Anasayfa / Sinema / İkonlar & Portreler / Zirveden Sonsuz İnzivaya: Greta Garbo

Zirveden Sonsuz İnzivaya: Greta Garbo

İsveç asıllı Amerikalı aktris Greta Louisa Gustafsson (Greta Garbo) için Hollywood’un karyatidlerinden dersek yanlış olmaz, zira kendisi en önemli beyaz perde efsaneleri listesinde Rita Haywort, Katharine Hepburn gibi starlarla beraber ilk beşte.

Bu yıl 111. doğum yılı olan Garbo’nun (1905-1990) sessiz sinemayla başladığı kariyerini çok erken yaşta noktalamasıyla beraber ölümüne değin tek kare fotoğraf vermeden sürdürdüğü ikonik hayatı hâlâ konuşuluyor. Peki bunun sırrı ne? Günümüzde magazin basını olmadan bırakın bir sanat icra edebilmeyi nefes bile alamayacak hale gelmiş ünlülerin var oluş çabalarına karşın kendisini içinde olduğu sektörden izole eden, zaten çeyrek asırdan fazladır da hayatta olmayan biri nasıl oluyor da hâlâ önemini koruyabiliyor?

1924’te tanıştığı İsveç sinemasının kurucularından Mauritz Stiller’in kendisine duyduğu aşk, Stockholm Kraliyet Akademisi’nden aldığı eğitimden daha sağlam bir basamak oldu Garbo için. Stiller’in, genellikle edebiyattan alıp serbest tutumla yazdığı uyarlamalarından biri olan Gösta Berlings saga (1924, Gösta Berling Söylencesi) isimli filmdeki rolüyle adını duyuran Garbo, aynı yıl isminin ‘İzmirli Odalık’ olacağı konuşulan yapımın çekimleri için her ne kadar İstanbul’a gelip Pera Palas’ı şereflendirmiş olsa da yapımcının batacağı hesapta yoktu.

The Saga of Gosta Berling (1924)

Eli boş geri döndükten sonra Alman ekolünün atılış temeli sayılabilecek Die freudlose gasse’de (1925, Serçe Sokağı / Kederli Sokak, Georg Wilhelm Pabst) rol aldı ve ardından Stiller ile birlikte Amerika’nın yolunu tuttular. Bu erkeksi tavırlarının ardına sığınmış kızın içindeki zarafeti ilk keşfeden ve onu sahiplenip aşkla yaratan adam bu kez ilahe Garbo’nun peşinde yok olacaktı.

Fotoğrafçı Arnold Genthe’nin, Vanity Fair için çektiği kapak fotoğrafı Garbo ve Stiller’in Hollywood biletiydi. MGM ile görüşme yapıp angaje altına giren Garbo hiç sevemeyeceği oyunu kuralına göre oynayıp maddeci, basit ve ahlakla bağdaşmayan kurallara sahip dediği Amerikan toplumuna istedikleri ne varsa sınırlarını oldukça zorlayarak verdi belki; ama hiçbir senaryo yazımına dahil edilmeyip yönetmenlik de yapması istenmeyen Stiller, İsveç’e döndükten kısa bir süre sonra öldü.

Janet Gaynor, Lillian Gish gibi oyuncuların muhafazakâr minvalde oluşturdukları Hollywood biçimi; Claudette Colbert ve Gloria Swanson’dan sonra Garbo’nun gelişiyle kadınları ev kavramının dışına çıkartıp, seksapalitelerini konuşturacakları daha liberteryen bir bakışa büründü. Flesh and the Devil (1926, Kadın ve Şeytan, Clarence Brown) tutkunun betimlemesinin yapılması gerekse Garbo’nun gizem dolu çehresinin anlatımının yeterli olacağı bir melodramdı.

Flesh and the Devil (1926)

Ardından ilk sesli çekilen filmi Anna Christie (1930, Clarence Brown) ve Anna Karanina (1935, Clarence Brown) geldi. Artist’te (2011, Michel Hazanavicius) tema alınan sessiz sinema döneminden sesli çekime geçerken duruma vakıf olamayıp sinemayı büyük çöküntülerle bırakan artistler arasında Garbo nadiren başarıyı yakalayanlardandı.

Anna Karenina (1935)

Tarihi ve edebi pek çok uyarlama içerisinde yer alan Garbo’nun, Marlene Dietrich gibi politik eğilimleri kuvvetli bir aktrisle rivayetten ziyade gerçek olması muhtemel yaşadığı gönül ilişkisinin sanatına yön verdiği söylenebilir. Büyüleyici güzellikteki casuslar, savaş içerisinde ve etnik kökenleri yadırganan kadınlar onun Anglosakson ifadesinin fırsatıyla birleştirip canlandırmaktan haz duyduğu rollerdi.

Mata Hari (1931)

Mata Hari (1931, George Fitzmaurice), Grand Hotel (1932, Büyük Otel, Edmund Goulding), Camille (1936, Kamelyalı Kadın, George Cukor), Ninotchka (1939, Ernst Lubitsch) gibi filmlerle hem savaşta yıkıntı göreceği kaçınılmaz Avrupa şehirlerinin biraz hatırlanmak istendiği gibi kalışına hem de yaptığı taşlamalarla dizginlenemez ruhunun hiyerarşiye başkaldırısına hizmet etti.

Grand Hotel (1932)

Modaya uymadı, aksine ona yön verdi. Kişisel hayatının mahremiyetine gösterdiği özen onu daha fazla merak konusu yaptı.

Camille (1936)

Two Faced Woman (1941, İki Yüzlü Kadın, George Cukor) filminin sinema otoritelerince beğenilmemesi üzerine, otorite karşıtı duruşunun faydasızlığı ve kamuoyunu önemsemediği halde onların elinde bulunuyormuş hissi Garbo’ya ağır gelmiş olmalı ki sanat hayatını sonlandırdı. Kendinden ödün verip şöhret bağımlısı olmaktansa bir hiç olduğunu düşünmek, medyatik ortamların ve sanat çevresinin dışında evine kapanıp münzevi ve esrarengiz bir ömür tüketmek belki de sadece Garbo gibi bir kadının harcıydı.

Erkek egemen toplumda kadına feminenliği öğretmek gibi zor işlerin öncüsü ‘Buzlar Kraliçesi’ akıllarda hep genç haliyle kalacak. Bu da sanırım en güzel ölümsüzlük.

Hülya Ayazoğlu

[email protected]

Yazarın diğer yazıları.

Anna Christie (1930) Anna Karanina (1935) Die freudlose gasse (1925) Gösta Berlings saga (1924) Grand Hotel (1932) Mata Hari (1931) Mauritz Stiller Ninotchka (1939) sinema ikonları

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir