Renkli Magnumlar

Hepimizin görsel belleğinde (daha da iddialı olmak gerekirse, ikinci derecedeki ve belki de asıl önemli bellek alanı olan kolektif belleğimizdeki) yeri sarsılmaz bir köşe başını kaplayan görüntüler bulunmakta. İstesek de istemesek de hiçbirimizin algı kapaklarının sonuna kadar kapatılması mümkün değil. Bu nedenle doğal ve sağlıklı olduğunu iddia edebileceğimiz bir şekilde günümüzün ve tarihimizin önemli sayılan yaşantıları, belleğimizde gerekli olduğu zaman çıkmak üzere bir kenarda mevzileniyor. Bununla beraber bizden de önce bunun farkında olanların, bunu kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya yönelik, sürekli birtakım girişimleri oluyor. Bu da algılarımızda hem içeriye hem dışarıya doğru global bir tıkanmaya yol açıyor. (Algılarımız ilk aşamada önemli bir imgeler transferiyle manipüle ediliyor. Bu manipülasyon sonucu yeni algılar da önceden belli ölçüde yönlendirilmiş biçimde yaratılıyor. Tekrar ilk aşamaya geliniyor ve bu böyle sürüp gidiyor.) Bu algı daralması tümüyle dış etkenler ve yönlendirilmeler tarafından belirlenmiyor tabii ki. Belki de insanın önsel düşünme zincirleri hepimizde kolaya varan bir genellemeyi meydana getiriyor. Bu şekilde belki de rahat ediyoruz ve yeni ve tehlikeli bilgilerden kendimizi sıyırıyoruz ya da öyle sanıyoruz.

Siyah beyaz belgesel fotoğraf denince akla ilk gelen isimlerden birinin Magnum, Magnum denince de akla ilk gelen şeyin -tabii konuyla ilginenler için söz konusu bu- siyah & beyaz ve oldukça ciddi belgesel fotoğraflar olması tabii ki tesadüf değil. Robert Capa’nın savaşları, Economopoulos’un Balkanları, Henri Cartier Bresson’un kritik anları… İşte tüm bunlar -zorunlu ve gerekli süreçlerin sonucu olarak- zihnimizde yer ediyor (belki de edemiyor). Çağımızın kaotik yaşantısı ve bunun aktarımındaki belki de en önemli araç olan fotoğrafın kullanımında ustalaşan ve belgeleme ve arşivleme güdülerini, toplumsal sorumluluk bilinci ve sanatsal duyarlılıkla birleştiren fotoğrafçılar, ortaya koydukları eserin kendilerinden ayrılıp kolektif yaşantının kayıt anlarına dönüşmesini sağlıyorlar. Bunu da siyah ve beyazı kullanarak yapıyorlar. Ve bu da bizim düşünme ve soyutlama yeteneğimizle örtüşüyor olmalı ki etkisini hiçbir şekilde yitirmiyor ve bu olanağı ile siyah & beyaz, renkli fotoğrafa rağmen büyük bir dirençle varolmayı sürdürüyor.

Fakat bu direnci kırmaya yine Magnum fotoğrafçıları girişiyor. magnumphotos.com adlı internet sitesinde bulunan Harry Gruyaert ve Gueorgui Pinkhassov’un fotoğrafları gerçekten de görülmeye değer. İlginenler Geniş Açı dergisinin 31. sayısında Pinkhassov’la tanışmışlardı. 1952 senesinde Moskova’da doğan Pinkhassov’un fotoğrafa olan ilgisi öğrencilik yıllarına dayanmakta. Pinkhassov, 1969-1971 seneleri arasında Moskova Sinema Enstitüsü’nde (VGIK) eğitim görmüş. 1971-1980 arası boyunca Rusya’da bir sinema stüdyosu olan MosFilm’de çalışmış. Orada da yine görsellikle ilgili görevler almış. Ünlü Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’nin onu 1978’de Stalker (İz Srücü) filminin setine çağırması ile birlikte onunla çalışma şansı yakalamış. 1988’de Magnum’a kabul edilmiş ve çeşitli ülkelerde çeşitli foto-röportajlar üretmiş. Fotoğrafı aslında bir iletişim aracı olmaktan ziyade yaratım aracı olarak, keşiflere olanak sağlayan bir medyum olarak değerlendirmekte olan Pinkhassov aslında, bu anlamda Magnum’la tümüyle uzlaşıyormuş gibi görünmüyor.

Gruyaert ise 1941 Belçika doğumlu. Görsellik onun da küçük yaşlardan beri ilgisini çekmiş. Çalışma hayatına, ışık ve kompozisyon bilgisine iyice hakim olmasına yardımcı olacak bir işle, bir televizyonda görüntü yönetmeni olarak başlamış. Zamanla fotoğraf hayatında ön plana çıkmaya başlamış. National Geographic, Geo, Fortune, Vogue, Id gibi önemli dergiler için fotoğraflar çekmiş. Ülkesinin yanısıra Japonya, Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Mısır ve Fas gibi ülkelerde çalışmış. Çok sayıda büyük ticari firma için tanıtım amaçlı fotoğraflar üretmiş.

Her ikisinin de fotoğrafları (Gruyaert için özellikle Rivages serisi fotoğrafları) ilk bakışta hemen renk ve ışık kullanımı konusundaki yetkinlikle fark edilebiliyorlar. Fotoğraflar hangi noktalarda kesiştirilebilir ya da ayrıştırılabilir sorusu daha analitik bir yaklaşım talep edebilir ama bildiğimiz anlamda bir hazır okumaya olanak vermiyorlar. Söz konusu eserlerde yabancı olduğumuz birtakım şeyler görünüyor. Fotoğraflar bize farkında olmadığımız renkleri, ışığı ve kompozisyon kullanımını görüntülüyor. Bir taraftan yakalanan anların vuruculuğu, gerçeküstülüğü; bir taraftan belgeselin anlatım olanakları, bir taraftan öznelliğin, algılamanın, sentezlemenin ve dışavurmanın -bunlar sanatın ortaya çıkış biçiminin zorunlu aşamaları olabilir mi?-; bir tafaftan soyutlamanın, yabancılaşmanın, teatralliğin gücü kendilerini fotoğraflarda dışa açıyor. Birikim ve sentez, yeni görme çabaları ve keşfetme tutkusuyla biraraya gelip deneyim çabasını ifade ediyor. Siyah beyazın gücü renkli fotoğraflarda kaybolmuyor, tam tersine işin içine giren yeni bir elemanla siyah beyaza kafa tutuluyor. Ve belki de rengin veremeyeceği düşünülen zihinselliğin ve bilinçaltına yapılan göndermenin ispatına girişiliyor. Politizasyondan uzak keskin amaçları olmayan hiçbir kalıba sığmayacak öznelliğin ve sosyalliğin bu görünümleri -belge niteliklerini kaybetmeksizin- kendi estetiklerini yaratıyorlar ve sanatın ve bilindik anlatım olanaklarının sonuna yaklaşıldığını ileri sürenlere bir davet yaratıyorlar.

Özellikle ülkemizde fotoğraf albümlerinin ulaşılabilirliğinin ancak ciddi bir ilgiye ve refah düzeyine ihtiyaç duymasının sonucu olarak internetin imkanları gerçekten de ilgilenmeye değer. Buna belki de ciddi bir biçimde ihtiyacımız var. Çünkü ülkemizde her alanda olduğu gibi fotoğraf alanında da bir noktada sabitlenmiş gözüküyoruz. Bu nokta fotoğrafın, tüm insanları ilk olarak çektiği nokta. Ülkemizde çok sık biçimde üretilen ve bu alandaki ağırlığını kolay kolay kaptıracakmış gibi görünmeyen naif yaklaşım hemen bize fotoğrafik kalıplar yaratıyor ve biz bu kalıplara en belirgin bir biçimde Saydam Günleri’nde olmak üzere ilk fırsatta hemen rastlıyoruz. Tüm bu kalıplar hemen bize bizde fotoğrafın nasıl algılandığını belirtiyor. Batı’nın yaşadığı süreçlerin -reformlardan aydınlanma çağına, sanayi devriminden 20. yüzyılın hızlı ve yoğun birikimine, Dünya savaşlarından bireyselleşmeye, politize olmaktan yabancılaşmaya- hiçbirini yaşamamamızdan dolayı yapılan her şey bir yüzey transferine, temelsiz işlere yani sözün kısası güncel anlamda bir oryantalizme götürüyor. Batı’nın yabancılaşması bize ithal edildiğinde ortaya yüzen bir yabancılaşma, naif bir oryantalizm çıkıyor. Pinkhassov da bir doğulu (!) olmasına karşın aşağıdaki -Geniş Açı dergisinden alıntılanan- sözleriyle, bizim yaklaşımımızla olan ince farkı belirtiyor sanki. Önyargısız, yenilikçi, sorgulayıcı ve kendini arayan bir zihin, beraberinde saf bir algıya ihtiyaç duymaz mı?

“Sadece okulda ögrendikleriyle fotoğraf çekebilecegini düşünenler fotoğrafa geç kalırlar. Etrafı koklar, hareket eder ve fotoğrafı beyniniz bir şey anlamadan önce çekersiniz, sonra anlarsınız. Düşünce sonradan gelir. Fotoğraf okulundayken bir sürü dergiye bakardık. Genellikle Çek dergileri olurdu bunlar, çünkü Rus fotoğrafçıların çoğunluğu propaganda fotoğrafları çekerdi. Yani gerçek fotoğraf yoktu, hikaye anlatan bir şey yoktu. Ancak Çek dergilerinden yararlanabiliyorduk yani. Tabii fazla bir şey anlamıyorduk, sadece fotoğraflara bakıyorduk, hızlı hızlı. Aslında doğru olan da bu. Bir arkadaşımla sergiye gittiğimde ona hep fotoğraflara hızlı hızlı bakmasını öneririm, önünde fazla durmadan. Bu çok önemli: Öncelikle bilgiyi değil, fotoğrafın sana vermek istediği duyguyu özümsemek…”

Yazan: Erkan Erdem

Sekiz Ay

Ocak 18, 2024 by  
Filed under Edebiyat, Manşet, Mektuplar, Sanat

Kurban olduğum,

Bu mektubu sana göndermeyeceğim, bir daha gönderilmemiş mektup alamayacaksın benden; ama yazmayı sürdüreceğim, bir gün sen olmayıncaya dek yazdıklarımda.

Kızacaksın bana ama sana benziyor diye yeni tanıştığım bir adamı seviyorum. Aslında bu benim dağı, taşı, ormanı sevmem gibi. Aşkla değil sevgim; ama onun gülüşü, bakışı, sessiz sakin konuşması, rahatlığı, alaycılığı, nüktedanlığı, sakalı o kadar sen gibi ki yanında otururken başımı omzuna yaslayasım geliyor. Tek farkı, saçları seninkilerden koyu ve uzun ama arkadan bağlı olduğu için fark belli olmuyor. Sana benziyor diye, saatlerce yanında durabilir ve saatlerce dinleyebilir ya da gözlemleyebilirim onu.

Şirketin merkez binasında çalışan bilgisayar programcısı, her hafta perşembe günleri geliyor, iki saat kalıyor ve bilgisayarlardaki güvenlikle ilgili işlemleri yapıyor. Sırf o sana benzeyen adamı görmek için her hafta aynı günü iple çekiyorum; perşembeleri daha özenli giyiniyorum; bana bakmasını, benimle ilgilenmesini sağlamaya çalışıyorum. Bir sürü saçma soru soruyorum, bir şekilde odamdaki bilgisayarla ilgilenmesi için sorun çıkarıyorum, bilmiyor ya da anlamıyor gibi davranıyorum. Gerçekten garip aslında; aşkın insana neler yaptıracağını anlattıklarında hep güler geçerken ya da “yok canım daha neler” derken, benzer hatta daha kötülerinin başıma gelebileceğini nasıl bilebilirdim? Seninle yaşadıktan sonra bir sürü şeyi, şimdi benzerini görünce bile karmakarışık olabiliyorum.

Sekiz ay oldu görüşmeyeli… Ne beter, ne kötü sekiz aydır bu, geçmiyor sayıyorum; yine sekiz ay, bir daha sayıyorum, yine sekiz ay.

Geçenlerde işyerinden biriyle öğle yemeğine çıkmıştık. Uzun zamandır bana ilgisi olduğunu hissediyordum ama anlamazlıktan geliyordum. Çünkü ben iki yıldan fazladır ne senden başkasını görmüş, ne de senden başkasını duymuştum. Konuşmanın bir yerinde kesti konuşmasını ve daldı, merak ettim:

“Anlatsana, ne düşündün?” diye sordum.

“Anlatılmaz ki…” dedi.

“Kuşlara nasıl uçtuğunu sorsana… Onlar ancak uçarlar ama nasıl uçulur anlatamazlar ki.” Sonra da bilgece bir edayla ekledi:

“Uçmayı ancak uçarsan anlarsın.”

Aslında orada bana ilgisini belli etmeye çalışıyordu ama ne demeliydim.

Kanatlarımı, “Hep seninleyim, sensiz nefes alamam ve hatta uçmam.” bile diyerek, uçmayı öğretenime, yani sana vermek için sekiz ay önce koparmıştım. O zamanlar bilmiyordum, bilinmeyen şeylerin özlenmeyeceğini ve bilmiyordum, bildiklerini yok ettiğinde daha çok özleneceğini.

Senden önce bu kadar sevebileceğimi de bilmezdim, sonrasında bu kadar acı çekileceğini de…

”Seni ne kadar özlediğimi anlatsam anlamazsın.” demiştim. Anlamayacaksın da… Almayacaksın; bu mektubu yazdığım onca mektubu almadığın gibi. Aslında alsan ne değişir ki, “geberiyorum özleminden” dediğim halde sen o müthiş iradi gücünle “karardan dönenin kaşığı kırılsın” der gibisin. Belki de ben büyütüyorum seni, her gün biraz daha.

Göndermediğim mektupları yazmasam artık belki de bir yerlerde unuturum seni. O sana benzeyen adamı sana benzetmesem mesela… Yalnız bazen seni hatırlamıyorum biliyor musun? O anların ne zaman olduğunu tam hatırlamıyorum. zaman duruyor gibi, beynim uyuşuyor, sonra hayalle gerçek arası bir yerlerde buluyorum kendimi. Sonra odaya birileri girip çıkıyor, o zaman sen gidiyorsun kafamdan; yalnız seninle birlikte herkes gidiyor.

Garip, tarif edilemez bir şey.

Sayıyorum, sekiz ay yine, biraz önce de saydım biliyorum ama belki değişmiştir diye yine sayıyorum. Değişince ne olacak diye soracaksın, sorma bence ya da sor istersen… Niye biliyor musun, belki bir müjde gibi gelirsin diye…

Sana seni ne kadar özlediğimi söyledim değil mi? Her kelimenin bir anlamı var. Bazen anlamlarından çok fazla şeyler yükleriz kelimelere; ama bazı kelimeler vardır ki taşıdıkları anlamlar çok fazla olduğu halde gereken önemi vermeyiz ne duyduğumuzda, ne söylediğimizde. “Seni özledim” de öyle işte… Seni nasıl özlediğimi anlatmam için şöyle dersem belki daha iyi anlatabilirim özlemimi:

Seni öyle özledim ki hani idama götürülen bir mahkumun kurtarılma arzusu kadar özledim seni. Günlerce çöl ortasında, susuz kalmışların isteyeceği bir yudum su kadar özledim seni. Boğazına kaçan bir parça ekmeği çıkarmak için neredeyse ölmek üzere olan birinin hava özlemi kadar özledim seni. Evinden çok uzakta askerliğini yapan birinin on sekiz ayının son sabahını özlediği kadar özledim seni. “Kurban olduğum” derdim sana ya, kurban edilecek hayvanın bir an önce acı çekmeden toprak olmak için duyduğu istek kadar özledim seni.

Anlatabildim mi özlemimi? Duydun mu ki beni? Çağrımı işittin mi? Özlemimi hissettin mi? Başımın ağrılarını dindirebilecek misin gelip, ya da bu uyuşukluğu? Bazen zamanı bile hatırlayamadığım bu gel-git anlarını, hani neredeyse gece mi şimdi, yoksa gündüz mü diye ayırt edemediğim çok karanlık ve bulanık anları? Senden sonra bana garip bir şeyler oluyor. Annem pek acıyarak bakıyor bana. Neden anlamıyorum. Acaba seni biliyor muydu? Ondan gizlemiştim seni. Öğrenir de senin aleyhinde bir şey konuşur diye mi korktum, bilmiyorum. Gerçi konuşmazdı O, babam öldüğünden beri hep beni düşündü, benim için yaşadı. Babam öldüğünde de böyle baş ağrısı çekerdim sık sık ve seninle geçmişti biliyor musun?

Sekiz ay oldu, tam sekiz ay… Ben saydım, Ağustos 27 idi günlerden… sekiz ay… sen de say tam sekiz ay. Ağustos 27 2024, günlerden Salı, saat 12:38. 234 gün oldu. Sekiz ay işte. Ben gün sayıyorum, günler artıyor ama azalan vuslat günü yok. Sanırım en çok o üzüyor beni, en çok o yaralıyor…

Sana benzeyen o adam yine geldi. Koşup boynuna sarılsam senmişsin gibi, özlemimi dindirir mi az da olsa acaba? Bugün perşembe değil ki ama? Ne işi var burada? Ne güzel bir gün bugün. Sekiz ay oldu ama sana benzeyen adam perşembe olmadan geldi. Hem de benim odama ben çağırmadan geldi.

Sekiz dedim değil mi?

“Dedin.” dedi, “Yirmi bir gündür diyorsun zaten!”

Oysa ben yüksek sesle konuştuğumu sanmıyordum.

“Bugün nasılız bakalım?” diye sordu, “İyiyim.” dedim. Elinde bir bardak su vardı, çok hoşuma gitti. Benim çok su içtiğimi biliyordu demek… Sana benzediği için olsa gerek çok anlayışlıydı ve beni anlıyordu. “Hadi iç bakalım şunu.” dedi. Elinde haplar vardı. Başımın ağrıdığını da anlamıştı demek… Ne kadar güzel! “Sekiz” dedim, “Hayır” dedi “İki tane”, “Yok” dedim “Ondan daha fazla oldu, keşke iki ay olsaydı ama sekiz ay oldu, tam sekiz ay, ben saydım tam sekiz ay, sen de say istersen, ağustos yirmi yediden bu yana sekiz ay.”

“Biliyorum, sekiz ay oldu. Şimdi sen bunları iç, her şey daha güzel olacak, inan bana.” Sana benzeyen adam yalan söylemezdi, sen hiç söylememiştin çünkü bana. “Peki” dedim. İçtim ben de… Sonra yavaş yavaş sanki sana o kadar benzemediğini fark ettim…

Birden seni unuttum sanki bir yerlerde yine, bir sürü insan girip çıkmaya başladı odaya. Bunlar da kimdi yine aynı rüya gibi, karanlık ve bulanıktı, her yerim uyuşuyordu, hayal sesler duyuyordum yine.

“Nasıl hastamız doktor?” Bu ses annemin sesiydi. Annemin benim işimde ne işi vardı? Sonra sana benzeyen adama neden doktor diyordu bilmiyordum. “İyi olacak merak etmeyin. Çok ağır bir ruhsal çöküntüde… İlaç tedavisini sürdürüyoruz, her şey iyi olacak; yalnız biraz zaman verin hem kızınıza hem hastanemize.”

Yazan: reyan yüksel

Le Fantome de la Liberte (Özgürlük Hayaleti) – Luis Bunuel

Ocak 18, 2024 by  
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema

Yön: Luis Bunuel

1974 Fransa

Oyn: Bernard Verley, Jean-Claude Brialy, Monica Vitti, Adriana Asti, Michel Piccoli, Julien Bertheau, Milena Vukotic, Adolfo Celi…

Bir öykünün anlatım yöntemleri vardır. Giriş-gelişme-sonuç bölümleri bir yana; sözü edilen her olayın ve objenin anlatıma bir katkısı olması gerekir. Eldeki malzemeler optimum şartlarda kullanılır ve konuyla ilişkisiz dallara atlanmaz. Luis Bunuel için bu kurallar kesinlikle geçerli değil. Bu belki de en sıradışı ve sürrealist filminde yönetmen, anlatım kurallarını tepe taklak ediyor. Filmin bir konusu yok. Birbirine bağlı olan sahneler bir öncekini kuvvetlendirmek amacıyla değil, tam tersine rastlantısal sırayla birbirlerini kovalıyorlar. Devam ettirdiği bir hikâye tam geliştirilebileceği yerde kesiliyor ve (normalde olanın aksine) daha önemsiz bir hikâyeyle devam ediyor. Tam buna alışmışken yine başka bir yere atlıyor; kafası dağınık bir çocuğun, o gün okulda olanları anlatamaması gibi…

Film, Napolyon döneminde tarihi bir sahneyle açılıyor. Napolyon’un askerleri İspanyol direnişçileri kurşuna diziyorlar. “Yaşasın zincirler!” diye haykıran idamlıklardan birini yönetmenin kendisi canlandırıyor. (Napolyon İspanya’da ne arıyordu? Toledo kentini kurtarma girişimleri Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı kurtarma girişimlerine benzemiyor mu? Bazen özgürlük denen şey de boyut değiştirebiliyor. Bazı İspanyolların özgürleşmeyi reddetmesi bu durumda haklı oluyor. Goya’nın “Madrid’de 3 Mayıs 1808” adlı tablosunu hatırlayın.)

Sarhoş askerler dini bir binaya giriyorlar. Kumandan burada bir bayan heykelin memelerini elleyince, yanındaki erkek heykel tarafından tokatlanıyor! Meğer bu sahne iki yaşlı kadının okuduğu kitaptan bir sahneymiş ve tarihi hızla zamanımıza atlıyor. İki kadın bir parkta oturuyorlar ve aynı parkta başka bir adam, iki küçük kıza edepsiz resimler gösteriyor. Bir kız bu resimleri alıyor ve eve götürerek annesine gösteriyor. Annesi sinir krizi geçiriyor ve olayı kocasıyla paylaşıyor. Kızları yatağa gittikten sonra karı koca fotoğraflara bakarak eski şehvetli günlerini hatırlıyorlar. Fakat sonra görüyoruz ki fotoğraflar turistik şehir manzaralarından ibaretmiş sadece! (Burada bir parantez açmak istedim. Çünkü fotoğraflardaki kuleler ve koridorlar Freudyen bir görüşle de okunabilir. Bu durumda iş gerçekten de pornografiye uzanabilir. Yönetmenin ne anlatmaya çalıştığını tam olarak bilemiyorum). O gece adam uyuyamıyor ve yatak odalarına bazı hayvanlar ve bisikletli bir postacının girdiğini görüyor! Ertesi sabah adam doktora gidiyor ve gece başından geçen garip ziyaretleri anlatıyor. Kanıt olarak da postacının bıraktığı zarfı gösteriyor. O sırada hemşire içeri giriyor ve doktoru bir müddet dışarı çağırıyor. Hemşirenin babasının hasta olduğunu ve doktordan izin istediğini görüyoruz.

Hemşire babasının evine doğru yola çıkıyor ve yolu bir tank tarafından kesiliyor. Kıza bir tilki görüp görmediğini soruyorlar ve bırakıyorlar. Yağmurlu geceyi bir motelde geçirmeye karar veren hemşire, burada bazı rahiplerle karşılaşıyor. Onlarla ilk önce babası için dua ediyor, sonra da masa başına geçerek, üzerinde haç olan madalyonları çip olarak kullanarak poker oynuyor. Aynı motelde teyzesiyle ensest ilişkiye girebilmek için oda tutan genç bir delikanlı, bir dansçı ve flamenko gitarcısı, bir şapkacı ve asistanı da var. Şapkacı tüm geri kalanları odasında topluyor ve tam onlar konuşurken asistanı deri kıyafetler giyerek patronunun çıplak kıçını kamçılamaya başlıyor. Ertesi sabah hemşire, bir profesörü yolu üzerindeki bir şehre bırakmak için arabasına alıyor. Bu profesör, bir polis akademisinde polislere ahlak ve toplumsal kurallar hakkında ders veriyor ama dersi durmadan girip çıkan saygısız öğrencilerce kesiliyor. En sonunda başından geçen bir hadiseyi anlatıyor.

Profesör ve karısı bir arkadaşlarını ziyaret ediyorlar. Evde büyük bir yemek masası ve etrafında sandalye yerine klozetler var. Tüm şık kıyafetli kişiler donlarını indirip klozetlere oturuyor ve bir yandan ihtiyaçlarını giderirken bir yandan da muhabbet ediyorlar! Evin küçük kızı birden acıktığını söyleyip mızmızlanıyor; fakat annesi “Yemek masasında böyle konuşulmaz!” diyerek kızı susturuyor. Daha sonra profesör izin isteyip donunu topluyor ve mahcup bir biçimde hizmetçi kıza yemek odasının yerini soruyor gizlice. Yemek odası, tuvalet görünümünde ve gizli bir bölmeden aldığı tepsideki yemekleri yemeye başlıyor. Kapı ev sahibi kadın tarafından çalınınca “doluuu” diye bağırıyor içeriden. Bu sahne, yönetmenin durumları ve geleneksel davranışları ters yüz edip olayın absürdlüğünü ortaya çıkarmasına güzel bir örnek. Sonuçta besinlerin sadece alınan ve çıkarılan bölgeleri değişmiştir!

Bu sınıftan çıkan iki polis, yolda hız sınırını aşan bir adamı durduruyorlar. Fakat adamın bir mazereti var. Doktora gidip laboratuvar sonuçlarını öğrenmesi lazım. Nitekim öğreniyor da; karaciğer kanseri!… Yıkılan adam, karısından bir şok haber daha alıyor. Kızları okulda kaybolmuş! Apar topar okula koşan veliler, burunlarının dibindeki kızlarına kaybolmuş muamelesi yapıyorlar; üstelik küçük kız orada olduğunu, kaybolmadığını bildirdiği halde! Bununla kalmayan anne baba, polise başvuruyorlar, yanlarında küçük kızlarıyla… Komiser, kıza bakarak profilini çıkarıyor ve kayıp işlemlerini başlatıyor (Üstelik kızlarını getirdiği için aileyi kutluyor; böylece kızlarını tarif etmek daha kolay oluyor.).

Karakoldaki memurlardan biri, ayakkabılarının boyasız olduğu hatırlatıldığı için lostraya gidiyor. Yan tarafındaki müşteri, boyacının köpeğini seviyor ve insanların hayvanlara yaptığı kötü muameleleri eleştiriyor. Her ne kadar sevgiden bahsetse de bu adam oradan çıktıktan sonra, boş bir binanın üst katından halka gelişigüzel ateş ediyor. Gazetelerde şair katil diye adlandırılan bu şahıs nihayet yakalanıyor ve mahkemeye çıkarılıyor. Jüri kararıyla ölüm cezası alan katil serbest bırakılıyor! Üstelik jüri tarafından eli sıkılarak tebrik ediliyor, elini kolunu sallayarak adliyenin ön kapısından topluma karışıyor.

Kızlarını kaybeden (!) aileye müjdeli haber ulaşıyor. Kızları bulunuyor (artık her neredeyse) ve aileye teslim ediliyor! (Bu arada komiseri canlandıran oyuncu burada başka birisi olmuş. Luis Bunuel çoğu filminde bir rolü birden fazla aktöre oynatmaktan hoşlanıyor.). Aile, kızlarının nasıl bulunduğunu öğrenmek isterken sekreter kız girerek komisere randevusunu hatırlatıyor.

Komiser bir bara gidiyor. Kız kardeşinin ölüm yıldönümünü bu barda geçirdiğini belirtiyor. O sırada kız kardeşine tıpatıp benzeyen bir kadın bara giriyor. Aşırı heyecanlanan komiser, kadının masasına oturuyor ve kızkardeşinden bahsediyor. O sırada bir telefon geliyor. Komiser telefondaki sesin yıllar önce ölen kızkardeşine ait olduğunu dehşetle farkediyor ve gecenin köründe aile mezarlığına gidiyor. Zavallı, mezarlık bekçisinin engelleme çabalarına rağmen mozolese giriyor ve kızkardeşinin tabutunun kenarından sarkan kızıl saçları, tabutun hemen başında da bir telefonu görüyor. Tam o sırada mezarlık bekçisinin çağırdığı polisler mozolese dalıp adamı tutukluyorlar. Komiser kimliğini gösterdiği halde ikna edemediği polis memurları tarafından, kendi masasında oturan başka bir komiserin önüne getiriliyor (aynı rolü canlandıran ilk aktör). Memurlar dışarı çıktığında bu iki kişinin aslında tanıştıkları ve hayvanat bahçesinde gizli bir özgürleştirme operasyonu düzenledikleri anlaşılıyor. Plan tamamlandığında operasyon düzenleniyor ve hayvanat bahçesindeki tüm hayvanlar insanlardan kurtarılıyor! (?) Film bir devekuşunun gözlerine odaklanarak sonlanıyor.

Anlamsız ve absürd sahnelerle zenginleştirdiği Le Fantome de la Liberte (The Phantom of Liberty / Özgürlük Hayaleti) filminde Bunuel, hem hiçbir şey anlatmıyor, hem de çok şey anlatıyor. Bir yandan çevremizdeki zincirleri kutsarken, bir yandan anarşiyi yüceltiyor. Mantıksız ve subkortikal davranışlarımızı (mesela simetri hastalığı olduğunu söyleyen adamın simetriyi bozma davranışlarını) Freudyen temaslarla yüzümüze vurarak bir ayna vazifesi görüyor. Alışılmış öykü anlatım kurallarını yerle bir edip sınırsız özgürlüğünü ilan eden Luis Bunuel’in bu özgürlük anlayışı komünizme selam çakarak, küçük burjuva ve konformistlerin peşinde hayalet gibi koşturuyor mudur acaba?

Yazan: Wherearethevelvets