çok geriye doğru konumlanır, daha doğrusu geriye döner. Judy’yi bunun için tekrar ve tekrar şekillendirir. Fakat zaman bunun tersine doğru hareket eder, ileriye doğru hareket etmektedir. Filmde Madeleine’nin düşüşünden sonra görülen tek yön (one way) işareti faniliğin, zamanın geriye çevrilemezliğinin işaretidir (One-Way işareti Scottie’nin Madeleine’nin arabasını gördüğü sahnede gösterilir).

Vertigo

Madeleine’nin roman ve filmde zaman ile bağlantısı arasında benzerlikler olmasına rağmen, Madeleine’nin (diğer bir değişle zamanın) iki eserde de ana işlevi birbirine karşıttır. Eğer Marcel (Proust’un ana anlatıcısı) geçmişi Madeleine’i yediğinde tekrar yaşıyorsa ve bu deneyim ona geçmişin saklı olduğunu gösteriyorsa, Marcel için doğru olan, geçmişi ile takıntılı bir şekilde ilgilenmek ve onun zenginliklerini ortaya çıkarmak olacaktır. Bu edim onun ölümlü doğasının, kendi ölümlülüğünü karakterize eden “alışkanlıklarının (habit)” en önemli dışavurumu olacaktır. Scottie’nin durumu dikkate alındığında ise tersi doğrudur. O yaşadığı vertigosunun geçmişte yaşadığı ve kaçamadığı bir travmanın ürünü olduğunu bilir: Scottie’nin Madeleine’e aşık olması onun geçmişi tarafından hapsedilmiş olması nedeniyledir. Madeleine’nin ölümüne doğru giden sekansların anlatımında, fiziksel olarak travmasından kısa bir süre önce kurtulan Scottie bastonunu ve korsesini atmak üzeredir ve şu sözleri söyler; “Tomorrow I will be a free man”. Fakat bu fiziksel özgürlük, onun geçmiş tarafından kısıtlanmadığı anlamına gelmez. O elindeki bastonu, anaç Midge’nin yardımı ile bu durumu atlatmaya çalışır; yani Proust’un yaptığının aksine travmatik olan geçmişini unutmaya çalışmaktadır. Scottie bastonu eline alarak yükseklere alışmaya çalıştığı sahnede geçmişe olan köleliğinden yani vertigodan kurtulmaya çalışır. Bunu “yavaş yavaş alışmak” suretiyle yükseklere çıktıkça Vertigo’sunun azalıp son bulacağını umarak yapar. Bir “mechanism of habit / alışkanlıklar düzeneği” ile gerçekleştirir ki bu kavram Proust’un romanında çok önemli bir yer işgal eder. “Habit” bizi hayatın teröründen uzak tutar; fakat “habit”in Marcel Proust tarafından yorumlandığı şekilde habit bu tekdüze anlama indirgenemez. O aynı zamanda hayatın alışkanlıklarının, insanın hayattan zevk almasını engellediğini de belirtir.

“Belleğin yasaları alışkanlığın / habitin daha genel yasalarına tabidir. Alışkanlık, bireyle çevresi arasında ya da bireyle kendi organik tuhaflıkları arasında varılmış bir uzlaşıdır, durgun bir dokunulmazlığın güvencesi, bireyin varoluşunun paratoneri. Köpeği kendi kusmuğuna bağlayan safradır alışkanlık. Soluk almak alışkanlıktır. Yaşam alışkanlıktır… Ve eğer alışkanlık diye bir şey olmasaydı, yaşam da her an ölüm tehdidi altında olan herkese, başka bir deyişle bütün insan soyuna, zorunlu olarak çok lezzetli gelirdi..”

Scottie’ye dönmek gerekirse; merdivene yavaş yavaş çıkarak yükseklere alışmaya ve dolayısıyla da Vertigo’sunu alt etmeye çalışan Scottie deneyiminde başarısız olur ve Midge’nin kucağına düşer. Onun habit ile olan deneyimi başarısız olmuştur. Ki “habit” genellikle Proust’un romanında zaman pasajını gizler niteliktedir. Anlatıcı (Marcel) ilk olarak Madeleine’i alışkın olmadığı üzere (daha doğrusu alışkanlığına karşıt olarak) yiyerek kayıp zamanı yakalar. Lakin Scottie için aynı şeyleri ifade edemeyiz, çünkü alışkın olmadığı üzere zamanını kaybetmiş ve yakalayamamıştır. Bunun nedenini aşağıda voluntary memory / istençli bellek kavramı ile ifade edeceğiz. Yaşanan olaylar, hatıralar ve anıların daha çok bilinçli bir şekilde bilince gelmesidir ki kaçınılmaz bir şekilde sınırlıdır. Sovenir involuntaire / istemdışı bellek’in sağladığı yani geçmişin “essence”ını yaşatmaz. İstençli belleğin bir çağrışım ve canlandırma aracı olarak hiç değeri yoktur ve sunduğu imge de gerçeğe çok uzaktır; imgelem miti ya da dolaysız algının aldığı karikatür kadar uzak. İstençli bellek zekânın tekdüze belleğidir; geçmişin bilinçle ve akılla oluşturulmuş izlenimlerini bizim memnun bakışımız için yeniden üreten de odur. Geçmişi monokrom görünüşü içinde sunar. Tıpkı Judy’nin Madeleine’in siyah beyaz ve daha değeri düşük bir türevi olması gibi. Seçtiği imgeler, hayal gücünün seçtikleri kadar keyfi ve bir o kadar da “gerçeklik”ten uzaktır. Sunduğu malzemede Samuel Beckett’in belirttiği gibi sadece bizim / dolayısı ile Scottie’nin, kaygımızın ve oportünizmimizin bulanık ve tekdüze bir yansıması vardır. Lakin tek bir gerçek izlenim ve tek bir yeterli canlandırma tarzı vardır. Ve ikisi de bizim denetimimiz dışındadır; o da tahmin edeceğimiz gibi souvenir involuntare yani istemdışı bellektir.

İradedışı bellek ise patlayıcıdır. Apansız, topyekün ve lezzetli bir patlamadır. Sadece geçmiş nesneyi değil (Madeleine olarak okunabilir), büyülenen ya da azap çeken Lazarus’u da geri getirir; sadece nesneyi ve Lazarus’u değil, daha çoğunu çünkü daha azını geri verir; daha çoğunu-çünkü yararlıyı, uygun düşeni, rastlantısal olanı dışarıda bırakır. Ne var ki başına buyruk bir sihirbazdır istemdışı bellek, çağrılara cevap vermez. Mucizesini gerçekleştireceği tarih ve yeri kendi seçer. Scottie’nin istediği yer ve tarih olmadığı kesin, çünkü ifade ettiğimiz gibi kendiliğinden, rastlantısal ve başına buyruktur.

Vertigo

Scottie’nin bu duruma karşı diğer çözümü ise sanattır. Filmi üç bölüme ayırırsak ilk iki bölümde Scottie geçmişin kurbanıysa, son bölümünde geçmişi yeniden yaratarak -Judy’nin üzerinde- kabullenir. Bu minvalde hayatı bir sanata çevirir, yani Judy’i (yukarıda sanat eserivari doğasından bahsettiğimiz) Madeleine’e. Scottie zaman pasajını dondurmak ve kontrol etmeye çalışmaktadır. Proust’un terimleri ile ifade etmek gerekirse, Scottie’nin hatası Madeleine’i yaratırken ilki ile aynı etkiye sahip olacağına inanarak, yukarıda ifade ettiğimiz çağrışım ve canlandırma aracı olarak hiçbir değeri olmayan voluntary memory / istençli bellek’i kullanmasıdır. Dikkat ederseniz Madeleine’e çay (Madeleine çaya batırılmıştı) sunmaz, kahve sunar. Ve Madeleine hiçbir zaman evet demez. Fakat Scottie zamanı, özü ve gerçekliği ile yakalayamaz, daha çok onu durdurmaya çalışır. Madeleine’in statik bir imaj olmasını ister ve bu minvalde filmi bir fotoğrafa ya da resme dönüştürmeye çalışır. Burada eklenmesi gereken bir başka nokta ise Madeleine Elster’in ismidir. Proust’un ressamının ismidir Elster. Madeleine sadece bir resim olarak ya da onun bir imitasyonu olarak modellenmez. Scottie aynı zamanda onu Madeleine’nin kendi hafızasında oluşturduğu imaja dayalı olarak canlı bir resim şeklinde yeniden yaratmaya çalışır. Scottie’nin ölçüsüz davranışları -ki sanatı ister istemez hayata dönüştürmeye / benzetmeye ve onu kontrol etmeye çalışmasıdır- esasen Madeleine’nin düşüşüne giden yolu açacaktır.

Vertigo

* Septuagint: İsa’dan önce birinci ve üçüncü yüzyıllar arasında Mısır’daki İskenderiye kentinde Yunanca bilen Yahudilerden oluşan bir heyet Eski Ahit’i asıl İbranice orijinalinden Yunancaya çevirdi ve septuagint adını verdi.

Yazan: Calderon de la barca

calderon@sanatlog.com

Kaynaklar:

Proust, Samuel Beckett, Metis Yayınları / Eleştiri Dizisi

Swann’ların Tarafı Kayıp Zamanın İzinde / A la recherce du temps perdu I - Du coté de chez

Swann, Marcel Proust, Yapı Kredi Yayınları / EDEBİYAT / Roman

Cinsellik Üzerine, Drei Abhandlungen zur sexualtheorie, Sigmund Freud, Payel Yayınları / Freud Kitaplığı Dizisi

Metapsikoloji Haz İlkesinin Ötesinde Ego ve İd ve Diğer Çalışmaları / On Metapsychology The Theory Of Psychoanalysis, Sigmund Freud Payel Yayınları / Freud Kitaplığı Dizisi

Sanat ve Edebiyat, Art and Literature Sigmund Freud Payel Yayınları / Freud Kitaplığı Dizisi

Düşlerin Yorumu 2 / Die Traumdeutung, Sigmund Freud Payel Yayınları / Freud Kitaplığı Dizisi

Film and Fiction: Hitchcock’s Vertigo and Proust’s “Vertigo”, by Richard E. Goodkin, 1987 The Johns Hopkins University Press

A Hitchcock Reader, Closer Look at Scopophilia: Mulvey, Hitchcock and Vertigo: Marian Keane Iowa State University Press

Laura Mulvey: Visuel Pleasure and Narrative cinema, Screen Autumn 1975 vol 16 no: 3

The women who knew too much, Hitchcock and Feminist Theory , Tania Modleski, Routledge –New York and London

Hitchcock Sineması / Hitchcock’s Films Revisited, Robin Wood, Kabalcı Yayınevi / Sinema Dizisi

White, Susan. “Allegory and Referentiality: ‘Vertigo’ and Feminist Criticism.” MLN v106, n5 (Dec, 1991):910

Vertigo DVD (Collector’s Edition) (1958)

Cohen, Tom. Hitchcocks Cryptonymies, Volume 1 : Secret Agents. Minneapolis, MN, USA: University of Minnesota Press, 2024.

http://www.filmmor.org/default.asp?sayfa=65 (Görsel Haz ve Anlatı Sineması, Laura Mulvey Çeviren Nilgün Abisel

http://proustreading.blogspot.com/2007/12/proust-and-habit.html

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (2. Analiz)

İKİNCİ ANALİZ: Kusagami

kusagami@sanatlog.com

VERTİGO

Alfred Hitchcock gibi sinemanın maestrolarından bir yönetmeni bu sayfalarda yazmaktan şahsım adına gurur duyuyorum. Ne zaman klavyenin başına geçsem bu büyük ustanın filmlerini yazarken üzerimde büyük bir gerginlik duyduğumu itiraf etmeliyim. Bu gerginliği her iki anlamda düşünebilirsiniz. Hem üstadın türünde uzman olduğu ve sinema tarihine mal olmuş filmlerini çözümleyememe gerginliği hem de filmlerini çözümleyebilmek için defalarca kez izleme ve izledikçe de aynı duyguya kapılma gerginliği.

Sinema tarihinin en iyi 10 filmi listemde Psycho / Sapık (1960) yerine Vertigo’ya yer vermiş olma nedenlerimden biri de, ‘sinema’nın adeta Vertigo’nun işlediği temanın üzerine kurulmuş olmasıdır. Psycho filminin bir anlamda Vertigo’dan daha sıradışı bir yer edinmiş olması ve birçok açıdan örtük olan sinema temalarını açığa çıkarması açısından önemli bir yerde durmasına rağmen, Vertigo’nun genel anlamda sinema açısından daha kapsayıcı ve daha örtük olduğunu düşünüyorum. Biraz daha açarsak Vertigo bir anlamda kadın-erkek, özne-nesne, etkin-edilgin, birey-toplum, sadizm-mazoşizm gibi karşıtlıkları açıklamak açısından daha geniş bir yelpaze sunmaktadır. Bir anlamda bu filmi bilmek sinemadaki kadın-erkek tarihini bilmek demektir.

“Sinema erkek bakış açısıyla yazılmış kadın tarihidir.” (Jean-Luc Godard)

Sinema tarihi boyunca kadınların bir ‘arzu nesnesi’ olarak görülmesi ve erkeğin bakış açısıyla sunulmaları onları metalaştırmıştır. Kimi dönemlerde bu metalaştırma hareketi dönüşüm geçiriyor gibi dursa da sadece deri değiştirdiğinin altını çizmek gerek. Örneğin 20’lerdeki vamp kadın anlayışı sesli sinemaya geçiş ve 30’ların başındaki büyük ekonomik buhranın baş göstermesi sonucu değişmiş ve kadının toplum içerisindeki yerini değiştirmiştir. Ancak aynı ‘vamp kadın’ karakterine 40’ların ‘film noir’lerinde ‘’femme fatale’’ olarak rastlamaktayız. En azından erkeklerin arasını bozmaya çalışan, bunu yapamadığı zamanda histerikleşen, bir anlamda arzu nesnesi olmaktan çıkmaya çabalayan ve bunu başaramayan kadın karakterlerini hatırlamamak elde değil. En güzel örneklerden birisi John Huston’ın 1941 yapımı The Maltese Falcon (Malta Şahini) filmidir. Buna benzer bir örnek daha: Billy Willder’ın ‘44 yapımı filmi Double Indemnity (Çifte Tazminat). Bu filmde de evine gelen sigortacıyı ayartarak kocasını öldüren bir kadının öyküsü anlatılmaktadır. Bunun oldukça radikal konu olduğunun altını çizmek gerek. İkinci dünya savaşı sırasında çekilen bu kara film örnekleri adeta o dönem istenen ve askerde olan birçok insanın aklındaki ‘anne’ figüründen veyahut aile imajından oldukça farklı bir çizgi çizmişlerdir. Kadın her iki filmde edilgin olmaktan, nesne olmaktan çıkmaya çabalamaktadır, toplumun çekirdeği olan ‘aile’yi parçalamaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama sinema tarihi dedikten sonra altını boş bırakmak da pek hoş durmazdı sanırım. Hemen 50’li yıllara atladığımızda ise televizyonun evlere yeni girmesi, ikinci dünya savaşı sonrası bir toplum ve soğuk savaş dönemi, köklü bir değişime (kapitalist sürecin hızlanmasını da dâhil edelim) gebe dünyanın yarattığı nesil bir anlamda zayıf, çekingen ve bunalıma girmiş olarak tasvir edilecekti beyazperdede. James Dean bir anlamda o dönemin ikonu haline gelecekti. Çünkü o dönemin gençliğini ve sorunlarını ‘asi’ bir şekilde taşımasına rağmen yine bahsettiğimiz zayıflıklara sahipti. Ve onları filmlerinde yansıtıyordu. Hitchcock’un başyapıtlarını verdiği dönemin 50’ler olması ise bana göre tesadüfî değildir. Yönetmenin 50’li yıllardaki filmlerinin erkek karakterlerine bakmak bile yeterlidir. Genç nesil isyankâr ve silik iken orta yaş nesiller çoktan andropoza girmiş izlenimi verirler. Birbirine bağlı örgülerden oluşan bu olayları derinlemesine çözümlemeye kalkışsak sanırım kitaplar yetmez. Ve filmimize geçiyoruz.

Vertigo’nun açılış sahnesi bir kadın yüzü üzerinde başlar. Sinemanın nesne haline soktuğu anlayışa paralel bir şekilde arzulanan nesnenin arzulanan parçaları üzerinde ilk olarak dudaklar görünür. Filmin jeneriğindeki isimlerde, hakeza bu yüzün üstünde görünmeye devem eder. O zaman bundan hareketle filmin temeli kadın üzerine kuruludur diyebiliriz. Filmin jeneriğini biraz açacak olursak; bir kadının dudakları üzerinde başrol erkek oyuncunun, James Stewart’ın ismi görünür. İsmin dudakların üzerinde olması oldukça makuldür. Filmin ortalarına doğru Stewart’ın, Kim Novak ile öpüştüğü sahneye bir gönderme olarak okuyabiliriz bu sahneyi. Ayrıca kadrajın yavaş yavaş yukarı çıkması ile gözler görünür ve bu sefer kadın başoyuncunun ismi -Kim Novak- görünür. Gözler bir anlamda nesne olmanın dışına çıkar, cinsel bir obje olan dudaklardan yukarı çıkılması ve gözlerin ekrana yansıması ‘kadın kimliğine’ bir işarettir. Haliyle gözlerin Novak’ın gözleri olduğunu anlarız. Kadraj bu sefer tek bir gözün içine odaklanır ve karşımızda ‘in Alfred Hitchcock’’ ibaresi görünür. Röntgencilik (voyuarism) üzerine anlamlandırabiliriz bu sahneyi. Tıpkı anahtar deliğinden bakmaya çalışan bir göz gibi bütün sahneyi dolduran bu göz sahnesi bana göre filmin voyaristik açılımını beraberinde getirmektedir. Hitchcock isminin olması ise yönetmenin izleyicileri bu röntgenci bakışa davet etmesi olarak algılanabilir. Psycho filmindeki genel kent görüntüsünden kameranın bizleri otelin odasına kadar davet etmesi ve röntgenciliğe zorlaması gibi. Kamera yavaş bir şekilde gözün içine odaklanırken filmin ismiyle birlikte bitiş noktası olmayan daireler dönmeye başlar. Vertigo kelimesi gerçek anlamıyla yükseklik korkusunun (Akrofobi) yol açtığı baş dönmesi anlamına gelir. Sonu olmayan ve sürekli dönen daireler de bu korku nedeniyle oluşan sembolik araçtırlar. Hitchcock’un bu simgeselliği filmin tematik örgüsüyle örtüşmektedir. Genel anlamda yönetmenin filmografisine baktığımızda bunun bir ilk olmadığını görürüz. Örneğin Frenzy / Cinnet (1972) filminde kravat katilini belirtmek için kamera kravatın üzerinde aşağı doğru dönerek iner ve yukarı çıktığında ise kesin bir çizgiyle yukarı çıkar. Bu da Hitchcock’un bu hareket sayesinde cinayetlerin nasıl işlendiğini biçimsel olarak gösterişidir. Strangers on a Train / Trendeki Yabancılar (1951) filminin başındaki tren raylarının düzlemsel olarak nasıl kesiştiğine ve bunun karakterler üzerindeki etkisini de ekleyebiliriz. Yönetmenin biçim ve içerik arasındaki uylaşımı bu filmde de spiral şeklindeki dairelerde görülebilir. Bu konuya daha sonra değineceğiz.

Vertigo

En önde bir suçlu, onun arkasında bir polis, onun da arkasında bir şapkalı bir dedektif koşmaktadır. Kovalamaca evlerin üstünde devam ederken en arkadaki şapkalı dedektif ayağı kayarak aşağı düşme korkusu yaşar, elleriyle korkuluğa tutunmuş olmasına rağmen her an yere düşüp ölebilir. Normal bir aksiyon filminde görülebilecek bir sahne olmasına rağmen oldukça farklı şartlar altında inceleyebiliriz. Sıradan bir aksiyon filmi sahnesi olsaydı kamera yere düşmek üzere olan adamı üst açıyla çekmeye başlar, seyirci filmin dışında bırakılabilirdi; sonra biri gelir, adamın ellerini tutar, yukarı çekerdi veya adam düşecek olsaydı son anda parmaklardan kayıp giderek yere düşerdi. Ancak bu filmdeki maharet teknik olarak kameranın yere düşmek üzere olan adamın korkuluğa tutunan elleri hizasından çekim yapmasıdır. Bu yüzden boşluktaymış gibi hissederiz. Bu şekilde yönetmen yere düşmek üzere olan adam ile özdeşim kurmasını, seyirciyi de kendisini bir boşlukta sallanıyor gibi hissetmesini sağlamaktadır. Sonraki sahnede ise bunun kanıtı olarak adamın gözüyle artık seyirci rahatsız bir şekilde adamın yerine geçmiş aşağı bakmaktadır. Sinema tarihinin teknik olarak en başarılı sahnelerinden biri olan bu sahne yükseklik korkusuna kapılan karakterin o anda hissettiklerinin alıcı tarafından yansıtılmasıdır. ‘Geri kaydırmalı zoom’ tekniği sayesinde kamera geri giderken yapılan zoom efekti sayesinde odaklanan nesne seyirciye yaklaşırken geri planda kalan her şey uzaklaşmaya başlar. Ancak aşağı bakıldığı zaman odaklanacak bir nesne olmadığı için ve hareket yatay yerine dikey olduğundan tıpkı filmin başında gördüğümüz spiral düzeneğe benzeyen bir şekilde bir baş dönmesi yaşarız. Geriye dönen polis düşecek olan adamı tutmaya çalışır ancak bunda başarılı olamaz ve polisin kendisi yere düşer. Bize kısa süreliğine de olsa verilen sahte güven duygusu polisin aşağı düşmesiyle parçalanır. Hitchcock filmlerinin tematik özelliklerinden biri de ‘polis’ ya da koruma görevleriyle donatılmış insanların oldukça pasifize edilmesidir. Psycho filmindeki Bates evine giren dedektifi ya da Marion’u takip eden polisi hatırlayalım, aynı şekilde olayların birçoğu sıradan karakterin başına gelirken polis hiçbir zaman etrafta olmaz ya da dolanmaz. Çözüm ya da çözümsüzlük yine karakterin elindedir. Bu şekilde özdeşim kurabilmek daha sağlıklı olabilmektedir. Filmin ana erkek karakteri Scottie’nin (James Stewart) yaşadığı bu olay ilerde bize iktidarsız oluşunu gösterircesine tekerrür edecektir. Ancak önemli olan burada Scottie’nin bu iktidarsızlığını yaşadığı bu olaydan önce mi yoksa bu olay sırasında mı kaybettiğidir. Yükseklik korkusu ve cinsel haz birbiriyle ilintili kavramlardır. Freud’un çocukluk dönemindeki cinsel hazzın bedendeki cinsel organlardan çok başka nesneler ya da olaylarla ilgili olduğu görüşünü Psycho eleştirimde yazmıştım. Aynı şekilde burada da benzer görüşü bu film için de tekrar edebiliriz. Hepimiz bir yetişkinin küçük bir bebeği eline alıp yukarı doğru fırlatmak suretiyle oyun oynadığını biliriz. Ancak bebek bunun farkında değildir. Onun yaşadığı deneyim daha çok korku ve haz arasında bir yerdedir. Şayet bu konuda başından geçecek kötü bir deneyim onun yaşamının devamında kötü izler bırakabilir. Hatta Scottie’nin bebek iken yukarı atılıp aşağı inerken düşürüldüğü iddiasında bile bulunabiliriz. Konuyu pekiştirmek adına, lunaparklara gittiğiniz zaman çocukların tramplen alanında nasıl yükseğe zıplamaya çalıştıklarına göz atmakta fayda var.

Kahramanımız Scottie kazadan kurtulmuştur ancak nasıl kurtulduğunu dair bizlere bir ipucu verilmez. Bildiğimiz tek şey kendisinin bu kazadan sırtını incittiği ve bastonla gezmek zorunda kalışıdır. Yönetmenin Rear Window / Arka Pencere (1954) filminde -yine James Stewart oynuyordu- ana karakter ayağı kırılmış vaziyette sandalyeye mahkûmdu. Bu filmde de Scottie bir bastona bir dönem katlanmak zorunda kalıyor. Cinsel bir eğretileme olarak yorumlamak mümkün. Lakin baston hem iktidarsızlığının sembolü –tıpkı Arka Pencere filminde kırık ayak gibi- hem de cinsel organın yerini tutan bir nesne olarak görülebilir. Tıpkı Norman Bates’in kullandığı ve haz nesnesi olarak yorumladığımız bıçak gibi. Scottie’nin bastonundan şikâyet edip “Bu lanet şeyi pencereden atıp artık özgür olacağım.” cümlesini “Bu lanet şeyi atıp artık iktidarıma kavuşacağım.” şeklinde değiştirebiliriz mamafih. Açılan sahnede Scottie tek başına değildir. Aynı zamanda odada tasarım yapmakta olan Midge (Barbara Bel Geddes) de vardır. Bu arada kendi aralarındaki konuşmada Scottie hastalığı için ilk sahnedeki durumunu kastederek ‘’Bunu öğrenmek için kötü bir andı.’’ diyerek, hastalığın ilk kez farkında olduğunu ve aslında hastalığının önceden var olabileceği yönünde bir ipucu gösterir. Midge karakteri film boyunca Scottie’ye yakın bir pozisyonda olan karakterlerden. Hitchcock filmlerinde gördüğümüz anne süper egosunun timsali gibi Scottie’ye sürekli direktifler vermeye çalışır. Bu karakter Scottie’nin, işine masa arakasında devam etmesi söylemini destekler. ‘’Sana yakışan bir yer’’ diyerek onun pasifliğini pekiştirir. Aşağıda karakterler arasında geçen diyalog bunun kanıtı niteliğindedir.

Kalemin masadan yere düştüğünü varsayalım, kalemi almak için eğiliyorum ve işte yine yükseklik korkusu.

Ne yapacaksın?

Bir süre için boş gezeceğim, unutma, deyim yerindeyse ben başımın çaresine bakacak bir adamım.

Neden bir süre uzaklaşmıyorsun?

Yani, unutmak mı? Midge, bu kadar anaç davranma.

Bu esnada müzikten rahatsızlığını dile getiren Scottie, Midge’nin yapmış olduğu ‘sutyen’i görür. Ve bu ne diye sorar. Buna karşılık Midge “ne olduğunu biliyorsun, koca adam oldun” diye yanıtlayarak sutyen hakkında bilgi verir. Askılığı yok, modern bir köprüye benziyor gibi. Bu diyalog tıpkı bir anne ile çocuğu arasındaki diyaloga benzer. Ya da bir şekilde aradaki dolaylı cinsel anlatımın niteliği olarak sutyen erotik bir çağrışım olabilmektedir. Bu hem Midge ile Scottie arasındaki cinsel gerilim ve oedipus kompleksine hem de Midge’in Scottie’nin dediği gibi anaç kişiliğine bir göndermedir. Anaç bir simge olarak sutyen bana göre oldukça önemli durmaktadır. Modern bir köprü olarak tasvir edişi filmin çekildiği yer olan San Francisco şehrindeki köprüye ve olay örgüsünde önemli bir yer olan bu mekâna göndermedir.

Midge ve Scottie aslında daha önce nişanlanmış ve bu birliktelikleri sadece üç hafta sürmüştür. Midge’in bakışları ‘’üç hafta sürdü’ derken çok önemlidir. Çizim işini yaparken gözlüklerinin altından göz ucuyla Scottie’ye bakarak bunun üstüne basa basa iğneleyici bir şekilde söylemesi oldukça ilginçtir. Acaba Scottie gerçekten yaşadığı kaza öncesi de mi iktidarsızdı? Veya aralarında olan ilişki gerçekten bir anne-oğul arasındaki ilişkiye mi benziyordu? Ama nişandan vazgeçen tarafın Midge olması onun içindeki anaç duyguların Scottie’nin iktidarsız oluşundan ya da bir anneye karşı beslediği duygulardan daha güçlü bir etki bırakmaktadır.

Akrofobisinden kurtulmanın nerdeyse imkânsız olduğunu öğrenen Scottie, Midge’in bir şok daha yaşaması gerektiğini söylemesi ve bu yüzden bir kez daha kendisini damdan atmaya karar vermemesini esprili bir dille ifade ederken, Scottie o anda küçük bir merdivene çıkarak bunu denemeye çalışır ama sonuç hüsrandır. Akrofobisi yine nüksetmiştir. Bu konuda Freudyen bir izlek olduğunu belirtmekte fayda var. Hasta kendisini unuttuğu bir şey ya da hatırlamak istemediği bir şey yüzünden ketleyebilmektedir. Bu tür durumlarda yaşanılan olayın etkisiyle hissedilen duygular, daha sonra benzer bir şekilde benzer bir olayla karşılaşıldığı zaman tekrar edebilmektedir. Kişinin çocukluğunda kedi tarafından saldırıya uğraması ve sonraki hayatında bunu tüm kedilere genelleyerek benzer saldırı altında kalacağından korkması gibi. Bunun değişebilmesi için ihtiyaç olan şey kişinin yine bir kedinin saldırısına maruz kalması değil, kedinin saldırısı karşısında yaşadığı ilk duygulanımlara, deneyimlemelere ulaşmasıdır. Yani kişinin hatırladığını unutmaya çalışması değil unuttuğunu hatırlamaya çalışmasıdır. Hitchcock’un bazı filmlerinde bu tema ağır basar. Marnie / Hırsız Kız filminde Tipi Hedren’in annesi ile olan ilişkisinin son sahnede tekrar etmesi -Sean Connery’nin tüm çabaları bir fayda etmemişti- ya da Spellbound / Öldüren Hatıralar (1945) filminde Gregory Peck’in tanık olduğu olayın rüyasını görüp rüyanın yavaş yavaş tamamlanması ve her şeyi hatırlaması gibi. Bu filmde de göreceğimiz, önemli olan Scottie’nin küçük merdivene çıkması değil, ilk yaşadığı korku ya da hazza ilişkin benzer bir duygunun yaşanılmasıdır. Scottie’nin teorisi yani yavaş yavaş çıkarak yükseğe alışabilme sorunu mantığı filme göre doğrudur ancak denenen yol yanlıştır. Kişi hatırlama sürecini bir anda yapamaz, bu sadece zamanla deneyimler sayesinde meydana gelir. Spellbound filmindeki rüya sahnelerinin zamanla kişinin yaşadıklarıyla tamamlanması, Marnie’ de, Marnie’nin her şeyi hatırlaması bir anda değil, film boyunca yaşadığı deneyimlerin son raddeye ulaşarak bir anlamda kişinin benzer duyuya kapılması için tüm koşulların sağlanmış olması gerekir. Özetle şunu diyebiliriz. Yaşanan travmatik olayın nedeni olduğu hastalık ya da korkunun yenilebilmesi için kişinin aynı zamanda benzer olayın gerçekleşeceği zamana kadar ‘hazırbulunuşlu’ bir şekilde olması gerekir. Scottie’nin filmin ortasında kulenin merdivenlerini çıkarken yaşadığı duygu ve onu filmin sonunda tamamlayan diğer duygu arasındaki deneyimler bu hazırbulunuşluğu yeterince sağlamaktadır.

Güçsüz Baba Figürüne Karşı Hadım (İğdiş) Edilme Korkusu, Film Noir Etkileri

Scottie, uzun zamandan beri görüşmediği okul arkadaşı Gevin Elster (Tom Helmore)’den kendisiyle görüşmesi için bir davet alır. Ve arkadaşının çalıştığı yer olan bir liman işletmesi bürosuna giderek arkadaşıyla görüşür. Arkadaşının bürosu ilginç bir şekilde dizayn edilmiştir. Odanın içi tıpkı Sergio Leone’nin Bir Zamanlar Batıda filmindeki bir tren vagonu içerisinde yaşayan patronun odası gibidir. Victoryen bir şekilde döşenmiş oda adeta bastırılmış cinselliğin sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Gevin, Scottie’yi karısını izlemesi için tutmayı amaçlamaktadır. Karısını sevmesine rağmen, korktuğu şey karısının ölü biri tarafından rahatsız edilmesidir. Scottie ilk başlarda böyle bir teklifi geri çevirir ancak arkadaşı onu bir şekilde buna ikna eder ve karısını görmesi için bir akşam bir bara davet eder. Scottie bilindiği üzere eski bir dedektiftir. Vertigo’yu ölümsüz kılan ayrıntılardan birisi de filmin içerisinde bulunduğu ‘film noir ‘etkileridir. Film içerisinde bu etkinin izleri oldukça yüzeysel anlatılmasına rağmen, kara film olarak okumaya açık bir filmdir. Bir dedektif, onu tutan bir adam, izlenmesi gereken ve ileride âşık olunacak bir kadın ve içerisinde esrar büyüsü olan olaylar dizisi, örtük cinsel anlatım, karakterlerin tam anlamıyla karmaşık bir dizge içerisinde üzerlerinde ‘lanet’ kırıntıları taşıyor gibi görünmeleri vesaire. Ancak kara filmlerde gördüğümüz kandırılmaya çalışılan dedektif genellikle kadın karakter tarafından kandırılmasına rağmen bu filmde Scottie’yi kandırmaya çalışan bir erkeğin olması oldukça ilginçtir. Bir kukla olarak kullanılan ise kadın karakterdir. Daha önce bahsettiğimiz kadının nesne olma durumu aynı zamanda baba figürü olarak tasvir edeceğimiz Gevin’in tutumu filmdeki kadın-erkek arasındaki cinsel gerilimin oluşmasına da yol açmaktadır. Femme Fatale öğesi olmayan bir kara film olarak okumak mümkün olsa da, bu öğenin de altı çizilmez film içerisinde. Bunu ancak kadının -Kim Novak- özneleşme çabaları içerisinde histerikleşmeye başlaması, nesne olmaktan çıkmaya çalışması ancak başarısız olma deneyimleri sonrasında çıkarabiliyoruz. Filmdeki Femme Fatale karakteri Novak’tır.

Film Noir’lerde görmeye alışık olduğumuz dedektifin olayı sonunda çözmesi bu filmde biraz da ters yüz edilmektedir. Çünkü olay örgüsünün çözülmesi filmin sonunda değil bitimine yaklaşık üçte bir olarak gerçekleşir. Böylece film bir dedektiflik öyküsü olmaktan çıkarak sıradan seyrine, kadın-erkek mücadelesine dönüşür. Böylece film seyirciye karşı yabancılaştırılır.

Mcguffin öğesi filmlerde bir eşya, bir nesne olarak kullanılan ve filmin gidişatında pek bir değeri olmayan şeyler için kullanılır. Ancak bu filmde görüleceği üzere Mcguffin canlı bir karakterdir. Bu Kim Novak’ın kocası Gevin karakteridir. Gevin, Scottie ile birlikte anlaştıktan sonra filmin sonuna kadar nerdeyse muamma olmaktan çok oldukça sıradan bir karaktere(güçsüz ve uzaklaştırılmış bir baba figürüne) dönüşür. Hatta bir yerden sonra seyirci artık Gevin’i unutur, bir daha hatırlamaz ya da filmdeki rolü o kadar da önemli gelmez. Aynı Hitchcock’un The Trouble With Harry / Harry’nin Derdi (1956) filminde bir cesedin gömülemeyişini anlatan ve cesedin ana kilit noktalardan biri olmasına rağmen bir noktadan sonra önemsenmeyişi buna benzer nitelikte bir olaydır. Gevin karakteri farklı bir anlam da taşıyabilmektedir. Bana göre Gevin karakteri etkisiz ve gücü olmayan bir tür baba figürünü sembolize etmektedir. Oedipus karmaşasındaki öldürülen baba figürü gibi. Sinema tarihindeki birkaç filmle ilişkilendirirsek daha açık olacağını düşünüyorum. Howard Hawks’ın yönetmenliğini yaptığı The Big Sleep / Derin Uyku (1946) filmindeki tekerlekli sandalyeye mahkûm baba rolünü ele alalım. Bogey’nin, babanın kızıyla sırnaşmaları, laf ebeliklerine dayalı konuşmaları, sürekli birbirlerini iğnelemeye çalışan kadın-erkek ilişkisinin dolambaçlı yollarından kur yapmaları beraberinde ‘’baba yoktur’’ meselesini getirmektedir. Aynı şekilde Coen Kardeşlerin Big Lebowski / Büyük Lebowski (1998) filmindeki tekerlekli sandalyeye mahkûm ‘Patron Lebowski’yi ve onun kızıyla birlikte olan Dude karakterini örnek verebiliriz. David Lynch’in Blue Velvet / Mavi Kadife (1986) filminin başında ölen baba karakteri ile Lost Highway / Kayıp Otoban (1997) filmindeki yaşlı patronun sevgilisini ayartmaya çalışan ana erkek karakteri düşünün. Yaşlı patron bir anlamda burada sembolik olarak baba figürünün yerine geçmektedir.

Lacan terminolojisindeki ‘Kadın Yoktur’ ifadesi kadının nesnelliğine dayanıyorsa benzer şekilde ‘Baba Yoktur’ ifadesi bir anlamda güçsüz ve iktidarsız babayı temsil etmektedir. Ancak ana erkek karakterimiz Scottie kadın karakteri görünceye kadar bunun farkında olmaz, içinde bir korku ya da heyecan taşımaz. Novak’ı gördüğü ilk sahneden sonra akrofobisindeki gibi hem korku hem de haz duyar. Bunu sağlayan korku ise Hadım (iğdiş) edilme korkusudur. Bilindiği üzere Oedipus karmaşasındaki erkek birey çocukluğunda anneyi bir iktidar nesnesi olarak görür ve bu yüzden ‘anne’ mücadelesini babaya karşı yapar. Ancak karşı cinsin genital bölgesini gördükten sonra ister istemez bir korku duymaya başlar. Karşı cinse ait yani kızlarda, kendisinde var olan ‘penis’in olmadığını görür ve bundan dolayı korku duyar. Anneye karşı duyulan sevginin baba figürü tarafından fark edilmesi sonucu kendisinin de bir şekilde hadım edileceği ve genital bölgedeki cinsel organın alınacağı korkusu baş gösterir. Bu yüzden birey sonraki yaşamında bu korkuya dayanarak baba ile özdeşim kurarak kendi erkek kimliğini oluşturur. Yukarda da bahsettiğim üzere baba figürü bu filmde oldukça güçsüz çizilmiştir diğer Hitchcock filmlerinde olduğu gibi. Bu nedenle birey, baba ile özdeşim kurmaktan uzak seyreder, ister istemez bireyin cinsel gelişiminde sorunlar ortaya çıkmaya başlar. (iktidarsızlık veya erken boşalma sorunları gibi) Kahramanımız Scottie ise buna benzer bir korku ve tedirginlik içerisinde gidip gelecektir.

Filmimiz uzaktan röntgencilik sahnesiyle devam eder. Scottie, Kim Novak’ı artık filmimizde gördüğü için ona filmdeki rol ismiyle hitap edebiliriz (onu bir özne haline getirebiliriz böylece). Madeliene (Kim Novak) ismi filmlerde sık kullanılan bir isim esasen ve genelde başlarına kötü bir şey gelecek kadınlar için kullanılmaktadır. İsmi fonetik olarak incelediğimizde bize Hz. İsa döneminde yaşayan fahişe Magdalalı (Mecdeleli) Meryem ismini hatırlatır. Magda zaten İbranice’de kule anlamına gelmektedir. Filmi izleyenler ‘kule’nin filmde ne anlama geldiğini ya da mekânsal açıdan ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bilirler. Karakterin üzerindeki mistisizm halesi isimden başlamaktadır.

Scottie’nin, Madeleine’i barda izlediği sahne takdire şayandır. Aleni bir voyaristik denemesiyle karşı karşıya kalırız. Kamera önce Scottie’yi gösterir ve daha sonra onun farklı bir yere baktığını fark ederiz. O esnada kamera zoom-out ile pan hareketini aynı anda yapar ve nerdeyse izleyici Scottie’nin yerine geçmeden yani onun bakışının içine girmeden özdeşleşir. Ve merakla onun gibi Madeleine’nin olduğu masaya bakar. Madeliene’i uzaktan tanımak oldukça kolaydır. Herkesin koyu tonlarda kıyafetleri arasında üzerinde uzun yeşil bir tuvalet taşır. Duvardaki fon rengi kadife kırmızısı ile tuvaletindeki alacalı yeşil renginin uyumu profilden bakıldığı zaman bir portreyi andırmaktadır. Madeliene masadan kalkar ve Scottie’nin olduğu tarafa yaklaşmaya başlar. Ve nerdeyse Yunan ilahelerinin kıskanacağı türden bir güzellikle ve daha önemlisi üstündeki sanki bir gizem halesiyle kameraya yakın bir pozisyonda sadece büst kısmı görünür. Bir anlamda Madeliene artık gizemli cinsel bir obje haline dönüşmüştür. Film bu sahneden sonra kendini uzun ve sessiz takip sahnelerine bırakır. Burada Scottie’nin bakış açısına geçeriz Madeliene’i biz de onun bakış açısıyla takip ederiz, röntgenleriz ve bunu oldukça rahat bir şekilde yaparız, çünkü yönetmenin karakteri dedektif olarak sunması bize de ilk sahnede olduğu gibi yalancı bir güven duygusu aşılar. Biz de bu güven duygusunu sonuna kadar kullanmaya başlarız. Örneğin Madeliene’nin çiçek almaya girdiği dükkânda karakterimiz karanlık bir köşeden onu izler, karanlık olması bizi de rahatlatır. Tıpkı Rear Window’da karakterin her şeyi karanlık odasından izleyip kimsenin onu görememesinin verdiği rahatlık ve güvenlik duygusu gibi. Ya da bizim karanlık bir sinema salonunda filmi izlerken röntgenlediğimiz, hayatlarına girdiğimiz, merak ettiğimiz insanların bizi görememelerinin verdiği rahatlık gibi. Madeliene çiçekçi dükkânından çıkar ve aldığı çiçekleri bir mezarlığa götürür. Scottie daha sonra çiçeklerin konulduğu mezara giderek bu mezarın 1831–1857 tarihleri arasında yaşamış Carlota Valdes adında bir kadına ait olduğunu görür. Madeliene daha sonra bir resim müzesine giderek burada mezarına çiçek götürdüğü kadının portresine oturmuş bir şekilde bakmaktadır. Her zamanki gibi karakterimiz de onu karanlık bir yerden izlemektedir. Ancak resim ile Madeliene arasında birçok benzerlik olduğunu fark eder. Portredeki çiçeklerle Madeliene’nin çiçekleri ya da saç örgüleri nerdeyse aynıdır. Madeliene’nin saç örgüsü ise spiral şekle benzeyen bir topuz halindedir. Filmin jeneriğindeki spiral şekli hatırlayalım. Başka bir anlatımla söyleyecek olursak buradaki saç örgüsü rahatlıkla bir kadın vajinasına benzetilebilir. Ölmüş bir kadının portresi önünde ona benzeyen ya da benzemeye çalışan bir başka kadının varlığı bana Arthur Schopenhauer’in Aşkın Metafiziği’ndeki şu cümleyi hatırlattı.

“…şimdi nasıl ki bütün idealar büyük hararetle fenomen (görüngü) alanına girmek için mücadele ederler…”

Görüleceği üzere buradaki amaç kadının portresi önünde durup ölü bir insandan gelebilecek tehlikeler değil ya da ona benzemeye çalışmak değil, amaç sadece Schopenhauer’in dediği gibi bir idea olmaktan çıkıp fenomen alana girebilmektir. Bir şekilde nesne olmaktan çıkıp özne şeklini almaktır. Bir forma kavuşabilmektir. Bana göre Madeliene’nin bu resmi izlemesindeki örtük amaç budur.

Madeliene izlendiğinden habersiz (ya da haberli) bir şekilde bir otele gider. Scottie onu bu otele kadar takip eder. Otel’in dikkat çekici bir yanı var, dikkatli bakılırsa bu otelin diğer betonarme binalardan farklı olarak tahta ve ahşap malzemeden yapıldığını görebiliriz. Psycho filmindeki Bates evine benzer bir yapıda olan otel adeta Madeliene’nin de kendini yaşadığını sandığı tarihe yakın bir yapı gibi görünür. 1831–1857. Bu söylemi destekleyen bir kanıt da, Scottie’nin otele girdikten sonra resepsiyondaki kadından bilgi almaya çalışmasıdır. Aldığı bilgilerin içerisinde otelde yaşayan kadının ismi Carlotta Valdes olarak geçmektedir. Ancak Scottie, Madeline’nin otele hiç uğramadığını, gelmediğini öğrenince şüphelenmeye başlar ve gizem halesi gittikçe büyümeye başlar. Çünkü Madeline otele girmiş, hatta onu odasının penceresi önünde görmüştür.

Scottie, Midge’in yanına gelerek kendisinden San Francisco’nun gayri resmi tarihi hakkında bilgi alabileceği bir referans aradığını söyler. Bu ‘gayri resmi tarih’ bir anlamda halk hikâyeleridir. Gayri resmi bir karakter olan Scottie -Midge sanki ona iktidarsız oluşunu tekrar hatırlatırcasına ‘’sen artık dedektif değilsin ki’ der- Midge’in önerdiği eski bir kitapçıya giderek Carlotta Valdes hakkında bilgi toplar. Carlotta’nın öyküsü de bir anlamda trajiktir ve bir o kadar klasiktir. Sevdiği adam tarafından terk edilip ve çocuğu elinden alınan Carlotta tek başına büyük ve eski bir evde yaşamaktadır. Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanındaki Bayan Havisham karakterine oldukça yakın bir karakter olarak tasvir edebiliriz Carlota Valdes’i. Daha sonra deliren Carlotta intihar ederek yaşamına son verir. Tıpkı Bayan Havisham’ın bir anlığına delirip kendini gelinliğiyle yakmaya çalışması gibi.

Madeliene için yukarda söylediğim bir form bulmaya çalışması ya da özne olma çabaları biraz daha açığa kavuşur bu anekdotla. Kitapçımız, Carlotta’nın hikâyesini anlatırken onu terk eden kocası için ‘bilirsiniz o dönemde bu şekilde davranmak kabul edilebiliyordu’’ söylemi, kadının elinden çocuğu alıp onu terk etmek bir anlamda kabul ediliyorsa veya haklı görülebiliyorsa, dedektifimizin içinde kendini bulacağı hikaye de bir anlamda gerçeklik kazanır.

Scottie’ye yutturulan hikâye ne kadar asılsız olursa olsun, Madeliene’nin Judy formuna geçtikten sonra kendini kabul ettirmeye çalışma çabaları daha gerçekçi değerlendirilebilir. O zaman şöyle bir teori geliştirebiliriz. Scottie’nin aldandığı hikâye bir anlamda sinemanın kendisidir yani kurgusaldır, biz seyirciler de buna inandırılırız ama kurgusal bir hikâye içerisinde büyük bir gerçeklik de vardır. Bunu inkâr edemeyiz çünkü anlatılan hikâyede bir anlamda kadını anlatan, anlatmaya çalışan elementler de mevcuttur. En basitinden yukarda değindiğimiz gibi Madeliene’nin kendini Carlotta sanması ya da onun lanetinin varlığını kanıksayıp onun çektiği acıları (kolektif bir bilinçaltından bile söz edebiliriz) yaşadığını düşünmesi yine kurgusal değil gerçektir. Çünkü daha sonra Carlotta’nın hikâyesine benzer bir şekilde kadınlığı fırlatılıp atılacaktır; o da Carlotta Valdes gibi, Madeliene gibi nesneleşecektir. Judy madalyonun gerçek yüzünü temsil ediyor olsa bile, kaderi bahsedilen kadınların durumundan farksızdır.

Kadın Erkeğin Semptomudur

Başlıktan anlayabileceğimiz üzere -Lacancı Terminolojiden alınmıştır- kadın erkeğin semptomudur. Vertigo bize bu konuda zengin bir materyal sunmaktadır. Bu semptomun başlangıcı Scottie’nin Madeliene’i lokantada gördüğü sahneden sonra başlar. Ama bu semptomun belirginleşmeye başladığı an Midge ile kitapçıdan döndükten sonraki andır. Midge hikâyenin aslını öğrenmek ister ancak Scottie ihtiyatlı davranarak belli parçaları sunar kendisine. Midge kendisi bir hikâye kurgular ve Scottie’ye takip ettiği kadının güzel olup olmadığını sorar. Haliyle Scottie’nin cevabı kaçamak olur. Bunun üzerine Midge hemen portreye bakmak istediğini söyleyerek arabadan uzaklaşır. Scottie ise hemen hayalinde Carlotta’nın portresi ile Madeliene’nin yüzünü üst üste bindirerek hayal eder.

Fantezi: Çoğunlukla öznenin arzusunu gerçekleştiren bir senaryodur.

Bu tanımdan hareketle Scottie’nin yavaş yavaş kendi kurmuş olduğu fantezinin içerisinde savaşmaya başladığı veyahut kafasında kurmuş olduğu kurmacanın ilk semptomlarını görmeye başlarız. “Scottie’nin Madeliene fantezisine karşı, Madeliene’nin Carlotta Valdes (kadın) fantezisi” şeklinde bir önerme de yapabiliriz. Sonradan Gevin ile buluşan Scottie, Carlotta’nın Madeline’nin büyükannesinin annesi olduğunu söyler. Bu arada Gevin daha önce bahsettiğimiz otel’in de gerçekten Carlotta Valdes’in eski evi olduğunu hatırlatır. Madeline’nin yani karısının bahsedilen mekânlara gittikten sonra karısı olmadığını, onun artık kendisini Carlotta sandığını ifade etmesi konumuzdaki gerçekliğe açıklık getirir. Madeliene’nin aynı şekilde kocasının hükümranlığından bu şekilde kurtulabiliyor (Scottie’ye anlatılan kurmaca veya sahte bir hikâye olmasına rağmen) anlamını çıkarabilmek mümkün. Teknik olarak Scottie ve Gavin’in konuştuğu bu sahnede bu hikâyeden sonra Scottie’nin yüzü üst açıdan çekilerek kendisinin ne kadar aciz bir duruma düştüğü ifade edilir. Gavin’in yüzü ise karşı açıdan çekilir, bu da olay karşısındaki hâkimiyetini göstermektedir. Zaten sahnenin sonunda Scottie elindeki viski bardağını kastederek ‘’dostum buna ihtiyacım var’ demesi endişeli ruh halini yansıtmaktadır.

Scottie, Madeliene’i takip etmeye devam eder. Bu seferki durak San Francisco köprüsüdür. (sutyendeki köprü çağrışımını hatırlayalım) Madeliene’nin elinde çiçekçiden aldığı çiçekler vardır. Ve onları kopararak denize atar. Ve kendisi de çiçeklerin ardından denize atlayarak intihar girişiminde bulunur. Buradaki çiçek-Madeliene ilişkisi önemlidir. Çiçekleri koparıp denize atması, sonrasında kendisinin denize atlaması çiçek ithafını kişinin kendisine çevirmektedir. Scottie seyrettiği bu olaya karşı kayıtsız kalamaz ve ardından Madeliene’i kurtarmak için kendisi de denize atlar ve kahramanlığını tamamlamış olur. Bilindik bir tema, bilindik bir klişedir. Erkek bakış açısıyla çekilmiş bir sahnedir. Bir erkek fantezisine dayanan bu sahneyi günlük hayatta biz de çok yaşıyoruz, bazen hayal ediyoruz, sinema hep bu tür bir hikâye peşinde koşmuştur. Charlie Chaplin’in, City Lights / Şehir Işıkları’nı (1931) hatırlamak bile yeterli olacaktır. Erkeğin fantezisi, düşen kadını kurtarma isteği sürekli işlenmektedir. Hatta şunu bile diyebiliriz: Scottie, Madeliene’i izlerken içinden ‘düşse de kurtarsam’ düşüncesini mutlaka geçirmiştir. Her aşk filminde biz de aklımızdan geçiririz çünkü öyle olmasını arzu ederiz. Bu şekilde arzu nesnesiyle yakınlaşabilir, libidinal enerjimizi bu şekilde boşaltabiliriz. Kız bize bu şekilde aşık olur, bize kendini borçlu hisseder, biz de bu sahte arzuyu sonuna kadar sömürmeye çalışırız. Bu sinemanın genelinde basit olarak görünen ama aynı zamanda ataerkil toplumların izlerini taşıyan bir sahnedir. Haliyle Scottie, Madeliene’i evine götürür, yatağına yatırır. Tıpkı bizim olmasını istediğimiz şekliyle olur bunlar. Ama daha önemli bir konu üzerinde değinmek istiyorum. Bütün bunlar olurken kadının bütün bunları isteyebileceğini ya da düşünebileceğini kim ayırt edebilir? Eğer erkek bakış açısı filmin üzerinde hakim ise Carlotta’nın, Madeliene’nin, Judy’nin bu şekilde gerçekten düşünebileceğini kim tasavvur edebilir? Elbette hiç kimse.

Kimden nefret eder kadın en çok? Demir mıknatısa şöyle demiş: En çok senden nefret ederim, çünkü sen çekersin, ama gücün yok kendine çekecek kadar. Erkeğin mutluluğu ‘istiyorum’dur. Kadının mutluluğu ‘istiyor’dur.

‘’Bakın, şimdi mükemmelleşti dünya!’’ Böyle düşünür tam sevgiyle itaat eden her kadın. (Böyle Buyurdu Zerdüşt / Nietzsche)

Jean-Luc Godard’ın sinema tarihiyle ilgili sözünü en başta yazmıştık, birbirini destekleyen bu iki söylem bu filmle birlikte buluşmaktadır. Scottie’nin bakış açısı hakim olmaya başlar böylece filmde. Filmdeki fantezi ve arzular gerçekleştirilmeye başlanır, kadın şimdiden nesne haline sokulur. Madeliene, Scottie’nin evine geldikten sonra yatakta yatar ve Scottie ona kırmızı bir elbise verir. Kırmızı renkli bir elbise birçok gelenek ve kültürde henüz bakire olan ve evlenmeye hazır olan kızların giydikleri bir elbisedir. Örneğin geleneksel Japon adetlerinde (geyşalar mesela) kırmızı bir kuşak ya da kurdele takmak bakireliğin simgesidir. Scottie’nin Madeliene’e bu renk bir elbise vermesi ise onu o şekilde görmek istediği içindir. Filmin ileriki bölümlerinde Scottie bu arzusunu farklı şekillerde (zorla elbise giydirme sahnesi) gerçekleştirecektir. Madeliene sahte kocasıyla hazırladığı oyuna Scottie’yi dahil eder. Aslında Gevin onu çoktan oyuna dahil etmiştir ancak ilk defa oyunu seyreden kişilikten çıkar ve oyunun bir parçası haline gelir. Film noir etkileri de her zaman bu şekilde başlamaz mı? Dedektif ilk önce izler, sonra olaya teneffüs etmeye başlar. Bütün bu olaya karışma bir nevi klasik ‘lanet’ sendromunu hatırlatır. Tıpkı sürekli tekrar eden, bir ailenin veya grubun peşini bırakmayan, soydan soya geçen lanetler gibi. Madeliene kendisini bir arzu nesnesi olarak sunmaya çoktan razıdır çünkü oyunun kuralı bunu gerektirmektedir. Femme-Fatale öğesi böylece işin içine girer. Telefon çalar. Scottie telefona bakar. Madeliene bu arada kaçar. Kaçarken Midge onu arabanın içindeyken görür. Onu kıskanır. Scottie dışarı çıkar. Kimseyi görmez. Takip işine geri döner. Madeliene ertesi gün geri döner. Teşekkür eder. Ve dolaşmaya gideceğini söyler. Scottie de aynısını söyler.

Nereye gidiyorsun?

Bilmiyorum.

Alışverişe mi?

Hayır.

Özel bir yer mi?

Dolaşırım diye düşünmüştüm.

Ben de dolaşacaktım.

Evet doğru. Unuttum. Bu senin işindi, değil mi?

İkimiz için de bir kayıp olduğunu düşünmüyor musun?

Ayrı ayrı dolaşmak mı? Tek başına amaçsız dolaşabilirsin. Ama iki kişi mutlaka bir yere gidiyordur.

Scottie ve Madeliene arasında yukarıdaki diyalog gerçekleşir, birbirine bir anlamda kur yapmaya başlamışlardır en azından Scottie öyle olduğunu düşünmektedir. Birlikte bir sekoya ormanına giderler. Sekoya hakkında bilgi için (Bkz: To Catch A Thief).

Madeline daha sonra ortamdan bunalıp daha aydınlık bir yere gitmek istediğini söyler ve denizin kenarına gidip histerik davranışlarda bulunarak sürekli gördüğü bir rüyayı anlatır. Bu rüyada Madeliene açık bir mezar olduğunu ve bu mezarın başında oturup içine baktığını söyler. Kendi mezarı olabileceği ifadesinin altını çizerek ‘bu benim mezarım çünkü yeni ve temiz birini bekliyor’ demesi bir anlamda bakireliğin altını çiziyor gibi görünmektedir. Ayrıca gördüğü ‘gerçek olanı’ da diye ekler. Bir çan, kule ve bir bahçeden söz eder Madeliene. Daha sonra histeryası devam eder. Scottie ile dalgaların sesi ve çarpmaları eşliğinde öpüşürler. Bu sahne filmin tam ortasında vuku bulur.

Sahne bu sefer akşam vakti Midge’in dekorasyon odasında açılır. Elinde paletlerle resim yapmaya çalışan Midge birazdan Scottie’nin teşrif etmesiyle resim yapmayı bırakır. Ve birazdan kahramanımıza yaptığı resmi gösterir. Bu resim daha önce Madeliene ‘nin resim müzesinde baktığı Carlotta Valdes’in bir kopyası gibi durmaktadır. Midge’in yaptığı resim orijinal resimden bir farkla ayrılır. Bu fark Midge’in kendi yüzünü Carlotta’nın yüzü yerine koymasıdır. Görüleceği üzere Scottie ile Madeliene ilişkisinin farkında olan Midge kendi üzerine düşen anaçlık vazifesini fazlasıyla görmektedir. Hitchcock filmlerinde sürekli rahatsızlık veren bu anaç duygular North by Northwest’te bir uçak takibi ile, The Birds’te kuşlar aracılığı ile aktarılır. Slavoj Zizek ilginçtir, kitabında Vertigo hakkında bahsederken, anne içgüdüsünden söz ederken, filmin son sahnesindeki rahibeyi (dinsel anlamda yaşlı rahibe anne anlamına da gelebilir) örnek gösterirken Midge gibi bir karakteri satırlarında anmamaktadır. Filmdeki esas anne içgüdüsü Midge’dir. Rahibe ise bana göre Midge’in tehlikeli içgüdüsünün bir uzantısıdır. Tıpkı Kuşlar filmindeki kuşların nedensiz saldırıları gibi.

Scottie bu durumdan rahatsız olur, ‘bu hiç de komik değil Midge’ der. Çünkü annesel süper egonun durumu ve Midge’in konumu onu rahatsız eder. Genellikle erkekler sevdiği kadının resmi yerine annesinin resmini koymaz. Scottie, Midge olmadan dışarı çıkar, Midge, Scottie’nin tepkisine karşı sinirlenir, histerikleşir. Olması gerektiği gibi.

Madeline bir gece anlattığı rüyayı bir daha görür ve Scottie’nin yanına gelir. Anlattığı rüya oldukça açık seçik bir şekilde görünmektedir. Freud’a göre rüyalar bilinçaltımızda saklanan arzuların dışarıya çıkmak için çabaladıkları bir yoldur. Ancak Madeliene’nin gördüğünün gerçek olması ve tamamen oyuna dahil olması Freud’un tanımının dışına çıkmaktadır. Madeliene rüya göremez çünkü onun arzuları yoktur. Rüyayı sadece özne olan ya da özne olarak görülen kişi görebilir, o da Scottie’nin kendisidir. Sonraki sahnelerde Scottie’nin rüyasından bahsedeceğiz. Madeliene rüyasını anlatarak aslında bunu Scottie’ye dikte ettirir, kafasına böyle bir düşünceyi sokmaya çalışır ve bunu başarır da. Her şey kadının zayıflığı üzerinedir çünkü Scottie onun zayıflığından yararlanmak, Madeliene ise onun bu konumunu ya da öyle hissetmesini sağlamak zorundadır. ‘İşte şimdi mükemmelleşti dünya.’

Ertesi gün Scottie ile Madeliene birlikte rüyada bahsedilen İspanyol kilisesine giderler. Scottie birkaç kez Madeliene’i öpme girişiminde bulunur ancak Madeliene hep kaçarak ‘’seni daima sevmiştim, bunu hatırla’’der. Ardından kiliseye doğru koşmaya başlar ancak ilerde bir an için durarak kuleye bakar ve sonra yine koşmaya başlar. Scottie de aynı yöne bakar ve Madeliene’in intihar edeceğini anlar(ız). Madeliene’in bir an için durması ve yukarı bakması balığın zokayı yutmasıdır. Bile bile ben intihar edeceğim demeye çalışmakta, “haydi Scottie ne duruyorsun, yukarıdan kendimi aşağı atacağım, beni takip etsene” demektir. Scottie, Madeliene’in peşinden gider, çan kulesinin spiral şeklindeki merdivenlerinden yukarı çıkmaya çalışır. Ve çıktığı her adımda akrofobisinin nüksettiğini görür ve haliyle baş dönmesini yeniden yaşar. Buradaki spiral merdivenin kullanımı ilginçtir, Scottie’nin bir yerden sonra merdivenleri çıkamaması onun iktidarsızlığını çağrıştırır ama spiral merdivenler bana göre hikâyenin yeniden kendine dönmesinin işaretidir.

“Arzunun gerçekleştirilmesi, ‘karşılanması’ tamamen tatmin edilmesi değildir. Daha çok arzunun kendisinin yeniden üretilmesiyle arzunun daireselliği örtüşür.” (Yamuk Bakmak / Slavoj Zizek)

Zizek’in bahsettiği gibi önemli olan arzunun sürekli yinelenmesidir. Scottie böylesine bir dairesel hareketin içerisindedir. Ne kadar çabalarsa çabalasın sürekli aynı yere varmaktadır, başladığı yere aynı şekilde geri dönmektedir. Filmde bu dairesel hareket spiral merdivenle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda ilk başlarda aynı sandığı iki kadına da âşık olur. Scottie yine aynı yere gelmiştir. Luis Bunuel’in Cet obscur objet du désir / Arzunun Şu Karanlık Nesnesi’ni (1977) hatırlayacak olursak yine aynı tema işlenir. Mathieu’nun (Fernando Rey) arzuları farklı yüzde iki kadına âşık olduğu gibi görünse de başta bahsettiğimiz kendini tüketmeyen ve arzunun edilgin bir biçimde dairesel olarak hareket ettiğidir. Scottie ile Mathieu’nun arasında hiçbir fark yoktur. Vertigo’daki Madeliene ve Judy, Arzunun Şu Karanlık Nesnesi’ndeki Conchita karakter(ler)ine denk gelir. Değişken olan tek şey nesneleştirilen kadınlar ve arzunun değişmeyen yönüdür.

Scottie, Madeliene’e yetişemez ve onun pencereden düşüşünü izler. Kamera bu sahneyi en üstten çekmeye başlar ve korkutucu bir şekilde Scottie’nin çaresiz bir şekilde tasvirini izler. Genel olarak Hitchcock’un merdivenlerinden bahsetmiştik.(Bkz: Downhill). Genelde yerdeki kamera tavana bakarak çekilen merdiven sahneleri, iyimserlik ya da inayeti (Dante’nin İlahi Komedya’sındaki cennetin yukarıda olması durumu gibi) temsil ederken tam tersi tavandan aşağı doğru çekilen bu tür merdiven sahneleri cehennemvari bir bütün oluşturur. Dante’nin İlahi Komedya’sındaki gibi sembolleştirilir. Led Zeppelin’in Stairway to Heaven parçası da buna bir örnek teşkil eder. Sahne bununla bitmez. Scottie’nin kiliseden dışarı çıkışı yine tanrısal bakış açılı olarak verilir. Tabi Norman Bates’in dedektifi öldürdüğü sahnedeki gibi bir bakış açısı gibi yorumlamak yanlış olacaktır. Buradaki bakış açısı daha çok karakteri merkeze aldığı için onu oldukça ezik ve çaresiz gösterir. Tıpkı karıncalara bakmak gibi. Nerdeyse onu bir böcek şeklinde görürüz. Bu aynı zamanda kendisinin de ruh halini yansıtır. Diğer tarafta eş zamanlı olarak Madeliene’nin düştüğünü gören rahibeler koşarak çatıya çıkar. Bunlar aynı sahnede olur ve aradaki kule doğal bir şekilde sahneyi (oldukça güzel bir enstantanedir) ikiye böler. Bir yanda Scottie’nin ufak görünüşü, diğer yanda Rahibelerin cesede ulaşma(ma)ları. Aşağıdaki resmi inceleyebilirsiniz.

Sahne yeniden açıldığında kısa ama etkisiz bir dava izleriz. Burada, Scottie’nin baş dönmesi hakkında kimsenin (Gavin dahil) bilgisi olmadığını ve bu yüzden Scottie’yi kimsenin suçlamaya hakkı olamayacağı anlatılır. Filmin konusundan biraz sapalım. Parantezle gösterilen yerler filmde olmayan sahnelerdir. (Gavin gerçekten Scottie’nin hastalığından habersizdi). Madeliene Scottie’ye yarım yamalak bir rüya anlatır anlattığı rüyada mekân belirsizdir. Ancak Scottie daha sonra kendi hastalığından bahseder ve (Madeliene bunu Gavin’e aktarır). (Gavin planını değiştirir). Madeliene ise akşam kâbus gördüğü için Scottie’nin evine gelerek gördüğü kâbusun içerisindeki mekânları tastamam bir şekilde anlatır tasvir eder. Yani Gavin bu davaya kadar aslında Scottie’nin baş dönmesinden haberdardır. Scottie ile birlikte bizde tuzağa düşmüş oluruz.

Jung, Freud, Lacan, Schopenhauer, Nietzsche, Fromm ve Filmdeki Sado-Mazoşist Eğilimler

“Psişe; bilinç, kişisel bilinçdışı ve toplumsal bilinçdışından oluşur. Arketipler ortak (toplumsal) bilinç dışında bulunurlar ve evrenseldirler. Örneğin anne arketipi çok önemlidir. İnsanın dışadönük yüzü persona arketipini oluşturur. Anima arketipi erkek psişesinin kadın yönüdür. Jung’a göre her erkekte doğuştan var olan bir kadın imgesi (Anima), o erkeğin bilinçdışında bazı ölçülerin oluşmasına neden olur. Erkek bu ölçülere göre seçimini yapar, kimi kadını beğenir, kimi kadını beğenmez. Animanın yansıdığı ilk kişi annedir. Bir erkek bir kadına karşı istek duyarsa bu kadın o erkeğin animası ile eş özellikler taşır. Bütün anne ve sevgililer aynıdır.” (Sinema Yazıları / Seçil Büker, s: 156)

Yukarıdaki alıntı filmin önemini anlatması açısından oldukça güzide örnekler içermektedir. Konuyu biraz daha açacağız. Filmde Scottie, Madeliene öldükten sonra bunalıma girer ve kâbus görmeye başlar. Gördüğü kâbuslar aslında Madeliene’in gördüğü (ya da bizim gördüğünü sandığımız) rüyalardan ibarettir. Bu rüyanın adeta dikte ettirilircesine Scottie’ye söylendiğini belirtmiştik. Scottie neden Madeliene’in rüyasını görür? Filmdeki kilit sorulardan birisi de bu olsa gerek. Scottie rüyasında Madeliene’in arzularını mı görür yoksa kendi arzularını mı? Freud’un rüya tanımından yola çıkarsak, Scottie kendi arzularını, kendi bilinçaltında yatan olayları bu rüya sayesinde açığa çıkarmıştır, telkin yoluyla kendisinin bilinçaltına teneffüs ettirilmiş olsa bile. Ancak Jung’un kolektif bilinçaltından bahsedersek bu teoriyi çürütmüş oluruz. Lakin Freud ve Jung rüya ve bilinçdışı konularında güzide örnekler sunarlar bize. Freud hastalarının psikanaliz tedavisiyle bilinçaltlarını araştırırken, Jung daha çok hastaların zihinleri açık iken ellerine bir resim çizmeleri ya da çizilmiş bir resmi yorumlamalarını ister, sonuç itibariyle aynı görünebilir ancak birinde zihin her şeye açıktır, diğerinde ise kapalıdır.

“Çok okumamış olmakla birlikte, okuduklarımın arasında bir şey beni çok etkiledi ve hala da aklımda. Simgeciliği Freud’un ve Jung’un farklı ele alış biçimleri. Bir film yönetmeni olarak çalışmalarımda simgesel görüntüleri kullanmak durumunda kaldığımdan, beni yakından ilgilendiren bir sorun bu. Jung’a göre simge hakkında daha iyi bir ifade şekli bulunamayan bir sezgiyi ifade etmeye elverişli bir araçtır. Freud’a göre ise değişime elverişli olan ve bu sebeple ifadesi edilmesi imkânsız bulunan bir şeyin yerine geçirmek amacıyla kullanılır. Bu yüzden Jung’a göre simge görüşlerimizi ifade etmenin bir yoludur. Üstelik birkaç anlama çekilebilen biçimde. Freud’a göre ise ifade edilmesine izin verilmeyen şeylerin gizlenmesinin bir yolu.” (Giovanni Grazzzini’nin Federico Fellini’ni ile Röportajından)

Yukarıda Freud ve Jung arasındaki sembolik farkı Fellini’nin ağzından dinledik. Filme geri dönelim. Scottie’nin rüyasını Jung felsefesi açısından yorumlamak daha da cazip olacaktır diye düşünüyorum çünkü Scottie’nin gördüğü rüya kişisel bilinçdışından gelen bir rüya değildir, onun gördüğü rüya, kendi arzuları değil, Madeliene’in sahte arzuları, bir anlamda toplumsal bilinçdışı örnekleridir. Ayrıca Freud’un rüyalarındaki sembolik ve örtük anlam bu filmde anlamını kaybeder çünkü görülen rüya ilk kez bizim Scottie ile birlikte gördüğümüz rüya değildir. Scottie ile birlikte gördüğümüz rüya Madeline’nin anlattıklarıdır (Madeline‘nin rüyası değildir, onun anlattıklarıdır, o halde rüyanın içerisinde örtük bir anlam aramak da faydasız olacaktır). Bu rüya sahnesinde Madeliene’in çiçek buketi dağılır ve Scottie Madeliene’in mezarına doğru yavaş yavaş ilerler ve sonunda içi boş mezarın içine düşer. (Dikkat!!!) Daha sonra Carlotta Valdes’i Gavin’in yanında görür (Madeline değil de Carlotta’nın görünmesinin nedenini aşağıda okuyabilirsiniz). Bir nevi anne figürü Carlotta’dır. Carlotta Valdes aslında Scottie’nin Anne arketipidir, başka bir deyişle onun animasıdır. Carlotta, Scottie’nin animası ise Madeline onun hayalinde canlandırdığı ve annesine benzettiği erksel amaç ve sevgilisidir (Bütün anne ve sevgililer aynıdır diyordu Jung). Konuyu daha fazla dağıtmadan toparlayalım. Ve alıntıları da biraz daha açalım.

Anima: Scottie’nin annesi, Carlotta Valdes.

Anima arketipi erkek psişesinin kadın yönüdür: Scottie rüyada Madeliene’in (sahte)rüyasını görmüştür, böylece kendisinin doğal olarak kadın yönü ortaya çıkmıştır.

Erkekler genel olarak annelerine ya fiziksel ya da ruhsal anlamda yakın olan kadınları seçerler. Bu çoğu zaman bilinçsiz bir şekilde yapılır. Schopenhauer’in Aşkın Metafiziği adlı eserinde bu detaylı bir şekilde incelenmiştir. Bunun nedeni dünyaya getirilecek neslin daha kusursuz yapılmaya çalışılması, bilimsel bir ifadeyle değinecek olursak doğal seleksiyondur. Tıpkı hayvanlardaki en güçlü olan erkeğe ya da dişiye yakınlaşma gibi. Scottie’nin aynı kadına neden iki kere âşık olduğunu düşündüğümüzde bu biraz daha netlik kazanır. Scottie’nin sadece kişisel arzuları dairesel değil aynı zamanda toplum ve insanlığın geleceği için de çalıştığını belirtmekte fayda görüyorum. Çünkü filmin bir anlamda romans yönü bu konuya değinmektedir. Jung’un psikolojik tahlil bağlamında Schopenhauer’in düşünceleriyle desteklenebileceğine inanıyorum. Yukarıda yaptığım alıntının son cümlesini yeniden yazıyorum:

“Erkek bu ölçülere göre seçimini yapar, kimi kadını beğenir kimi kadını beğenmez. Animanın yansıdığı ilk kişi annedir. Bir erkek bir kadına karşı istek duyarsa bu kadın o erkeğin animası ile eş özellikler taşır. Bütün anne ve sevgililer aynıdır.”

Aynı şekilde Scottie’nin farklı bir kadına aşık olamamasındaki neden budur bir nevi. Bütün anne ve sevgililer aynıdır sözü bu film için adeta biçilmiş kaftandır. Yukarıda Carlotta Valdes’i Scottie’nin annesi olarak gösterdim, gerçek anlamda bir anne değildir bu tabi ki. Ama Scottie’nin annesini görebilseydik mutlaka Carlotta Valdes ile ortak yönler bulabilecektik. Ayrıca buradaki anne kavramını karşılayan kişi (Carlotta) ile annesel süper egoyu karşılayan kişinin (Midge) farklı insanlar olması göze çarpmıştır. Ancak lütfen Midge’in Carlotta’nın portresini yaptıktan sonra kendi yüzünü resme kolajladığı sahneyi hatırlayalım ve Scottie’nin o andaki sıkıntılı anlarını hatırlayalım. Böylece filmdeki annesel-kadınsal bağlantılar ortaya çıkacaktır.

Scottie ruhsal durumundan dolayı hastanede yatar ve ona Midge yanında refakat eder. Açılan ilk sahnede teknik olarak alışık olduğumuz üstten yapılan çekimde Scottie’nin ruhsal durumunu yansıtır ve Midge’e bakarken ona aşağıdan bakar. Midge ise bu sahnede bir şekilde yüceltilir, ona aşağıdan bakması Midge’in konumunu yükseltir.

Midge, Scottie’ye her zaman yanında olacağını söyler ve şunu eklemeyi ihmal etmez. ‘’Kaybolmadın, annen burada’. Psycho menşeli bir söylem değil mi? Bu söylemi doktorun kendisi de destekler. Scottie’nin bu durumdan çıkması için en az 6 ay gerekmektedir. Ve bu duruma düşmesinin nedeni akut melankoli ve duyduğu suçluluk duygusudur. Norman Bates’in aynı şekilde annesini öldürdükten sonra duyduğu suçluluk duygusunun daha da hafifletilmiş halidir Scottie’nin durumu.

Scottie hastaneden çıkmıştır, kamera yine genel şehir görüntüsünden özel resim müzesi görüntüsüne geçer, Scottie uzaktan Madeliene’nin arabasını görür ve uzaktan gelen sarışın kadını ona benzetir. Sonrasında Madeliene’i izlediği eski mekânları ziyaret eder. Çok ilginçtir, aslında bir aşık her daim sevgilisiyle daha önce birlikte olduğu yerleri gezer, Scottie sevgilisini röntgenlediği, onu izlediği mekanlara gider. Çiçekçi dükkânına gider, vitrinde Madeliene’in aldığı çiçek buketinin aynısı vardır ve bu esnada arkada Madeliene’e benzeyen bir kadın (Judy) görür. Ancak Madeliene kadar bir cinsel çekiciliği yoktur. Saçlar -frijit Madeliene’inki sarı idi- kahverengi, makyaj oldukça abartılı yapılmıştır. Ve Scottie doğal olarak içgüdüsü ile kadını (Judy) takip etmeye başlar. Kadının kaldığı yer olan Otel Empire’a gelir. Buradaki otel ayrımı da ilginçtir. Bu sahne adeta Madeliene ile Judy’nin kaldıkları mekânlar arasındaki farkı belirtmek için kullanılmıştır. Madeliene’in oteli daha sofistike, aristokrat ve Victoryen şekilde dizayn edilmişken, Judy’nin kaldığı otel oldukça sıradan ve diğer binalar ile arasında pek bir farkı olmayan bir oteldir. Tıpkı Judy’nin kendisi gibi. Burjuvazi eleştirisi de çıkarılabilir pekâlâ bu karelerden. Hatta konuşmalardan. Judy’nin aksanı, konuşma şekli hatta seçtiği kelimeler bile oldukça sıradan, alt tabakadan birisi olduğu izlenimi vermektedir. Scottie onunla konuşmak için yukarı çıktığında bu kendini fazlasıyla belli eder. Judy, Scottie’yi gördüğü anda hiçbir jest ve mimik tepkisi göstermez, gerçek anlamda rolünü yapmaya devam eder. Scottie onun gerçekten kim olduğunu sorar ve Judy ona gerçek kimliğini gösterir. Tabi bu sahnede Judy arka arka giderek telefona ulaşıp güvenliği çağırmayı amaçlarken bundan vazgeçer çünkü kendisi Scottie’yi sevmektedir ve onun bu oyununa aynı şekilde karşılık vermeyi planlamaktadır.

Scottie şu ana kadar Judy’yi farklı bir kadın olarak görmektedir. Judy ise Scottie’ye akşam yemeği sözü vererek gerçek anlamda özneleşmek için bütün çabasını ortaya koymaya çalışacaktır. Scottie’nin hayal ettiği, arzuladığı nesne Madeliene’e karşı bütün varlığıyla, gerçek olan kendi kadınlığına karşı mücadele edecektir. Bu mücadeleyi kuledeki intihar sahnesini görerek başlarız. Bakış açısı değişmiştir, eski spiral merdiven sahnesini bu sefer Judy’nin bakış açısıyla görürüz, onun gözüyle anlarız ki her şey bir oyundan ibarettir. Kuleden atlayan kişi ise Madeliene değil onun kuklasıydı ve bunu tüm çıplaklığıyla görürüz. Böylece bu sahneyle birlikte filmdeki esas konu sıradan hale getirilir çünkü filmin bitimine halen yarım saat vardır. Ve filmin ana konusu kadın-erkek, etkin-edilgenlik, sadizm-mazoşizm ikilemlerine kaydırılır. Aslında filmin başından beri süren bir mücadeledir bu. Ancak son yarım saat adeta söylenenlerin altını çizmek için yapılmıştır. Judy’nin hayal ettiği kule sahnesi artık onun aslında Madeliene’i oynadığını göstermek içindir.

Judy bir mektup yazmaya ve bütün gerçekleri anlatmaya karar verir. Gevin’in de karısına benzediği için Judy’yi seçtiğini yazması oldukça ilginç bir ayrıntıdır. ‘Judy’, Gavin tarafından da nesne olarak kullanılmıştır. Madeliene, Gavin tarafından nesne olarak kullanılmıştır ve Scottie tarafından nesne olarak kullanılmıştır.

“…Sana hala aşığım ve senin de beni sevmeni istiyorum, eğer cesaretim olsaydı kalıp yalan söylerdim ve beni tekrar sevmeni sağlamayı umut ederdim, olduğum gibi, kendim için ve böylece diğerini ve geçmişi unuturdun…”

Judy’nin filmin geri kalanındaki çıkış noktası yukarıda mektubuna yazmış olduğu bu son cümleler olacaktır. Ancak akşam yemeğinde Scottie, karşıdan gelen başka bir kadının Madeliene’nin giymiş olduğu gri renkli elbiseyi görür. Aynı sahneye Judy de tanık olur ve başını yavaşça indirerek boşuna çabaladığını, Scottie’nin kafasındaki o imgeye asla ulaşamayacağını hatta yok edemeyeceğini düşünür adeta. Gece her ikisi de otele gelir. Otelin gece dış görünüşü parlak neon ışıklarıyla bir pavyona benzemektedir. Scottie, Judy’i odasına kadar bırakır ve ertesi gün buluşmak için söz almaya çalışır. Ancak Judy bir işi olduğunu ve gelemeyeceğini belirtir. Buna karşılık Scottie ‘sorumluluğunu üzerime almak istiyorum’ der. Bu filmin başından beri Scottie’nin fantezisi kadını değiştirip kendisinin arzu nesnesi haline sokmaya çalışma planlarının bir parçasıdır. Judy bu teklifi reddeder. Judy içeri girdikten sonra harikulade bir sahneye tanıklık ederiz. Judy perdelerin önünde yüzü karanlıkta kalacak şekilde sadece dışarıdan gelen yeşil neon lambalarının eşliğinde yüzünü profilden görürüz. Bu profilden bakış sahnesini Scottie’nin lokantada Madeliene’i ilk kez gördüğü sahnede görürüz. İlk sahnede her şey görünür bir halde iken bu sahnede her şey karanlıktadır. Acı olan taraf ise Judy’nin bu sahnelerin benzerliğinden farkındalığıdır. Madeliene iken ilk sahnede sanki gerçekten Scottie’nin ilgisini çekmek için biraz duraksar ancak bu sahnede Scottie’nin o ilk izlenimini yeniden yaşatmak için aynı şekilde profilden poz veriyormuş gibi durur. Sahne de zaten Scottie’nin bakış açısına dönerek zoom yapar. Judy ise bu sahnede şunu der; ‘Sana onu hatırlattığım için mi?’’ Filmdeki birçok zengin öğenin üst üste bindirilmesi sahneyi ölümsüz kılar. Kamera daha sonra Judy’nin tam karşısına geçer, ışık Judy’nin yüzünü ikiye bölmüş gibidir. Yarısı karanlıkta iken diğer yarısı aydınlıktır. Zizek’in tasviriyle Judy’nin yarı yüzü karanlıkta adeta bir uçurum gibidir. Bu Lacan’ın ‘kadın yoktur’ demesinin bir örneğidir.

‘Kadın yoktur, dolayısıyla cinsel ilişki de yoktur.’

Bu sözü film boyunca aslında deşmeye çalıştık. Buradaki kadının olmaması ya da cinsel ilişkinin olmaması gerçek anlamda kullanılmamaktadır. Buradaki anlam bana göre ‘kadının erkeğin bir arzu uzantısı olmasıdır’, ilişkiye giren kişi kadın değil erkektir çünkü onu arzulayan, onu hayal eden kişi, onu değiştirmeye çalışan ve hayalinde sürekli canlandıran kişi erkektir. Ancak bu düşünüş tarzının günümüz modern (!) ataerkil bir toplumun düşünüş tarzı olduğunu unutmayalım. Ve böylesine bir toplum yaşantısı olduğu sürece kadın her zaman hor görülecek, sadece erkeğin hayali bir uzantısı olmaktan öteye gidemeyecektir. Erkek böylesine bir toplum içerisinde aktif ve etkin bir pozisyon kalırken kadın pasif ve edilgenlik içerisinde mücadele etmeye devam edecektir. Bu yüzden kadın yoktur, erkek arzusu vardır. Zizek, Hitchcock’un The Lady Vanishes (Kaybolan Kadın) ya da Rebecca filmindeki Rebecca’yı da örnekler bu tür bir durum için. Psycho filmi de ‘kadın yoktur’ teması üzerinden ilerler (Bates’in annesini görmeyiz ya da Marion’ın öldürülmesi güzide örneklerdir). Jean-Luc Godard filmlerindeki alt metinlerde bunu sıkça duyumsarız esasen. Örneğin Weekend filmindeki bir konuşmayı hatırlayalım, bu konuşmada Hıristiyanlık öğelerine taşlama olsa da, diyalogun içerisinde ‘kadın’ın toplumdaki yerini özetleyen güzel anekdotlar var.

— Bana adını söyle küçük hanım.
— Ben mi? Benim adım Corinne Durand.
— Durand kocanızın ismi. Sizinki ne?
— Kızlık adım? Corinne Dupont.
— Dupont babanızın ismi. Sizinki ne?
- ….
— Gördün mü? Daha kim olduğunu bilmiyorsun. Hıristiyanlık kendini bilmeyi reddetmektir. Bu dilin ölümüdür.

Ya da Masculin-Feminin filminin son sahnesine bakalım. Filmin bittiği sahne bile buna dokunmaya çalışır. Filmin son sahnesinde filmin ismi görülür. Önce koskocaman harflerle MASCULIN yazısı çıkar. Daha sonra FEMININ yazısı çıkar. Ve son olarak FEMININ kelimesi içerisinde bulunan bazı harfler sırayla yok olur. FEMININ kelimesinde yok olan harfler ‘’E M I N’ harfleridir. Ve böylece geriye sadece F…. IN kelimesi kalır. Harfler birbirine yakınlaşır ‘FIN’ kelimesi ortaya çıkarak film biter. Bu da kadın yoktur (bitti) manası için ilginç bir enstantanedir.

Scottie ile Judy hoşça vakit geçirirler. Scottie Judy ile birlikte kıyafet seçmeye gider. Ve burada daha önce Madeliene’nin giymiş olduğu gri takım elbisenin aynısını ister Scottie. Judy ise bu fikri beğenmez çünkü Scottie’nin amacının kendisini daha önce sevdiği kadına benzetmeye çalıştığını bilir ve bunu çekinmeden söyler. Hitchcock’un aynı şekilde Kim NOVAK’a giyeceği elbiseyi dikte ettirmesi kayda değer bir ilginçliktir.

Sadizm ve Nesne Olma Üzerine

“Yaşamı yok etmek için tek bir nitelik (şiddete başvurmak) yeter. Şiddet edimini oluşturan başka bir şiddet türü de ister hayvan olsun ister insan olsun bir canlı üzerinde tam ve kesin ‘denetim’ sağlama dürtüsüdür. Bu dürtü ‘sadizm’in özünü oluşturur. Sadizmin özü başkalarına acı vermek değildir. Sadizmin gözlenebilen tüm değişik türleri tek bir temel dürtüye dayanıyor. Başka birinin üzerinde tam bir egemenlik kurmak, onu isteklerimizin çaresi durumuna sokmak, onun tanrısı olmak, onunla istediğimiz gibi oynayabilmek, o insanı aşağılamak, tutsak etmek, asıl amaca giden yolladır; Çünkü kendini savunma gücünü yitirmiş bir insan üzerinde ona zorla acı çektirmekten daha büyük bir egemenlik kurmak yolu yoktur. Sadist dürtünün özünde başka bir kişi üzerinde kesin egemenlik kurmanın getirdiği zevk yatar. Aynı düşünceyi, sadizmin amacı insanı bir ‘’nesneye’’, canlı bir şeyi ‘’cansız’’ bir şeye dönüştürmektir diyerek bitirebiliriz. Çünkü tam ve kesin denetim altında canlılar yaşamın tek temel niteliğini, özgürlüğünü yitirirler.” (Eric Fromm - Şiddet ve Sevgi)

Yukarıda okuyabileceğimiz üzere Sadizm bir insanı tümden denetim altına almaya çalışmak, onu nesneleştirmektir. Fromm’un sadizm üzerine bu tanımı Scottie karakterinin üzerine bir elbise gibi uymaktadır. Bütün denetimi elinin altına almak, sevdiği insanı zorlayarak kendisinin sadist eğilimlerini ortaya çıkarmaya çalışmasından görebiliriz. Nietzsche’nin ise ataerkil bir toplum üzerinde ya da erksel amacın dişil amacı çarpıtması açısından aşağıdaki sözleri önemlidir yine. Sadizme yakın sayılabilecek bu tanım Böyle Buyurdu Zerdüşt eserinden alınmıştır; söz konusu bölümde Zerdüşt yaşlı bir kadınla olan sohbetinde yaşlı kadına şunu söyletir (bana göre Schopenhauer etkisi de vardır);

“Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!…”

Judy’nin özne olma çabaları yine kar etmez ya da yeterince mücadele etmez, bunu da Judy’nin içindeki mazoşist eğilimlerden anlayabiliriz. Scottie ile karşılaştığı ilk anı hatırlayalım, güvenlik görevlisini çağırmak için telefona uzanışını ve bundan vazgeçişini, yazdığı mektubu yırtmasını hatırlayalım. Madeliene gibi giyinmeyi ve son olarak gerçekten her şeyi kabul ettiği sahne olarak saçını tıpkı -bu sahnede Scottie saçının şekli için bir şey söylemez- Madeliene gibi boyar ve Scottie saçının şekli hakkında hiçbir şey ima etmemesine karşın saçını Madeliene gibi spiral bir şekilde yapar. Sonuç Madeliene’dir. Scottie, Judy’yi bir hayal olarak görür (kadın yoktur), sonra bu hayal içerisinden Madeliene ortaya çıkar. Sinema tarihinin en güzel sahnelerinden birini yaşarız. Hiçbir kesme (Decoupage) olmadan Scottie, Judy’yi öper ve öperken kamera etraflarında dönmeye başlar. İlk dönüş gerçekleştiği sırada arka plandaki mekân da değişime uğrar. Bu değişim otel odasından kilisenin, kulenin bulunduğu mekâna ve Madeline’in intihar etmeden önceki at arabası sahnesine dönüşür. Ve bütün bunlar olurken sahnede kameranın dönmesi dışında hiçbir teknik uygulanmaz. Bana göre bu sahne en az Psycho filmindeki duş sahnesi kadar güzeldir. Ve kamera dönüşünü 360 derece tamamladığı sırada her şey eski haline gelir. Mekanın değiştiği anda Scottie de Judy’yi öpmeye ara vermiş görünür, neyin gerçek ve neyin hayal olduğunu hatırlamaya çalışır çünkü intihar etmeden önce aynı şekilde Madeline’i öpmeye çalışmıştır.

Judy artık rahat ettiğini sandığı anda siyah bir elbise giyer ve üzerine ziynet eşyası olarak Carlotta’nın portresinde bulunan kolyeyi takar. Scottie bu ayrıntıyı fark ederek bütün oyunun farkında olur. Judy ile birlikte son olarak kulenin bulunduğu kiliseye gelir. Sirküler olarak spiral daireler tamamlanmıştır ve Scottie bu gerçekliğin içinde her şeyin bilincinde iken sürekli aynı yerde dönüşüne son verir. Judy’yi aynı sahneyi oynaması için zorla yukarı çıkarır ve bu sırada beklenen yine gerçekleşir. Baş dönmesi ve akrofobisi yeniden nükseder ancak ilk başta belirttiğimiz gibi bu korkuyu aşabilmesi için gerekli tüm yollardan ve deneyimlerden geçmiş bir şekilde bir anlamda hazırbulunuşlu bir şekilde yoluna devam eder. Scottie’nin hastalığı ve korkuları sona ermiştir. Judy’yi zorla tutarak onu Gevin’in kendisinden fazla değiştirdiğini söyler. İki sadist erkek arasında kalan mazoşist bir kadın. ‘İşte şimdi mükemmelleşti dünya’. Film noir’lerdeki kadın sonuna yakın bir son yaşar Madeliene/Judy. Gölgeler içinde görünen yaşlı rahibe onu korkutur ve gerçekten Judy kendini kuleden aşağı atar. Lanet kırılmıştır böylece. Film boyunca üzerinde taşıdığı suçluluk lanetini taşıyan Scottie, Yaşlı Rahibe yüzünden Judy’nin korkup atlaması sayesinde bunu üzerinden atmıştır. Yani film sirküler olarak sona ermemiştir. Scottie korkusunu yenmiş ve bizlere sinemanın böylesi bir başyapıtını hediye ettiği için Hitchcock’a teşekkür etmek kalmıştır. Kendisine Attila İlhan’ın ne KADINlar sevdim zaten YOKtular şiirini yolluyorum.

Ne ‘kadın’lar sevdim zaten ‘yok’tular

Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir

Azıcık okşasam sanki çocuktular

Bir akşam korkudan gözleri sislenir.

Ne ‘kadın’lar sevdim zaten ‘yok’tular

Böyle bir sevmek görülmemiştir

Hayır sanmayın ki beni unuttular

Hala ara sıra mektupları gelir

Gerçek değildiler birer umuttular

Eski bir şarkı belki bir şiir

Ne ‘kadın’lar sevdim zaten ‘yok’tular

Böyle bir sevmek görülmemiştir

Yalnızlıklarımda elimden tuttular

Uzak fısıltıları içimi ürpertir

Sanki gökyüzünde bir buluttular

Nereye kayboldular şimdi kimbilir

Ne ‘kadın’lar sevdim zaten ‘yok’tular

Böyle bir sevmek görülmemiştir. (Attila İlhan)

Yazan: Kusagami

kusagami@sanatlog.com

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (1. Analiz)

BİRİNCİ ANALİZ:  Hakan Bilge

VERTİGO

Libidonal, Femme Fatale & Film Noir Tandanslı Bir Okuma

“Mantıklı duygu: Her şey düzelir –hiçbir şey sürmez.

Aşk duygusu: Hiçbir şey düzelmez –gene de sürer.”

(Roland Barthes; Bir Aşk Söyleminden Parçalar)

“Betül’e ithaf edilmiştir…”

Alfred Hitchcock filmografisinde femme fatale arketipine en çok yaklaşan tiplemelere bakacak olursak –sanılanın aksine– zengin bir çeşitlilikle karşılaşmayız. Stage Fright’da (1950, Sahne Korkusu) dev oyuncu Marlene Dietrich’in canlandırdığı Charlotte Inwood karakteri, Strangers on a Train’deki (1951, Trendeki Yabancılar) tenis şampiyonunun (Farley Granger) yüzsüz ve de şirret karısı Miriam’a hayat veren Kasey Rogers ve The Paradine Case’de (1947, Celse Açılıyor / Paradine Davası), gizemli Bayan Paradine rolünde görünen Alida Valli; Hitchcock yapıtındaki meşum kadınlar olarak göze çarpıyorlar. (Rebecca’daki Judith Anderson gibi lezbiyenliğe davetiye çıkartan kıskanç kadınları ya da Notorious’daki Leopoldine Konstantin, The Birds’deki Jessica Tandy, Marnie’deki Louise Latham gibi dominant anne rollerini / modellerini bir yana bırakıyoruz.) Bütün bu saydığımız isimlerin yanına, hatta en başa yazmamız gereken bir isim var: Vertigo’da (1958, Ölüm Korkusu), Madeleine Elster / Judy Barton tiplemelerini canlandıran Kim Novak…

Amerikan ikonalarından Kim Novak, Hitchcock’un sözleriyle, “Masum ve klas suratının altında yatan fahişe ruh ifadesine sahip” bir kadını oynadığı Vertigo’da, femme fatale’ın belirgin özelliklerini taşıyan bir karakter yarattı. 50’lerin popüler ikonlarından olan oyuncudan istediği verimi alabilmek için Novak’ın özgüvenini sarsıcı eylemlerde (setteki aşırı müdahalelerini Novak’ın giyim kuşamına karışmaya kadar vardırmıştı) bulunan Hitchcock, benzer sorunları Tippi Hedren ile de (The Birds ve Marnie) yaşayacaktı. Gitgide büyük egosunu daha çok öne çıkartan yönetmen, kimi sorunlara rağmen olağanüstü bir sinema eseri yaratmayı başardı… Maestronun 50’ler ve 60’larda psikanalizin damgasını vurduğu çokkatmanlı yapıtlarından biri olan Vertigo, gizemle, tutkuyla, saplantıyla sıkı sıkıya örülmüştür. Flu kalan noktalar da vardır. Bütün bu flu noktalar, defalarca kez izlendiğinde –belki– çözülür ve bu Hitchcock başyapıtı ancak o vakit bir bütünlük arz eder. Dolayısıyla bu incelemede oylumlu Vertigo eleştiri külliyatına –naçizane– bir “paraf” atmaya çalışacağız…

**********

Scottie (James Stewart), “görünenin ardındaki görünmeyen gerçeği” (yönetmenin sinemasını özetleyen bir ifade) nihayet aralar: Kolye sayesinde… İçine yuvarlandığı kumpas, öykünün ilerlemesini sağlayan bir lokomotif işlevi üstlenir. Bunun Hitchcock’taki karşılığı Mcguffin’dir. Vertigo’da Mcguffin’in devreye sokuluşu Madeleine’in sözde çift-kişilikli oluşuna karşılık gelmektedir. Burada ironik bir durumla karşı karşıya kalırız. Ortajen noir örneklerinde femme fatale zaten çitf-kimlikli, sahte kimlik kuşanan, kılık değiştirebilen, farklı isimlerle boy gösteren bir sinemasal arketiptir. Vertigo’da Madeleine / Judy karakterleri de ikili varlıklarıyla ortajen noir örneklerindeki öncellerinin yanına konulabilir ise de; nüansta belirgin farklılıklar görülür. Öncelikle Scottie’nin femme fatale ile karşılaşması, bağlantıya geçmesi ortajen noir öykülerindeki gibi, erkeğin kadının etki alanına girdikten sonra onun direktifleri doğrultusunda hareket etmesi ve/ya da onun için cinayet işlemesi gibi klişelerden (bu sözcüğü “klasik noir mitosu”nu ifade etmek maksatlı kullanıyorum) geçmemektedir. Burada doğrudan femme fatale tarafından -klasik ve genelgeçer- bir ayartılma, baştan çıkartılma da söz konusu değildir. Bütün entrika, Madeleine’in öldüğü süsünü vermek, buna herkesi inandırmak üzerine inşa edilmiştir. Özel Detektif Scottie ise zaten bunun farkında değildir…

Mcguffin, seyirci için fazla önem teşkil etmese bile, film kahramanları için olağanüstü derecede önem kazanabilirler. Mcguffin, hem öykünün örgenselleştirilmesinde bir araç işlevi görürken hem de esas konu karşısında önemini yitirmektedir. Aslında Madeleine’in -bilindik anlamda- çift kişililikli olmaması, her şeyin Scottie’yi oyuna getirmek ve bu yolla da birtakım çıkar hesaplarını sistematize etmek için kurgulandığı düşünülürse; Mcguffin’in işlevselliği de, ne kadar önem arzedip arzetmediği de anlaşılabilir. Scottie için asıl sorun, işinin parçası olan bir kadına, yani Madeleine’e saplantı derecesinde tutulmuş olmasıdır. Madeleine öldükten (!) sonra zihinsel komaya girmesi, ruhsal bir klinikte tedavi görmesi, saplantıyı biraz öteye taşır (deliliğin karanlık cehennemidir bu). Burada devreye suçluluk duygusu ve vicdan azabı da girecektir. Ama en çok aşk ve saplantı komasından söz edilebilir. Biz de öyle yapacağız…

Akrofobik Scottie özel bir detektif olarak işi gereği röntgenlemeye alışkın biridir. Kara film örneklerinde polis detektiflerinin / müfettişlerinin ya da özel detektiflerin işlerinin bir parçası da takip edilen kişiyi, suçlu olduğu düşünülen insanları gözetlemek ve gizlice dinlemektir. (Kara film parodisi The Long Goodbye’da bile vardır bu; işini kendisi halleden Dirty Harry’deki Müfettiş Callahan’da da…) Bazen de detektif, işinin bir parçası olan kadına (femme fatale) saplantı derecesinde tutulur. Otto Preminger’ın 1944’te çektiği Laura (Kanlı Gölge) filminde, polis detektifi (Dana Andrews), ansızın ortadan kaybolan ve eni sonu öldüğü yargısına kapınılan kadına (Gene Tierney) aşık olur. Kadının fotoğrafına uzun uzun bakar ve hayallere kapılır… Scottie de işinin parçası olan kadına (femme fatale) tutulmuştur. İki film arasındaki özdeşlik, -kabaca- “öldüğü bilinen kadınla cinsel ilişkiye girmek istemek” (nekrofili) olarak özetlenebilir. Motive edici unsurlar elbette farklılık arzetmektedir. Preminger’ın Laura’sında detektif, daha önce hiç karşılaşmadığı birini, sadece fotoğraflardan aşina olduğu bir kadını arzulamaktadır. Hitchcock’un Vertigo’sunda ise, tanışma, konuşma ve cinsel temas söz konusudur. Bu yönüyle Scottie’nin ruhsallığı daha karmaşık bir proses izleyecektir. Akrofobi, nekrofili, voyörizm, suçluluk hissi, aşk, tutku, obsession şeklinde birbirine sarmaşan travmatik bir proses…

Bu geniş sancılı dönemleri ayrı ayrı izlemeyeceğiz; ama akrofobiden obsesessionun gizemli doğasına yolculuk ederek başlayabiliriz…

Freud’un psikanalitik kuramında “hastanın (‘olgu’nun), travmasını hatırlayarak aşması” şeklinde kabaca özetleyebileceğimiz bir meditasyon, ipnotizma, telkin prosesi izlenir. Sonraları Freud da dahil onu izleyen öğrencileri ipnotik mekanizmalar zincirini reddeden teorik izahatlara giriştiler. Vertigo açısından, tırnak içinde özetlediğimiz, psikanalizmde yer işgal eden teorik-pratik teknikler ya da yönergeler bizi doğrudan ilgilendirmiyor kuşkusuz. Yalnız Scottie’nin akrofobik doğasına bakarken “hatırlayarak aşma” konusuna temas etmemiz gerekecek. Önümüzde duran elbetteki canlı bir organizma veya psikanalitik bir olgu değil; nihayetinde bir film yapıtı inceliyoruz, fakat filmde vurgulanan kimi sahneler karakteristik olarak psikanalitik açılımlara muhtaç duruyor; en azından biz böyle düşünüyoruz.

Scottie, Madeleine sandığı kişiyle de, Judy ile de, esasen aynı kadınla iki kez İspanyol Manastırı’nın çatısında bulunan çan kulesine çıkar. İlkinde sembolik olarak ölümden bahsediyoruz. Bir kumpasın parçası olarak ölmekten… Scottie cephesinden durum bu denli basit görünmez, görünemez. İşin aslı, akrofobisine yenildiği için bir kadının ölümüne sebebiyet verdiğini düşünmektedir. Üstelik bu kadın sıradan biri değildir. Öncelikle işinin bir parçasıdır; fakat özünde aşık olduğu, sevdiği kadındır. Bu noktadan sonra Scottie’yi zor günler beklemektedir. Ruhsal tedavi aşamalarından geçecek, hayatını sorgulayacaktır. Eski haline dönse bile; bir vakitler Madeleine’i ziyaret ettiği yerlere giderek bir çeşit yapay “dejavu” yaşayacak ve onu hala unutmamış olduğunu kanıtlayacaktır. İşte buradan itibaren de obsessionun boyutu bir tür sınırsızlığı ifade eder. Scottie’nin arzusu sınır tanımayacak ölçüde kuvvetlidir. Sözgelimi sarışın ve cezbedici kadınları Madeleine olmasını istermişçesine izlemesi, onlara bakmaktan kendini alamayışı; özünde ise zaten öldüğünü bilmesi sorunun “çok-denklemli” olduğunun ipuçlarını vermektedir. Scottie ideal kadın Madeleine imiş gibi onun benzerini; ama son kertede ölmüş olan Madeleine’i arzulamaktadır. Judy Barton ile sonradan yaşayacağı karmaşık, dominant ilişki zaten bunu büyük ölçüde açığa çıkartacaktır…

Vertigo’da Psycho (1960), The Birds (1963) ve Rear Window’daki (1954) gibi açığa çıkamayan bir cinsel enerji, Scottie’nin dengesini bozacak denli kuvvetli bir şekilde bastırılmıştır. Rear Window’da (filmle ilgili kısa bir analiz için tıklayınız) Lisa’yı (Grace Kelly) reddeden bünye (James Stewart), Vertigo’da Midge’i (Barbara Bel Geddes) reddeder (İki karakterin de aynı oyuncu tarafından, yani James Stewart tarafından canlandırılması tesadüf değildir). Psycho’da (Psycho analizleri için tıklayınız) aseksüel bünye (Norman Bates) cinselliğini pratiğe dökemez. The Birds’de cinsel çekinceler; psikolojik gerginlik ve korku olarak belirir. Rear Window’da Lisa kanalı ile temas edilen psikolojik husus, genel olarak kadınlardan duyulan korkudur. Tabii filmde bu yumuşatılmış (Birleşik Devletler sansür mekanizmaları bunda başat etkendir ama yönetmenin tercihi olarak bakalım biz buna) ve psikolojik korku (kadınlara ve cinselliğe yönelik geliştirilen korku) evlilik korkusu olarak işlenmiştir. “Okuma” sürecinde, alt metinlerde kadın korkusu belirgin bir biçimde saptanabilir. The Birds, Rear Window ve Psycho’yu burada sadece anımsatmakla yetiniyoruz. Söz konusu üç yapıtın da psikanalizmin damgasını vurduğu yapıtlar olduğu düşünülürse ortak noktaları da kuşkusuz ki olacaktır. Bütün bu yapıtlara libidonik süreçlerin inceden inceye yedirildiğini söyleyebiliriz.

Tekrar Vertigo’ya geçmeden evvel hatırlatmamız gereken bir konu var: Hitchcock yapıtlarında ikilemelerin sıklıkla yer alması ve farklı öyküler altında bu ikilemelerin yinelenmesi… Şimdi bu paragrafa başlarken söylediğimiz şeyi, Scottie’nin Midge’i (anaç eski sevgili) reddetmesinin nedenini anlamaya çalışabiliriz…

Hitchcock’un birçok filminde yarattığı “double karakter” ya da “öteki”den farklı olarak, Vertigo’da, Scottie’de mevcut olan kadın korkusunun örnekleyicisi hüviyetinde bir karakter vardır ki bu karakter Midge’den başkası değildir. Midge, taktığı gözlüklere (“gözlük” bir maskedir burada) bakılırsa, olumlu duygular beslediği Scottie gibi, Scottie’ye rağmen bazı duygularını gizleyen bir karakterdir. Bu minvalde ilk olarak Midge’in Scottie’nin cinsel-psikolojik eğilimini ilk elden anlamamızı sağlayan bir dekor-karakter olduğunu söylersek abartmış olmayız (aslında abartılı, evet farkındayım). İkinci olarak da, arzunun çeşitlemelerini ve döngüselliğini kavramamız için de bir yardımcı karakter görevi de üstlenmektedir. Şu halde Midge, nasıl Scottie tarafından cinsel bölgesinin / sınırlarının dışına fırlatılıyor ise, Scottie de Madeleine tarafından –öyle veya böyle– boşluğa fırlatılacaktır. Bu boşluk, deliliktir… Madeleine, lüks restoranda kameranın da bedenine iştahla vizör tuttuğu gibi, yüceltilen / tapınılan / ideal kadının (İspanyol Manastırı’nın çağrıştırdığı kilise sembolizmini anımsayalım) simgesi olup çıkacaktır. Başka bir dünyadan gelmiş gibi gizem yüklü görünen (“görünenin ardındaki görünmeyen”) bu yaratık (Azize), Scottie’nin yörüngesinden uzun bir müddet çıkamayacağı bir güzellik tanrıçası olarak persona’sı indirilene dek anılardaki yerini korumaya devam edecektir.

Evet, buradan itibaren Madeleine’den Judy’e doğru bakabiliriz…

Yukarıda, Vertigo’daki femme fatale imajının ortajen femme fatale arketipinden farklılık arzettiğini mimlemiştik. Bunu çoğaltalım… Ortajen örneklerde, femme fatale sahnede kalmak için belirgin bir şekilde mücadele eder. Varlığını erkeğin karşısına konumlandırır. Bağımsızlığını vurgular. Ama Vertigo handiyse bütünüyle erkeğin, yani Scottie’nin öyküsüdür. Cinselliğiyle, ruhsallığıyla, bireyselliğiyle, saplantılarıyla, rüyalarıyla, hayalleriyle, kişiliğiyle Scottie’nin öyküsü… Femme fatale ise, röntgenlenen, takip edilen ve sonunda tutkuyla arzu edilen bir arzu nesnesidir. Bu, Madeleine için böyle. Persona’sı yırtılıp da yerini Judy’e bırakana değin Madeleine erkeğin arzularının sınırlarını zorladığı bir güzellik unsurudur.

Madeleine’in ortajen femme fatale arketipinden nüanslarını şöyle sıralayabiliriz:

Madeleine, işverenince para karşılığı tutulmuş bir kadındır her şeyden önce. Ereği asal manada “baştan çıkartmak” ya da “ayartmak” değildir. Çift-kişilikli bir kadın imajına bürünerek Scottie’nin “işinin bir parçası” haline gelmiştir. Bu arada Scottie’yi de görevlendiren aynı kişidir. Yani Scottie’nin bir arkadaşı… Görünüşte Madeleine çift-kişilikli genç bir kadındır; fakat gerçekten de çift-kişiliklidir. Madeleine kimliğine bürünmüş Judy Barton isimli bir kadındır. İşte bu çift-kişiliklilik imajına getirilen “yeni yorum”, femme fatale’ın klasik noir’daki femme fatale imajından kopuşunun bir göstergesidir.

İkinci kopuşu ise şöyle özetleyebiliriz:

Madeleine kumpas sonucu ölmüş (!) olsa bile, erkeğin hayal ve çağrışımlar kanalıyla, rüya ve hatıralar yoluyla görüntüsünü çoğalttığı, yeniden-üretilen bir arzu nesnesi olmaya devam edecektir. Bütün bu yeniden-üretilen arzu, kendisinden bağımsız gelişmektedir.

Klasik noir’ın kadınları organiktir. Bu dünyaya aittirler. Erkeklerin onları arzulaması, şehvetle istemelerinin makul bir nedeni vardır ve zaten dişi, bu şehvani tarafını kullanarak erkeği ayartır (Billy Wilder’ın Double Indemnity’sinde Barbara Stanwyck), yörüngesine dahil eder (Jacques Tourneur’un Out of the Past’ında Jane Greer). Burada ayartmanın nihai ereği bellidir: Erkeği cinayete azmettirmek (Orson Welles’in The Lady from Shanghai’ında Rita Hayworth) ya da onun kas gücünden faydalanarak paraya / servete sahip olmak (Tay Garnett’ın The Postman Always Rings Twice’ında Lana Turner)… Erkeği “kurban” olarak seçip işlenilen bir suçu onun üzerine atmak. (Michael Curtiz’in Mildred Pierce’ında Joan Crawford) Vesair.

Vertigo’da yine durum bunun tersinedir. Femme fatale sahneye adım atar, erkekle temas kurar. Ereği onu cinayete azmettirmek de değildir, işlenilen bir suçu onun üzerine atmak da. Tam bu noktada Vertigo klasik noir’a epeyce yaklaşır. Scottie, Madeleine’in ölümünden kendisini sorumlu tutar, suçluluk duyguları içinde kıvranır. En sonunda da üzerindeki yükün psikolojik etkisi sonucu akıl hastanesinde tedavi görecektir. İşte bu noktada Vertigo klasik noir’ın çizgisinden yeniden ayrılır. Hemen ifade edelim: Vertigo, klasik noir’ın öykü kurgulamasından, femme fatale imajından iyice saparak kendisine farklı yollar açan bir başyapıttır. Hatta kendi yolunu kendisi çizerek polisiye janrın kodlarını da dönüştürür. Film noir’ın şablonunu tersyüz eder.

İşte Vertigo’nun bütün bu nitelikleri, kendine özgülüğü, klasik noir kodlarından –her ne kadar bir yüzü oraya dönük olsa da– bağımsız hareket ettiğini kanıtlamaktadır. Zaten Hitchcock filmlerinin klasik noir çizgisinden hareketle pek “okunamayacağını”, “değerlendirilemeyeceğini” rahatlıkla ifade edebiliriz. Vertigo da öteki Hitchcock yapıtları gibi Hitchcockian bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Bu nedenle, bu zemini dolaşabilmek için klasik noir’ın kodlarına değil de Hitchcock sinemasının kodlarına bakmak gereklidir. Hitchcockian kodlara…

Judy Barton için ne söyleyebiliriz, şimdi ona bakalım…

Scottie’nin Madeleine’i ideal bir kadınmışçasına / bir azize imişçesine yüceltişinin altını çizmiştik. Madeleine, İspanyol Manastırı’ından düşüp ölmüştü sözde. Manastırda trajik bir merhaleye kilitlenen öykü, yine bu manastırda düğümlenecektir. Belki bu düğümlenmeyi bir tür “çözüm” olarak adlandırabiliriz. Madeleine’in ölümü ile birlikte, aşk komasına girip de suçluluk duygularıyla altüst olan ve bunun sonucunda ruhsal tedavi gören; hem mesleki hem de özel yaşamının “kurban”ı durumuna düşen Scottie artık “akıllanmıştır.” Tuzağa düşürülmüş, “kurban” edilmiştir bir zamanlar; fakat yeni “kurban” bellidir: Judy Barton. Scottie, ortak edildiği yanılsamanın içinden çıktığında duygusal olarak ikinci şokunu yaşamıştır. Ama… “İyileşmiştir” de artık. “Gizem” çözülmüştür, taşlar yerine oturmuştur. Sıradan kadının (Judy) persona’sını yırtıp ideal kadınla (Madeleine) karşılaşan (tersi de doğru) Scottie’nin bir kez daha çan kulesine çıkması gerekecektir. Sembolik olarak (bir kumpas sonucu) ölen Madeleine, Judy’nin bedeninde bu kez gerçekten yaşamını yitirecektir. Evet, bu son sahne izleyeni apaçık bir şoka uğratır. Tıpkı “hatırlayarak unutmanın psikolojik şoku” gibi. Scottie, kilisenin çan kulesine tırmanarak yükseklik korkusunu aşmıştır. Madeleine’i yeniden yitirdiğinde, ona olan aşkı da yitmiş midir? Bunun yanıtı iki uçludur: evet ya da hayır. Şahsım için ise sorunun yanıtı “evet”tir.

Evet, bu kez Judy “kurban” edilmiştir. Bu duygusal şok, Hitchcock yapıtında pozitif özellikleri olan, ruhsal arınma / büyüme / rahatlamayı hızlandıran bir şoktur. Yükseklik korkusu yüzünden Madeleine’i kurtaramadığını zanneden Scottie, bu ikinci şoku yaşadığında, yani Judy’nin “gerçekten” ölümü ile karşılaştığında, ruhsal bütünlüğüne ancak ulaşmıştır. Bu ruhsal totalite salt akrofobisine galebe çalmaya yaramamış, aynı zamanda Madeleine ya da Judy’i, gerçekten sevip sevmediğini test etmesini de sağlamıştır. Yukarıda, Freud’u refere etmiştik. “Hastanın (‘olgu’nun), travmasını hatırlayarak aşması” bahsini açmıştık. İşte, Scottie’nin iki farklı öykü içinde, iki kere Manastır’ın kulesine çıkması; aslında aynı kişi olan Madeleine ve Judy ile birer kez “şok” yaşaması; birbirine içkin iki “ruhsal şok” olarak ilkinde “trajik”, ikincisinde ise “pozitif” bir şok yaşatmıştır. Artık Scottie’nin iyileştiğini varsayabiliriz. Vertigo ile birlikte bir kez daha, erotizmin ölümü de içerdiği tezi bir sorunsal olarak karşımızda belirmektedir.

Freud’a davetiye çıkartan söz konusu “psikolojik şok”un olumlu anlamda transfer edilmesi olgusu gerçekten dikkat çekici ve fakat sinemada çokça rastlamadığımız ayrıksı bir psikolojik durumun varlığına işaret etmektedir. Amerikalı yazar ve yönetmen David Mamet, suç psikolojisini, suçun perde arkasını merak ve oyun unsuru olarak betimlediği neo noir’ı House of Games’de (1987, Oyun Evi) benzer biçimde klasik Hitchcockian ya da Freudyen mevzuuyu tasvir etmeyi denemiştir. Mike (Joe Mantegna) adlı centilmen ve kibar bir suçlunun başını çektiği dolandırıcı çetesinin oyununa gelerek yüklü miktarda parasını kaptıran psikiyatr-yazar Margaret Ford (Lindsay Crouse), izole, erkeklerden ve cinsellikten uzak, erkeksi yürüyüşü ve giyim tarzıyla, hatta erkeksi sigara içişiyle dikkati çeken; sadece işiyle ilgilenen, günün kimi bölümlerinde “dili sürçen” (Freud’a selam olsun yine), yalnız yaşayan bir kadındır. Dolandırıcıların oyununa geldikten sonra kesin ve trajik bir şok yaşayan psikiyatr, çabucak “kendine gelir” ve durumu gözden geçirerek kimi sonuçlara ulaşır. Mike ile birlikte olduğu vakitler boyunca cinselliğe, heyecana, korkuya tanık olmuş; sıkıcı ve memnun olmadığı rutin iş yaşamının da dışına adım atarak daha önce hiç karşılaşmadığı şeyler yaşamıştır… Psikolojisini etkileyen, bastırdığı duygularını açığa çıkartan, ona farklı bir yaşam biçimi sunan, cinsellik ve heyecanla tanıştıran erkeği (Mike) öldürdükten sonra özgürlüğüne (belkide “gerçek” kimliğine) ancak ulaşır. Artık bütünüyle farklı bir psikoloji edinen orta yaşlı kadın, giysileriyle birlikte yaşam biçimini de değiştirmiştir…

Scottie’nin akrofobisini “orgazm olamamak” ile “iktidarsızlık” ile ilişkilendirip söz konusu edebiliriz. Korkulanın, korku duyulanın “yükseklik” ile birlikte “kadın bedeni” ya da “cinsel ilişki” olduğunu iddia edebiliriz. “Uçma” düşüncesi ile “orgazm olarak uçma” (bebeğin anne kucağında sallanması, havaya atılıp tutulmasına dek geri giden bir düşünce bu) düşüncesini çarpıştırabiliriz, yan yana getirebiliriz. Uzun süre cinsel ilişkide bulunamayan “olgu”nun psikopatolojik semptomlarla karşı karşıya kaldığını da biliyoruz. Fakat Scottie’de daha kompleks bir psikolojinin varolduğunu, “arzu üretimi” ile bağlantılandırarak çözümleyebiliriz. Öncelikle Scottie, her şeyi dıştalayarak, elinin tersiyle iterek Madeleine’e kilitlenmişti. Aidiyetini bütünüyle ona teslim ederek, Madeleine’in öldüğünü bilmesine karşın onu fantezilerinin başaktrisi yapmakta çekince görmemişti. İşin aslı bu “ideal kadın” olgusu bize çok aşina bir ruh durumunu anımsatıyor: anne bedenine duyulan özlem. Luis Bunuel’in Cet obscur objet du désir’inde (1977, Arzunun O Belirsiz Nesnesi) dişi, farklı görünümler altında, “sonsuz kere sonsuz” arzulanmaya devam ediyordu. François Truffaut’nun La Sirène Du Mississipi’sinde(1969, Evlenmekten Kokmuyorum) yine femme fatale (Catherine Deneuve), maskesi düştükten sonra dahi arzu nesnesi konumunu üstlenmeye devam ediyordu. Vertigo’da ise bundan eser bile yoktur. Ama arada ortak bir nokta var sanki: Anne bedenine duyulan özlem…

Sadede gelirsek:

Vertigo’daki malum “şok”, öykünün kadın sistemini de, zaten bir Mcguffin olan detektiflik işini de alaşağı eder böylelikle. “Erkeğin filmidir bu,” demiştik ya, işte o noktaya geri döneriz film bitince. Bu iki kadın karakter de (Madeleine & Judy) Scottie’nin cinsel-psikolojik prosesinin nabzını tutmak için sahneye adım atan kadınlardır. Femme fatale erkeği yaralamıştır; fakat erkek de dönüp kadını yaralar. Yaraladığı ise Madeleine değil, Judy’dir. “Tuzak kurucu”nun cinsiyeti değişmiştir. “Kurban” da değişmiştir, “fail” de…

Hakan Bilge

Ayrıca şurada yayımlandı. 

hakanbilge@sanatlog.com

Sonraki Sayfa »