Anasayfa / Sanat / Sinema Sosyolojisi Ne İşe Yarar?

Sinema Sosyolojisi Ne İşe Yarar?

İzlediğim ilk sinema filmini doğrusu hatırlamıyorum ama büyük bir olasılıkla Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ya da Külkedisi olmalı. Her ikisini de aynı dönemde izlemiş olmalıyım. Daha önceleri defalarca bana okunan, anlatılan bir masalı, benim düşlerimde en küçük ayrıntısına kadar yaşatmaya çalıştığım kahramanları ve özellikle de o yakışıklı prensleri kanlı canlı karşımda bulmam kim bilir beni nasıl etkilemişti?..

 

Sanırım o zamanlar sinemayla ilgili ilk izlenimim, benim düşlerim ile başkalarının düşleri arasında bazı farklılıklar bulunduğuydu. Öyle ya, benim yakışıklı prensim filmde hiç de cazip durmuyordu. Cücelerim sevimsiz, hele Pamuk Prenses ve Külkedisi içler acısıydı. Tabii bu izlenimde minik bir kıskançlık ve bolca da onların bana hiçbir şekilde benzememesinin payı olsa gerek. Her neyse, sonuçta sinema, demek böyle bir şeydi..

 

Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum, bir gün bir yerlerde okuduğum bir şey bana “Yapma yav!” dedirtti. Okuduğuma göre bu iki masal ve filmleri küçük kızlara aslında diyormuş ki: “Bakın minikler, ilerde siz de böyle yakışıklı ve zengin bir koca bulmak istiyorsanız, işte böyle olacaksınız. İyi, nazik, güzel, sevimli, alçakgönüllü, söz dinleyen, yumuşak başlı, iyiliksever ve ve …” Öf sıkıldım!.. Ha! bir de sabırlı!.. Aslında sadece kızlara değil delikanlılara da epey bir şeyler söylüyormuş ama onu da onlar düşünsün.

 

“Sinema Sosyolojisi” denilen şeyle benim ilk tanışmam böyle oldu herhalde. Elbette ki resmi bir tanıştırılma söz konusu değildi. Ancak göz aşinalığı diyebiliriz. Resmi olarak tanıştığımda şöyle bir şey duydum: “Her şey her şeye bağlıdır. Bir şey olmazsa hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.”

 

Sinema Sosyolojisi’nin “Aslında ne diyor?”, “Neden böyle anlatıyor?” gibi soruların yanıtını araştırdığını düşünüyorum. Simgelerle uğraşıyor, göndermelere güveniyor, filmin çekildiği zamandan başlayıp mekana, konuya, yazana, oynayana, ne giyindiklerine ve nasıl aydınlatıldıklarına kadar her veriyi inceliyor.

 

 

Böylece ‘temel anlam düzeyi’nden başlayıp, ‘yan anlam düzeyleri’ne ulaşıyor. Sonuçta her karesine gerekli özeni gösterip filmi çözümlüyor ve insanlara diyor ki: “Öyle her gördüğünüze inanmayın. Bu film aslında ‘bunları, bunları’ söylüyor!.. ‘bunları’ da ‘bunun’ için söylüyor ve sizi haince aldatıyor. Rahatladığınızı sanıyorsunuz değil mi? Mutlu oluyorsunuz. Yanılıyorsunuz!.. Bir kandırmacayı yaşıyorsunuz.. Aslında, farkında mısınız bilmem ama yönlendiriliyorsunuz. Ne haber?!”

 

Bunları söyleyen Sinema Sosyolojisi, işte tam da bu noktada işe yaramaya başlıyor. İnsanları dürtüklüyor, itekliyor hatta hızını alamayıp bazen tepe-taklak ediyor. Planlayarak düşünmeye azmettiriyor. Bunları yaptıkça da sinemayı bir sanat olmaktan çıkarıyor sanki. Çünkü sanatın “Toplumlar için öncü bir güç olduğu” ve “İnsanları aydınlatma, düşündürme, doğruya ve güzele yöneltme gibi bir sorumlulukla çevrelendiği” tanımlamalarıyla büyüyenler: “Eğer sinema bize yalan söylüyorsa, sanata da ihanet ediyordur!” diye düşünebilirler. Yani sinema hem mevcut ‘lanetli’ düzenin devamı için sinsice çaba harcayacak, hem de hiçbir sıkıntı belirtisi göstermeden “Ben 7. sanatım!” diyecek?.. Tam olarak bilemiyorum ama bu günlerde kafamı kurcalıyor bu soru. Belki de Sinema Sosyolojisi’nin bir marifetidir bu, bilemem..
Sonra…

 

 

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Benim sinema filmi izleme keyfim sizlere ömür! Hatta reklam filmleri, klipler, afişler, fotoğraflar ve yağlıboya resimler bile tat vermiyor. Vesikalık fotoğraflardan da kuşkulanmaya başladım.

 

Eskiden o mutlu günlerimde örneğin, dikey çizgilerin ve çaprazların, o karmaşanın insanın üzerinde yarattığı gerilimi bilmeden, ağız tadıyla gerilmekteydim. Ama şimdi? Ne yani, bana ne yapmak istediklerini bile bile mutlu mu olmalıyım? O uzun gölgelerin neden kullanıldığını bilerek ya da tam o anda giren melodinin, başlamak için neden tam da o anı seçmek zorunda olduğunu anlayarak, nasıl keyifleneyim?

 

Yaram taze onun için fazla deşmek istemiyorum. Yoksa daha çok örnek verebilirdim bu konuda, ancak yüreğim dayanmıyor. İşte bu dayanılmaz durumu biraz çekilir hale getirmek için “Aslında ne diyor?” oyunu oynuyorum. Evet, keyif vermeye başladı ama bazı sakıncaları var tabii. Öncelikle birçok şeyin aslında ne demek olduğunu daha tam olarak anlayamıyorum. Okuyup öğrenmek gerek. Yine de bir filmi izleyerek toplumun ne halde olduğunu ya da insanlara bakarak: “Hıım.. Bunlardan çıksa çıksa şöyle bir film çıkar” deme yolundayım. Bakalım zaman gösterecek?..
Ve zamanla..
1) Hiçbir filmin eski tadı olmayacak.
a) Beni bir tür ‘keriz’ yerine koyanların niye koyduklarını bileceğim.
b) Beni insan yerine koyanların niye koyduklarını da bileceğim.

 

 

2) Bende bir paranoya başlayacak. Filmden, klipten, afişten, fotoğraftan, resimden ve derken, derken… karşıma çıkan insanlardan bile huylanmaya başlayacağım. İçimden yükselen, o ısrarcı ses şöyle diyecek bana: “Çözümle onu!” Mesleki açıdan durum pek parlak gözükmüyor. Bildiklerimi ve bileceklerimi uygulayarak insanları etkileyebilirim. Onları akıllarının ucundan bile geçmeyen şeylere yönlendirebilirim. İstediğimi yedirip, istediğimi giydirebilirim. Onlara seyrederek mutlu olacakları filmler çekebilirim, şarkılar söyleyebilirim. Ben var ya ben!, onları ertesi güne hazırlayanların arasına katılabilirim! İşin acı tarafı bunu yaptığımı bile bile yine de bunu yapabilirim. Kötü bir düş gibi..

 

3) Başka ne yapabilirim? Bildiklerimi insanları ayıltmak! için kullanabilirim belki. O zaman da ben ve benim gibilerin uzun yıllar süren bu çabası sonunda herkes başlarına örülen çorabı anlar. Sonra ne olur?.. Belki yeni bir düzen kurulur, yani anlatamayacağım kadar mükemmel bir düzen. Ütopyalar gerçekleşir belki. Şahane olur her şey, olağanüstü! harika!.. İyi de sonra ne olur? O inanılmaz mükemmellikteki düzeni sürdürmek için birileri durumdan vazife çıkarır. Yeniden bir mekanizma işlemeye başlar. Yeni kuşakları yetiştirmek için, güzelliğin devamı için ve düzenin bekası için. İnsanların yine ertesi güne hazırlanmaları gerekir mi? Hayır, bu soruyu soruyorum çünkü eğer böyle bir şey olmayacaksa ben işsiz kalacağım demektir.

 

4) Görüldüğü üzere durumum gerçekten vahim. Umarım ilerde şöyle demem: “Sinema Sosyolojisi mi?? Keşke hiç karşılaşmasaydık!!”

 

Yazan: Ayşegül Engin

eleştirmenin rolü film alımlaması film izlemek film izleyicisi seyirci

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Le silence de la mer (1949, Jean-Pierre Melville)

Direniş ve Estetiği: Le silence de la mer Jean-Pierre Melville’in kariyerinin ilk filmi Le silence ...

Bir Yorum

  1. Usta işi bir yazı. Teşekkürler.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir