Anasayfa / Sinema / Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, Nuri Bilge Ceylan)

Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, Nuri Bilge Ceylan)

1968 yılında Sergio Leone, C’era una Volta il West/Bir Zamanlar Batı’da - Batıda Kan Var filmini çektiğinde bir akımı da bilmeden başlatmış oldu. Artık bazı özel filmlerin başına “Once Upon a Time” yani “Bir Zamanlar” ibaresi konulacaktı. Yönetmenler ülkelerinin geçmişlerini anmak ve geçmişte kalmış duygulara ağıt yakabilmek adına Bir Zamanlar’ı sahiplenecekti. Hatta Sergio Leone, bizzat aynı trendi sürdürerek Bir Zamanlar Amerika filmini bile çekti. Bir Zamanlar ibaresi daha sonra Hindistan, Çin, Meksika gibi ülkeler için de kullanıldı. Bu filmler genelde bahsi geçen ülkenin geçmişinden bir kesit sunuyordu. Örneğin Bir Zamanlar Batı’da, Amerika’nın batısına tren raylarının döşenmeye başlamasından, yani medeniyetin gelip yerleşmesinden hemen öncesini anlatarak bir devrin bitişini gösteriyordu. Bir Zamanlar Hindistan’da, yüz yıl evvel bir kriket maçında Hint köylülerinin İngiliz askerlerini nasıl yendiğini anlatıyordu. Kısacası, Bir Zamanlar ibaresi yönetmenler için ülkenin geçmişine duyulan özlemi ve bazı büyüklük simgelerini göstermek için bulunmaz bir nimetti.

Nuri Bilge Ceylan da çok sevdiği Sergio Leone’nin anısına filme bu adı verdiğini söylüyor. Ceylan, senaryoda “bir zamanlar Anadolu’da böyle bir gece yaşadım dersin” repliğini gördüğünde filmin adını Bir Zamanlar Anadolu’da koymaya karar vermiş. Ceylan’ın filmi diğer Bir Zamanlar serisinin aksine günümüzde geçiyor ve bu hikayenin “bir zamanlar” vasfıyla anlatılabilmesi için geleceğe ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyaca karşılık gelen karakterin Doktor Cemal olduğunu düşünürsek film bu karakterin hikayesini etrafındaki birkaç erkek karakter aracılığıyla anlatıyor. Üstelik her biri birbirinden farklı meslekleri olan, her biri farklı bir kadınla sorunları olan erkekler bunlar. Tıpkı Doktor Cemal gibi…

bir-zamanlar-anadolu-da-nuri-bilge-ceylan

Bir Zamanlar Anadolu’da, memleketime yakın olduğundan kültürünü çok iyi bildiğim ve son yıllarda suç oranının hayli yükselmiş olduğunu duyduğum Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde geçiyor. Keskin deyince konuya hakim olanlar Türk Halk Müziği’nin bozlak kültüründen gelme sanatçıların adını anacaktır evvela. Çekiç Ali, Hacı Taşan ve oralı olmasalar da Muharrem ve Neşet Ertaş yörenin sembolleri… Bu isimlerin her biri türkülerinde yakıcı aşkları anlatırlar. Her birinin derdi, sevdikleri kadın aracılığıyla yası ve acıyı tadıp ilahi aşkla bütünleşebilmektir. Üstadların hemen her türküsünde bu kaygının yeri vardır. Filmde tamamı erkeklerden oluşan karakterlerin de derdi aynı. Hepsinin hayatında bir kadın var ve hepsi bu kadınlardan ya da kendilerinden kaynaklı sorunları aşıp huzura varma derdinde.

Bir cinayetin aydınlatılma gecesi aynı zamanda karakterlerin içindeki karanlığın da aydınlatılmasına hizmet ediyor. Bir komiser, bir polis, bir astsubay, birkaç asker, iki zanlı, bir doktor, iki şoför, bir savcılık görevlisi ve bir savcı Keskin bozkırının gecesinde gömülü bir cesedi arıyorlar. Filmin karanlık açılış sahnesinde gösterilen lastikçi, aynı karede kendisiyle içki içenler tarafından öldürülüp gömülmüş. Herkesin öncelikli derdi bu cesedin yerini bulabilmek. Uzun bir süre zanlı, yeri bulamıyor. Hep bir çeşme-ağaç-tarla üçlüsünün yer aldığı araziye gitseler de bir türlü zanlıya hatırlatamıyorlar. Bu yolculuk bizi, Anadolu’nun orta yerindeki bir grup memurun iç savaşına götürüyor. Her iki arazi arasındaki yolculukta bir karakteri derinden tanıyoruz.

Yılmaz Erdoğan’ın canlandırdığı Komiser, cep telefonunda Love Story melodisi çalacak kadar romantik ama karısıyla hasta çocuğu yüzünden tam olarak geçinemediğini öğreniyoruz. Onların hayatını tersyüz eden çocuk olsa da Komiser’in içinde aşkla bağlantılı özlemleri derinden hissedebiliyoruz. Şoför Ali, ceset aranırken gözyaşı döken tek isim. Belli ki onun da bir derdi var ve ortam, durum bu derdi tetikliyor. Onun da karısının akrabalarının bulunduğu köye tuhaf dedikodular yüzünden adım atmadığını öğreniyoruz daha sonra. Fırat Tanış’ın canlandırdığı zanlı, cinayeti itiraf etse de cesedin yerini söylemeye korkuyor. Bir şeylerin onun vicdanını harekete geçirmesi lazım. Ama ne beraberindekilerin rutin konuşmaları, ne de komiserin tatlı-sert yaklaşımı bu devinimi sağlamıyor. Daha sonra öğreniyoruz ki cinayet sebebi bir kadınmış. Maktülün karısıyla olan ilişkisinden dolayı cinayet işleyen zanlının da kendine dert edindiği bir çocuk var tıpkı Komiser gibi.

Taner Birsel’in savcı karakteri filmin ana örgüsünün dışında ilerleyen ve zaman zaman ana hikayeyle paslaşıp nihayet finalde birleşen bir hikayenin de başkahramanı. Başkasının karısıymış gibi anlattığı kendi karısının intiharı onun hem yüzünde hem de içinde derin yaralar büyütmüş. O da bir kadının cezalandırdığı erkeklerden biri. Üstelik işlediği suç, yani aldatma da yine bir başka kadının çekiciliği ile ilgili olduğundan savcı tamamen kadınların etrafında bir acı ördüğü karakterlerden… Nihayet içinde tuttuğu sırrı da bir itiraf dahilinde olmasa da rasyonalizmin sembolü doktora açık etmesi, savcının içindeki cerahati, akıl yoluyla ortadan kaldırmayı amaçlamasında gizli.

Komutan astsubay diğerleri gibi kadınlarla sorunu olup olmadığını öğrenebildiğimiz tiplerden biri değil. O bu filmin ikinci temasının, yani umursamazlığın sembollerinden. Ortada bir ceset var, bir trajedi yaşanmış. Bir cinayetten dolayı biri mezara, ikisi hapishaneye gidecek 3 kişinin gölgesinde, komutanın derdi yetkinin kimde olduğu. Diğerleri de komutandan farklı değil. Savcı bir an önce cesedin bulunmasını istiyor, çünkü ertesi gün Ankara’ya gitmesi gerekli. Komiser geceyi ve gecenin hatırlattıklarını sonlandırmak için bir an önce cesede kavuşmak istiyor. Cesedin otopsisini yapacak hastane görevlisi de masada yatan ölü adamı hiç umursamadan bölüme alınması gereken alet-edevatın derdine düşmüş durumda. Tüm bu umursamazlığı Fırat Tanış’ın yüzündeki hüzünle paylaşıyoruz, cinayeti neden işlediği ortaya çıktığında ve çocuğu tarafından taşlandığında bunca “dertli” insanın arasında belki de özdeşleşebileceğimiz tek kişinin o olduğunu düşünüyoruz.

Özdeşleşme konusunda aslında seyirciye en yakın isim Doktor Cemal. Fakat doktor film boyunca diğerleri kadar içini açmıyor bizlere. Fakat onun da yüreğinde derin bir yaranın saklı olduğunu anlıyoruz. Manda yoğurdu, kuzu eti, prostat, Karakovan balı gibi olayla alakası olmayan muhabbetlerde bile kamera sürekli doktoru görebileceğimiz bir yerde duruyor ve onun tüm bu konular konuşulurken bambaşka sıkıntılarla boğuştuğunu fark ediyoruz. Doktor, diğerlerinin aksine içini yalnız bize döküyor. Boşandığı karısıyla olan fotoğraflarına bakarken zamanda geriye doğru gidiyor ve öğrencilik yıllarından çocukluğuna kadar bir dizi fotoğrafa beraberce bakıyoruz. Belli ki filmin adında yer alan “bir zamanlar” teması en çok doktorun üzerinde bir yük.

İzleyenlerin hemen ayırt edebileceği dönüm noktası sahnesinde filmin iki önemli kadın karakterlerinden birine, muhtarın kızına rastlıyoruz. Elektriklerin gittiği bir gecede gaz lambasının verdiği büyüleyici ışığın çarptığı yüzünü bize ilk gösterdiği sahnede biz de diğer karakterlerle birlikte bir şok yaşıyoruz. Karşımızda o köye ait değilmiş gibi duran gencecik bir kız var. Savcı ölen karısını, doktor unutmadığı eşini onda görüp şoka uğruyor. Zaten hemen ardından savcı, ölen kişinin kendi karısı olduğunu belli eden bir sohbete dalıyor doktorla. Ama en büyük değişikliği zanlı yaşıyor ve kızın büyüleyici güzelliğine bakarken öldürdüğü adamı görüyor. Boğularak öldürüldüğünü bu sahnede anladığımız lastikçi, kıza diğerlerinden farklı olarak tepki vermeyen tek karakter. Zanlı bu olaydan sonra cesedin yerini komisere açıklıyor ve içindeki derdi dışarı vurup geride kalan çocuğunu komisere emanet ediyor.

Bu noktada bir durak yeri, bir sığınma bölgesi olan köye de dikkat etmek gerek. Köyde muhtar tarafından her türlü gıdanın en iyisi sağlanıyor. Balın, etin en iyilerini sofrada buluyoruz. Şoför Ali, özlemini çektiği bazlamaya kavuşuyor. Hatta öyle ki zanlılardan biri, normalde bir köyde bulunmayacak kolaya bile kavuşabiliyor. Sıkıntılı erkek karakterlerden bıkmak üzere olan seyirci de bir anda filmin temposunu arttıran bir kadın karakterle “ödüllendiriliyor”. Zaten köyden çıktıktan sonra da her şey çorap söküğü gibi gelişiyor. O esnaya kadar hiç müzik kullanılmayan filmde Neşet Ertaş, Allı Turnam’ı söylemeye başlıyor. Ceset bulunuyor ve grup nihayet Keskin’e geri dönüyor.

Filmdeki umursamazlık teması cesedin bulunduğu sahnede çok net olarak gösteriliyor. Bagaja sığmadığı için cesedi bağladığını söylüyor zanlı; savcı, polis, komutan gibi hukukla ilgili karakterlerin hiçbiri bu bilgiyi doğrulamaya kalkışmıyor ve hepsi de bu yalana inanıyor. Zira nihayet filmin sonunda adamın canlı canlı gömüldüğünü öğreniyoruz. Böylece ipin sebebi de aşikar oluyor. Aslında izleyici de bu bilgiden sonra zanlının bagaj yalanını umursamaya başlıyor.  Yine aynı sahnede şoför Ali’nin arazideki kavunları topladığını ve cesedin yanına, bagaja koyduğunu görüyoruz. Bu hareketin özellikle o anki ortama uymadığını hemen kavrıyoruz. Mezar kazıcılar, kazma getirmeyi, savcılık görevlisi ve doktorun ceset torbası getirmediğini hayretle izliyoruz. Günümüz insanının içine yavaş yavaş zerkedilen bir virüs gibi “umursamazlık” en çıplak haliyle karşımızda duruyor.

Bu filmin her sahnesi, her repliği ayrı ayrı değerlendirilmeyi hak ediyor. Nuri Bilge Ceylan filmlerinden korkan kitlenin ağızlarına sakız ettiği uzun uzun camdan bakan karakter örneği bu filmde de var ama filmin içine girebilen herkes o sahneyi zaten büyük bir dikkatle takip ettiğinden “sıkılma” hissini yaşamıyor. Zaten böyle bir filmde insan nasıl sıkılır onu da anlayabilmiş değilim.

Yılmaz Erdoğan ilk kez kendisinin yapımcı ya da yönetmen olmadığı bir filmde oynuyor ve ne gariptir ki daha önceki tüm performanslarının çok çok üzerinde bir rol çıkartıyor. Fırat Tanış, Ahmet Mümtaz Taylan, Muhammet Uzuner ve Taner Birsel nüanslı oyunculuk ne demektir, nasıl yapılmalıdır konulu ders veriyor adeta. Ama muhtar rolünde Ercan Kesal hepsinin üzerine çıkıyor. Kesal’ı bu filmde izleyen ve onu daha önce tanımayan herkes Kesal’ın gerçekten de o köyde muhtarlık yapan birisi olduğunu iddia edecektir. O nasıl bir rolü içselleştirmedir, nasıl yaşayarak oynamadır anlatılmaz. Yöre insanlarından birisi olduğum için muhtar tipinde yaşı geçmiş ve köyün en çok sözü dinlenen insanlarını çok iyi bildiğimden bu karakteri ayrıca gözlemleme fırsatı bulabildim.

Film, güzelliğini sadece senaryosu ve oyuncularından almıyor. Görüntü yönetmenliğinin de bir harika olduğunu belirtmek gerek. Bir fotoğraf sanatçısı olan Nuri Bilge Ceylan ve TRT çıkışlı Gökhan Tiryaki normal şartlarda bir bozkırdan elde edilebilecek en iyi kareleri alıyor. Kabartmanın üzerine düşen ışık, sadece araba farlarıyla elde edilen aydınlatmalar, morg ve otopsi odasının soğukluğunu hissettiren tonsuz çekimler ve elbette muhtarın kızı sahnesindeki ışık kullanımı birinci sınıf işler olarak sıralanabilir.

Züğürt Ağa’dan sonra çekilen filmler arasında hiçbir film beni bu kadar sarsamamıştı ki buna Eşkıya, Babam ve Oğlum gibi toplum tarafından çok sevilen filmler de dahil. Üstelik Bir Zamanlar Anadolu’da, Nuri Bilge Ceylan’la tanışma filmim oldu. Filmdeki bazı makyaj devamsızlıkları, müziksizliğin abartılması ve senaryodaki bazı ucu açık, havada kalmış noktalar olmasa, yine Züğürt Ağa’dan beri ilk defa bir yerli yapıma 10 puan verebilirdim ama bu haliyle de yeterince sarsıcı bir film zaten Bir Zamanlar Anadolu’da.

Nihayetinde Bir Zamanlar Anadolu’da sinemayı seviyorum diyen herkesin mutlaka izlemesi ve izletmesi gerektiği bir film, bir olay ve bir ağıt. Umursamazlıklarımıza, gizli acılarımıza yakılan ve bir süre sonra “bir zamanlar” yaftası yiyecek olan büyük bir ağıt.

Muhammed Tiryaki

[email protected]

Yazarın diğer yazıları.

Ahmet Mümtaz Taylan Bir Zamanlar Anadolu'da (2011) fırat tanış Gökhan Tiryaki Muhammet Uzuner sergio leone suç Taner Birsel

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Otopsi: Hitchcock’un Psycho’sunun Sahne Sahne İncelemesi (Görsel Materyallerle Birlikte)

  1960 yılında Paramount Pictures şirketinin gözetiminde, Universal’in stüdyolarında çekilen ve Alfred Hitchcock’un son siyah ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort