Hande Öğüt - Bomonti’den Harbiye’ye

28 Kasım 2024 Yazan:  
Kategori: Anı Kitapları, Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Sanat

Hande Öğüt’ün “Bomonti’den Harbiye’ye” adını taşıyan kitabı Heyamola Yayınlarından çıktı. Aşağıda, Funda Şenol Cantek’in kitapla ilgili kaleme aldığı ve ilk kez Radikal Kitap’ta yayımlanan metni bulacaksınız. İyi okumalar…

HERKES KENDİ KURDUĞU ŞEHİRDE YAŞAR

Yeni taşınılan bir ev, ev sakinine sırlarını verecekse eğer, başlangıçta onu epey yıpratır. Her evin kendine has bir kokusu, dokusu, sesler korosu, ışık-gölge kaleydoskopu vardır çünkü. Hafif bir çıtırtı, ürperten ayak sesleri, gecenin karanlığından içeri sızan bir ışık huzmesi, henüz o yere yabancı olduğunu hatırlatır kişiye. Bir mahalle, semt veya şehir de aynı oyunu oynar. Ocağına düşeni, kollarına koşanı önce iter kakar, ödünü patlatır, sonra yavaşça içine çeker. Ama ille de sarıp sarmalamaz. Her zaman da iyi davranmaz. Bu mücadeleden en az yarayla çıkan kişi, üzerinde yaşadığı mekanın gözeneklerine nüfuz etmeyi, onunla dikey bir ilişki kurmayı, onu okumayı becerendir. Güzel, konforlu ve korunaklı yerleri sevmek kolaydır. Zor olan, emek gerektiren ama nihayetinde en fazla doygunluk hissi vaad eden çirkin, tekinsiz ve meydan okuyan şehirleri sevmek, hiç değilse kendini kabul ettirmektir. Yaşadığımız yer her zaman güzel, konforlu ve korunaklı olmaz haliyle. Bu durumda, yaşanılan yerle müzakereye girmek, biteviye çatışıp uzlaşmak yapılacak en isabetli şeydir.

Heyamola Yayınları’nın mekansever okura hediyesi olan İstanbulum serisinin 54’üncü kitabında Hande Öğüt, Bomonti’den Harbiye’ye kendi İstanbul’unu anlatıyor. Ama anlattığı sadece çocukluğu ve genç kadınlık yıllarının geçtiği bir adacık değil. Çocukluğu ve genç kadınlığının kurulduğu, kimliğinin, karakterinin, tercihlerinin biçimlendiği, kimi zaman ruhunun bedenini, kimi zaman da bedeninin ruhunu teslim aldığı bir zaman coğrafyası. Bu haliyle bakıldığında, yazar Amasya’nın bir kasabasında veya Manhattan’da da doğup büyümüş olsaydı, anlattığı hikaye aynı etkiyi yaratacaktı. Yani, İstanbullu olmayan okurun bile Yeşilçam filmleri, romanlar ve Cumhuriyet folkloru dolayımıyla aşina olduğu, modernizmin sembollerini taşıyan köklü bir semtin tarihiyle sınırlı kalmıyor kitap. Bir kız çocuğuna, sonra bir genç kıza ve genç kadına şehri tanıtan bilişsel haritanın ve patikalar açarak kendisini bulmasına, kendisi olmasına imkan veren saklı coğrafyanın krokisi haline geliyor aynı zamanda.

Çocukluk insanın taşrasıysa Nurdan Gürbilek’in isabetle vurguladığı gibi, İstanbul’un taşrası Ambarlı’da doğup, Mersin’de beş yıl geçirdikten sonra ailesiyle Bomonti’ye yerleşen çocuk Hande, büyük şehri tanımak için büyümeyi bekleyecek ve beklerken korkular biriktirecektir: “İçinde barındırdığı tüm canlı ve cansız varlıkların üstünde, ancak özel bir dikkat, derin bir önseziyle algılanabilecek bir tinsel gerçekliğin varlığını duyuruyordu İstanbul ve özellikle yaşadığım semt” (s. 73). Mekan algısı kuvvetli ve meraklı her insan gibi yazar da “gotik ruh” dediği bu tinsel gerçekliğin şehirdeki izlerini arayarak yıllar geçirir. Bir türlü sonu gelmeyen bu arayış giderek bir varoluş biçimine dönüşür onun için.

Şehirde, hele de İstanbul gibi bir metropolde kadın olmanın, üstelik bedeninin ritmine uymanın dertlerini sıklıkla deneyimler. Çünkü, sokakta olmayı, geceyi ve meydan okumayı sevmektedir. Sonunda “kendi içinde oturmayı” (s. 137) öğrenene dek, onu “kendi bahçesine sezgiyle götürecek yolun duraklarından biri olarak gördüğü Harbiye’deki evde” tek başına yaşar, Bomonti’de geçen çocukluğunun ardından (s. 137).

Çocukluğunun ve genç kadınlığının geçtiği Bomonti ve Harbiye’yi yeniden görmek için, eski sevgiliyi yıllar sonra ilk kez görecek olmanın heyecanına benzer bir heyecanla yola düşen yazarı haliyle büyük bir hayal kırıklığı beklemektedir. Bu hayal kırıklığı vesilesiyle, Para’nın Cinleri’nde Murathan Mungan’ın dediği gibi, yazarın “çocukluğu okurun kardeşi” oluverir. Hepimiz gibi o da, çocukluğunun ve hatta tüm geçmişinin sadece hayalhanesinde yaşadığını fark eder çünkü. Birbirine benzemeyenlerin bir arada yaşadığı, geçmişi sırtlanan tarihi binaların yükseldiği, mutfak pencerelerinden sokağa yemek kokuları, sokaktan evlere çocuk sesleri sızan, yeşillik ve ferah Bomonti’yi aramaya çıktığında, rezidanslar, oteller, iş merkezleri bulur karşısında. Bu hüzünlü deneyim, aynı toprağa basan insanların aynı şehirde yaşamadıklarını, farklı mekan imgeleri ve gelecek hayalleri kurguladıklarını gösterir bize. Taşa kazılı izleri herkes farklı okur. Eski mahallemiz, çocukluğumuz, gençliğimiz gibi ulaşılmaz bir yerlerdedir ama onun bedenimiz ve ruhumuzdaki izi bizi biz yapan hikayelerden biridir.

“Her kent kendi iç gizemini oluşturur ve her kent, eskiden içinde yaşayanların bırakmış oldukları dayanıklı, somut izleriyle görüntüsünü kurar. Bu görüntünün, bu imge kurgusunun derinliklerine indiğimizde kat kat boyalarla süslü maskenin arkasında gizlenen, gizlenmeye çalışılan yüzü keşfettiğimizde bir başka boyutun kapıları açılır” (s. 90). Hande Öğüt, Harbiye’den Bomonti’ye adlı kitabında, tarifini verdiği bu kentsel palimpsest’ten bir ısırık alıyor ve ortaya serilen bol katmanlı, tatlı-ekşi kesiti maceraperest okurun kaşif ruhuna sunuyor. Kendi şehrini kursun, kendi bedeni ve ruhunda şehrinin izlerini arasın diye…

Bomonti’den Harbiye’ye, Hande Öğüt, Heyamola Yayınları, İstanbulum Dizisi, 54. kitap, 2024, İstanbul

Yazan: Funda Şenol Cantek

* 27 Kasım 2024 tarihli Radikal Kitap’ta yayımlanmıştır.