Anasayfa / Manşet / Picnic at Hanging Rock (1975, Peter Weir)

Picnic at Hanging Rock (1975, Peter Weir)

Birazdan okuyacağınız yazının asal konusu Picnic at Hanging Rock (1975, Hanging Rock’ta Piknik/Sevgililer Günü Pikniği) olsa da söz konusu şiirsel filmi derinlemesine kavrayabilmek için kapalı çekmecelerini bir bir açmamız gerekecek. Önce Peter Weir’a ve ilk önemli yapıtlarını verdiği kendi kıtasına, Avustralya sinemasına kısaca bakacağız. Ardından Picnic at Hanging Rock’u Viktoryen dönemin karakteristikleri ve sosyo–psikolojik–ekonomik bağlaşıklıklarıyla inceleyeceğiz. İngiliz edebiyatı da bir ucundan çağ panoramasına eşlik edecek. Temelde ise cinsel motivasyonları analiz edeceğiz.

Avustralya Sineması & Peter Weir

picnic-at-hanging-rock-1975-peter-weirAvustralya sineması tam olarak 1970’lerde bir ivme kazanabilmiştir. 70’lerin başlarına değin sinema sektörü bulunmayan, doğal olarak da uluslararası hiçbir varlık gösteremeyen kıta sinemasında devlet olanakları ve motive edici yardımları sayesinde bir anda film zenginliği başlar. Peş peşe çekilen filmler geniş bir çeşitlilik sağladığı gibi Avustralya sineması artık uluslararası arenada ses de getirmeye başlayacaktır. 80’lerden itibaren ülkelerinin sinemasını canlandıran yönetmen üyeleri birer birer Hollywood’a yerleşmeye başlar. Avrupa sinemasının sivrilen simaları nasıl ki soluğu anında Amerika’da almış ise, bu kıtada da hemen hemen benzer şeyler yaşanmıştır.

Avustralya sinemasını canlandıran ve yapıtlarıyla uluslararası çapta yankı uyandıran belli başlı kilit isimleri kısaca anımsayalım: Roger Donaldson, Bruce Beresford, Fred Schepisi, George Miller. Sayılan isimlerin hepsi Hollywood’da mesai yapıyor hâlen. Donaldson, remake’ler ve kara film’lerle; Beresford sosyolojik kökenli dramalarla; Miller yaşanmış öyküler veya animasyonlarla sinema yaşamlarına devam ediyor. Schepisi ise durgunluk döneminde. Ve Peter Weir. Avustralya’da olduğu gibi Hollywood’da da Avustralyalı çağdaşlarından çok daha olgun, çok daha ilgi çekici sinemasıyla özgünlüğünü muhafaza ederek birbirinden ilginç filmlere imza atmayı başarmış bir yönetmen: Witness (1985, Tanık), The Mosquito Coast (1986, Sivrisinek Sahili), Dead Poets Society (1989, Ölü Ozanlar Derneği), The Truman Show (1998). Sayılan filmler usta bir sinemacıyla karşı karşıya olduğumuzu kanıtlamaya yeter.

Picnic at Hanging Rock ise yönetmenin ülkesinde çektiği ve dünya çapında beğeni kazanan bir filmi. Hemen söyleyeceğim: Eğer yönetmen olsaydım, böyle bir film çekebilmeyi çok isterdim! Serial anlatım, sakin bir kamera, büyülü görüntüler, patetik bir müzik ve hemen herkes başrol oyuncusu. Weir’ın kamerası o kadar sakin ki olan bitene ağırbaşlılıkla vizör tutuyor. Sinema bu sadeliği kolay yakalayamadığı gibi çok az film şiirsel imajlarına rağmen böylesine akıcı olmayı başarabilmiştir.

Peter Weir’ın filmlerine damgasını vuran elementlere baktığımızda karşıt dünyaların çatıştığını, otantik ve dinsel göstergelerin belirli bir rol oynadığını, dışsal faktörlerin düzeni bozduğunu görüyoruz. Gallipoli’de (1981, Gelibolu) dışsal faktör savaştı. Avustralya’dan kalkıp Çanakkale Gelibolu’ya, kolonyalist İngiltere saflarında, hiç tanımadıkları Osmanlı ordularına karşı savaşmaya gelen Anzakların öyküsü. Gönüllü olarak savaşa katılan gençler, sonunda ikileme düşüyor, yaşamlarını ve dünyayı sorguluyorlardı. Bir yıl sonra çektiği The Year of Living Dangerously’de Gallippoli’de olduğu gibi yine Mel Gibson başroldeydi. Endonezya’ya giden bir gazetecinin sarsıcı öyküsü. Her iki filmde de savaş fonunda insan dramlarını betimleyen Weir’ın 1977’de çektiği The Last Wave (Son Dalga) yine otantik havasıyla büyüleyici bir filmdir ki burada da karşımıza Avustralya yerlileri çıkar. Dışsal faktör gittikçe yaklaşan bir sel felaketidir. Yönetmen söz konusu üç filmde de dışsal düzen ve otoritenin bireyin yaşamını nasıl kargaşaya sürüklediğini göstermek istemiştir. Üç film de biçemsel açıdan yetkindir. Hemen bütün filmlerinde olduğu gibi kusursuz görüntüler yakalayıp etkileyici müzikler kullanmıştır.

80’lerde Hollywood’a davet edilen yönetmen, Avustralyalı meslektaşlarına nazaran özgün çizgisini korumayı başardı ve dev yapım şirketlerine senaryolarını nazik bir dille dikte ettirdi. Amerika’da çektiği ilk film Witness, Amişlerin içe dönük uygarlığına sığınan bir dedektifin (Harrison Ford) öyküsüdür. Modern dünya ile teknolojinin bütün nimetlerini reddeden alternatif bir dünyayı karşılaştıran yenilikçi bir neo–noir. Hemen ardından yönettiği The Mosquito Coast modern dünyadan kaçmak isteyen bir adamla (yine Harrison Ford) ilgiliydi. Ailesini doğanın koynunda yaşamaya ikna etmeye çalışan Profesör, romantizmin “doğaya dönüş” tezini doğrulamaya çalışır gibi gözüküyordu. Temelde kapitalizmi reddeden nesli tükenmiş entelektüel, doğaya dönüşün imkânsızlığını da kavramış oluyordu. İçsel çatışmaya ailevî ve doğaya dönük bir çatışma eşlik ediyordu. Dead Poets Society geleneksel değerlerle çatışan yenilikçi bir öğretmeni (Robin Williams) konu alıyordu. Öğrencilerine tamamen farklı bir dünya sunmaya çalışan marjinal eğitmen, eni sonu sistemin sahnesinden dışarı fırlatılıyordu. Tektip, aynı düşünen, birbirine benzeyen nesiller yetiştiren eğitim kurumları filmin merkezinde sorguladığı temalardandı. Green Card (1990, Yeşil Kart) yabancılık, yabancı olma ve kimlik konularına bakan bir filmdi. Georges (Gérard Depardieu) ve Brontë (Andie MacDowell) çatışan dünyaların (Fransa ve Amerika ya da Eski Kıta ve Yeni Kıta) insanlarıydılar. The Truman Show herkesin hemfikir olduğu üzere son başyapıtı olarak bütün dünyada büyük beğeni toplayan bir filmiydi Weir’ın. Gösterime girer girmez Wachowskiler’in Matrix’iyle (1999) karşılaştırıldı ve “sanal gerçeklik”le Baudrillardcı simülasyon kuramı üzerinden okundu. Filmin bu konuda çekilmiş olgun bir başyapıt olduğunu mimleyebiliriz. Özetlersek; dinsel ögeler (Picnic at Hanging Rock, The Last Wave, Witness), otantiklik (Gallipoli, The Last Wave), kimlik ve yabancılaşma (Witness, The Mosquito Coast, Green Card, The Truman Show) gibi kavramlardan beslenen son derece kişisel yapıtlarıyla Weir, önemli sinemacılar arasındaki sarsılmaz yerini alıyor.

Şimdi Picnic at Hanging Rock’un sularına inebiliriz.

Picnic at Hanging Rock & Viktoryen Dönem

Bu dünyaya nasıl geliyoruz ve nasıl gideceğiz, hepimiz için bu farklı gerçekleşiyor. Biz sürekli izole ediliyoruz, izleniyoruz, herkes ve çevremizdeki her şey hakkında casusluk yapıyoruz. Doğum sırasında, şansımız aslında bilinmeyen ve tam olarak anlaşılamayan, bir doğal kanunun görünen yüzüdür, bizi günümüz soruşturmalarının tam merkezine oturtur, gizlilik ve casusluk ya da ona izlemek de diyebiliriz. İşte ben size ilk casusluk imkânını veriyorum. Ve ilk casusluğu yapılan kişi olmayı.(Nicolas Roeg, Bad Timing)

Anlaman gerekmez yaşamı

O zaman bir şenliğe dönecektir.

(Rilke, Seçme Şiirler’den)

Yıl: 1890

Yer: Avustralya

Dönem: Viktoryen

Genel Manzara

Filmde belirleyici olan Viktoryen kız kolejinin katı, emrivaki, buyurgan, geleneksel yapılanmasıyla Hanging Rock’un çıplak doğa tasvirinin karşı karşıya ge(tiri)lmesidir, denilebilir. Kolej, kız öğrencilerin erkeklerden uzak tutulduğu, dinsel prensipler doğrultusunda eğitim sürdüren, baskıcı, burjuva, disipliner bir mekândır. Kolejin müdiresi Viktoryen dönem için biçilmiş kaftandır. Giyim tarzından odasının dekoratif düzenlenmesine değin muhafazakâr, gizlenmiş ve lüks. Yönettiği kolejde parasal sorunları öğrencilerini kovarak çözümleyen (!), ilkelerine bağlı bir erken dönem burjuva olarak odasına Kraliçe Victoria’nın resmini asmayı görev bilmiştir! Az konuşan, ama sert olabilen, hemen bütün çevre sakinleri gibi gizemli bir karakterdir. Gizem, gizlenmiş ya da saklanmış toplumların başat özelliği değil midir?

Müdire belirli ve özel günlerde kolej öğrencilerini rutin gezilere çıkarmaktadır. Hanging Rock’a yapılacak gezi de esasen alışıldıktır. Yalnız bir ayrıntı: Alışıldık olan bastırılmış ve gizlenmiş olandır. Basit davranışlar, daha derinlerde açıklama bekleyen gizemli davranışlardır. Dolayısıyla sonu trajik halkaya düğümlenecek gezi daha en başından gizemli bir noktaya eklemlenmektedir. Gizemi gizemli olan ile çarparsınız, sonuç hiçbir zaman gerçeklik algımızla tam manasıyla çakışmayacak olan efsane kavramına karşılık gelir. Bir belirsizlik hâlesi, bilinmeyenler silsilesi öykünün çıkış noktasıdır bir başka deyişle.

Şimdi söz konusu gizem hâlesine mercek tutma zamanı geldi.

Öncelikli ve ilk olarak;

Hanging Rock’un “sperm” olarak tasvir edilişi, tabiatla kurulan ilişkiyi sınamamızı sağlar. Doğanın ve doğanın bir parçası olan, giderek doğayı baskı ve kontrol altına alan insan üretkenliğinin simgesel dışavurumu. Üretkenlik, aynı ölçüde bastırma ve gizlemeyi de sonsuzca çoğaltıyor, kopyalıyor. İngiliz Viktoryen mantalitesinin Avustralya semalarına kopyalanması, ikame edilmesi gibi.

İkinci olarak;

Doğa elbette dışımızda gibi görünür; ama aslında doğanın içindeyizdir. Öykü, Hanging Rock’un kolej çalışanlarınca nasıl algılandığını olabildiğince şiirsel bir yaklaşımla vermeye çalışırken aslında çok belirli ve geleneksel bir mantığı görselleştirmiş oluyor. Bu mantık, doğanın bir parçası olmasına karşın insanın doğayı dıştaladığı gerçeğiyle buluşur.

Üçüncü ve son olarak;

İçinde bulunduğumuz doğada biz insanların da bir doğası vardır. Doğayı reddetmek, bastırmanın, gizlemenin handiyse motive edici itici gücü olagelmiştir. Tehlike de budur. Gizleme, bastırılmış cinsellik olarak çağlara ve prototip olarak da Viktoryen döneme damgasını vurmuştur. İşte filmin temel meselesi aşağı yukarı budur. Yani bastırılmış olanın, gizlenmiş olanın şiirsel tasviri.

En doğal eğilimin, sözüm ona cinselliğin bastırılması psikolojik sarsıntıyla kol kola yürümüştür. Tabular böyle böyle yaygınlaştırılmış, eni sonu yasa olarak kabul edilegelmiştir. Elbette yasa sadece devletin karanlık gölgesinde maruz bırakıldıklarımız değil, daha genel ölçüde yazılı olmayan, sözel kültürün dikte ettiği bir kültür klasifikasyonunu da ihtiva eder. Bu da yanılsamalı bir şekilde gizemler dünyasını harekete geçirir. Gizem; duyularüstü olanın, dinsel olanın, hülasa metafiziğin yaptırım gücü dâhilinde detaylandırıldığında daha bir anlam kazanacaktır. Psikolojik gizem ise uygarlığın bastırdıklarıyla paralel ve yan yana düşünülmelidir. Eğer cinsel olanı gizemli olan ile aynı imkânsız paydada okumayı sürdüreceksek, bu zaten ortajen muhafazakâr bir bakış açısının en eski ahlaksal mantık dizgesini oluşturmaktadır. Picnic at Hanging Rock için dönemsel portre Viktoryen dönemin bağlaşıklıklarıyla kuşanmış olsa da buradan sıyrılıp bütün çağlara, eski ve yeni uygarlıklara değin uzanmaktadır. Filmin evrensel ölçekteki önemi yalnız sözü edilen zaviyeden bakılarak anlaşılabilecektir.

Uzamsal Göstergeler & İnsan Psikolojisi

Sinema sanatı okul ve kışlaları, kolej ve kamu binalarını defaatle yansıtarak zengin ve renkli bir çeşitlilik sunmaktadır önümüzde: Dario Argento’nun Suspiria’sı (1997) kız öğrencilerin pedagojik formasyonuyla ilgilenen bir eğitim kurumunu, Almanya’daki bir bale okulunu fon alır ki temelde fantastik bir korku öyküsüdür. Filmin güçlü bir mekân duygusu vardır. Aslında genel olarak gotik ya da barok öykülerde mekânsal düzenlemenin insan psikolojisiyle paralel kurgulandığını görüyoruz. Gotik şato veya kurumlar, devasa binalar, karanlık, meşum malikâneler psikolojik dekorun tamamlayıcısı biçiminde tasarlanarak etki katsayısı pekiştirilir. Gizlenmiş uzamlar, baskılanmış karakterlerin çarpıtılmış bir yansıması gibidir. Ayna vazifesi görürler. Kapalı, ulaşılmaz, yarı gölgeli her uzam karanlık ve ulaşılmaz bilinçaltının basit bir istiaresidir. Bilinçaltına itilen, ama bir gün mutlaka geri dönen korkular, potansiyel cinsel enerjiler, sapıkça dürtüler, şiddete duyulan sonsuz inanç; kapalı uzamların tekinsiz koridorlarında bir yerlerden ansızın çıkıp da karakteri ürküten, bıçakla delip geçen sadistlerin, araftaki lanetli, uzun saçlı hayaletlerin, oidipus karmaşasının deney kabinindeki psycho’ların çarpıtılmış, belli belirsiz görüntüsüdür.

Robert Wise, The Haunting’de (1963, Perili Ev) devasa malikânenin gizemini insan psikolojisine koşut düzeyde betimlemiştir. Malikâne giderek bilinçdışının görsel istiaresi haline dönüşecektir. Ki bilinçdışı psikolojik prosese başfigürün interior monologue’u eşlik etmektedir. Gene Suspiria’da (Bu filmi SanatLog yazarlarından biri enine boyuna yazmalı!) genç kızların aşkı ve cinselliği keşfetmelerine izin dahi verilmediği görülür. Hitchcock’un gotik melodramı Rebecca’daki (1940) meşum Kâhya Bayan Danvers (Judith Anderson) gibi belli prensipler doğrultusunda hareket eden ve lezbiyen izlenimi veren Müdire Blanc (Joan Bennett) ile ketum yardımcısı Bayan Tanner (Alida Valli) katı kurallar dâhilinde büyü sanatlarıyla uğraşmaktadırlar. Seküler olan, hep bir adım uzaktadır.

Dracula ve Frankenstein’ın yaratıcılarına, Bram Stoker ve Mary Shelley’e sadece selam çakalım buradan.

Bir başka etkili örnek olarak Quay Kardeşlerin Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life (1995, Benjamenta Enstitüsü) adlı kafkaesk filmlerini gösterebiliriz. Bu inanılmaz çekici filmde mekân (Benjamenta Enstitüsü uşak eğiten tuhaf bir enstitüdür.), Dracula’nın tekinsiz şatosu gibi çok-odalı ve karmaşıktır; adeta labirent gibidir. Gotik tasarım, kafkaesk belirsizliğin ipuçlarını görselleştirmektedir. Basık odalar, gizli geçitler, izole atmosfer, kuşkulu ortam, minimal atmosfer içre çok çarpıcı bir uzam/dekor tasarımı…

Weir’ın Amerika’da çektiği Ölü Ozanlar Derneği’ni de anabiliriz. Geleneksel değerlerle çatışma filmin öğretmen figürünü de ilgilendiren genel bir sorundur.

Ama katilin sevişen kızları sinir bozacak denli cool tavırlarla kovalayarak kesip biçtiği kolej filmlerini dışarıda tutuyorum. Söz konusu filmlerin konumuzla bir alakası yok. Burada asıl vurgulamak istediğim nokta; sinemada mekânsal anlayışların insan psikolojisine hizmet edip etmediği olgusudur. Dolayısıyla John Carpenter’ın muhafazakâr Halloween’ı (1978, Cadılar Bayramı) ya da Sean S. Cunningham’ın sadistik slasher’ı Friday the 13th (1980, 13. Cuma) konumuz bağlamında hiçbir yere konumlanırlar. Bununla birlikte, Wes Craven’in A Nightmare on Elm Street’i (1984, Elm Sokağında Kâbus) ilginç bir filmdir: Kennedy suikastı sonrası Amerikan toplumundaki paranoyayı, düzen bozukluğunu genç insanlar üzerinden okuyan öykü, mide bulandırıcı gore içeriğine karşılık bilinçaltının sinemasıdır. Sayılan filmlerin çoğunun gişe beklentisiyle çekildiği açıktır. Fakat bu bir şeyi değiştirmez. Sinema sanatı öyle veya böyle uzamla içli dışlıdır.

Mistisizm & Cinsel Proses

Öykünün kolejin dışına taşarak doğal mekân konumundaki Hanging Rock’u sinemasal uzamına dâhil edişi filmin ikili yapısından kaynaklanmaktadır. İkili yapı, yukarıda çıtlattığımız üzere, “Viktoryen kız kolejinin katı, emrivaki, buyurgan, geleneksel yapılanması ile Hanging Rock’un çıplak doğa tasvirinin karşı karşıya ge(tiri)lmesi” ile ilintili bir bakışın uzantısı olmak durumundadır. İki yapı çatışmaya başladığı anda sorunlar bir adım ötede beklemektedir. Peki, nedir bu sorun? Filmin başında işaret edildiği gibi, gerçek yaşamdan alınan öykünün itici gücü olan kolej kızlarının kaybolması olgusu. Evet, piknik günü üç kız ve öğretmenleri birdenbire ve gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuşlardır. Birkaç gün sonra öğretmen bulunmuşsa da kızlardan hiçbir emare ele geçmemiştir. Kaybolmanın mekânı doğal olarak Hanging Rock’tur. Doğal mağaralarla, deliklerle, sarp eteklerle kaplı tepe, ki yukarıda “sperm” olarak tasvir edildiğini özellikle belirtmiştik, didik didik edilmiş ise de üç kolej kızından hiçbir haber alınamamıştır. Ölmüşler midir? Öldülerse cesetleri nerededir? Kaç(ırıl)mışlar mıdır? Soruların hiçbir yanıtı yoktur. Zaten hadise o gün bugün çözümlenememiştir. (Film, girişte belirtildiği üzere gerçek yaşamdan uyarlanmıştır.) Gizem de budur.

Yukarıda, Gizem; duyularüstü olanın, dinsel olanın, hülasa metafiziğin yaptırım gücü dâhilinde detaylandırıldığında daha bir anlam kazanacaktır. şeklinde ifade ettiğimiz yaklaşıma, psikolojik–cinsel süreci de dâhil ettiğimizde, entrikanın kodlarını büyük ölçüde çözmüş oluruz, diye düşünüyorum. Şiirsel referanslar içre örülü, doğal seslerden yapılmış bir film için sinemasal okuma noktasına gelmiş bulunuyoruz böylece: Gerçek bir hadiseyi kalkış noktası da yapsa bir film, önünde sonunda fiction’dır. Bu Picnic at Hanging Rock için de geçerli bir sorunsaldır. Öyleyse, öykünün kaybolan kızlarını nereye koymalıyız? Elbette okuma süreci –ki film şiirsel referanslarla örülü demiştik– çağrısımsal olanın izinden gitmek zorunda. Biz de öyle yapacağız. Nitekim baştan beri vurgulamaya çalıştığımız şey de bununla doğrudan ilintili bir duruma işaret eder. Şu: Picnic at Hanging Rock, çıplak doğa ile insan doğasını karşı karşıya getirerek, deyim yerindeyse çarpıştırarak sinemasal amacını dışavurur. Bu bize açık bir okuma alanı bırakır. Mevcut sinemasal alan, artık söylemenin vaktidir; doğanın insanı yutuşunun alanıdır. İnsanın kendi arka bahçesinde kaybolması. Bu, insanın ait olduğu doğaya, yani yapmacıksız, yani önkoşulsuz, yani bastırılmamış, yani gizlenmemiş, olabildiğince çıplak, süssüz kendi özel doğasına yeniden dönmesi olarak addedilebilir mi? Kuşkusuz evet. Reddedilenin kabullenişi. İster mistik olarak, ister bir bilinmeyen olarak doğanın içinde eriyiş. Ya da doğanın kendisi oluş.

Freud’a göre çıplak olarak doğanın koynuna, dünyaya doğan bebek, çıplaklığının ertesinde çabucak uygarlığın sözde mahremiyet düsturuna ek olarak dikte ettirdiği elbiseleri kuşanıp durmaksızın içe kapanma yolunu seçmiştir. Bebeğin ilk elbiselerini giyinişi, varolan iktidarın baskı yollu kanalize ettiği kalın elbiseleri giyinmesini zorunlu kılmıştır. Picnic at Hanging Rock için bu kuşkusuz Viktoryen elbisedir. Alabildiğince kalın, insanı nefes almaktan bitkin düşüren muhafazakâr elbise farklı kılıf ve görüntüler altında başka ulusların farklı dünyalarında giyindiği ağır ve kalın elbiselere benzer.

Nitekim filmin bir yerinde, Hanging Rock’ta kaybolmaktan son anda kurtulan bir kızın elbiseleri de bulunacaktır. Bu ilineksel bir durum mudur? Hiç sanmıyorum. Doğanın koynuna tekrar dönerken kızların tıpkı içine doğdukları andaki gibi anadan üryan kendi özel kabuklarına çekildiklerini söyleyemez miyiz? Kaybolmaktan kurtulan kız ise, sonunda hiçbir şey anımsayamaz. Ne olduğunun, ne bittiğinin tam bilincinde değildir. Dünyaya henüz gelmiş bebek gibi hafızasız, kimliksizdir adeta. Belki de yeniden doğmuştur. Artık yeni bir kimlik edinmiştir belki. Ama hayır. Belki de yitip gitmeye, kaybolmaya karşı koymuştur. Tıpkı içinde bulunduğu çağın (Victorian Era) karşı duruşu gibi. Yaşadığı şok berrak bir uslamlamaya varmasını engellemektedir. Şok psikolojik düzeydedir; fakat motive edici yönü cinsel kökenlidir. Dolayısıyla baştan beri üzerinde durduğumuz mesele, karşı taraftan bakınca bile yaşamsal önemini korumaktadır. İşte bu noktada Viktoryen dönemin temel elementleri karşımıza çıkar.

Viktoryen Dönem & Bastırılmış Cinsellik

“İki ya da üç yüzyıldır cinsellik etrafında kopardığımız bu çılgın kıyamet, birincil bir kaygıya, nüfusu sağlamak, işgücünü yeniden üretmek, toplumsal ilişkiler biçimini sürdürmek, kısacası ekonomik olarak yararlı, siyasal olarak muhafazakâr bir cinsellik düzeni kurmakla bağıntılı değil midir?” (Foucault) (1)

“Hıristiyan öğretisi cinselliği, itiraf edilmek için biçilmiş kaftan olarak ele almakla onu hep endişe verici bir bulmaca biçiminde sunmuştur. Cinsellik ısrarla gösterilen değil her yerde saklanan bir şey, sesini değiştirerek ve kısarak konuştuğundan, kulak asmamamız tehlikesini doğuran tuzak–mevcudiyettir.” (Foucault) (2)

Meselenin birinci yüzünde;

Yani kaybolan kızların cephesinde, kaybolmanın, yitip gitmenin nihaî gizemini temelde insanın kendi çıplak doğasına yeniden dönüşü olarak değerlendirmiştik –ki eni sonu bastırılmışın karasularına dâhil olabilecek bir konu idi. Doğal olarak cinsel yönü güçlü ipuçları barındırıyordu. Cinsellik Freud’un ısrarla belirttiği gibi salt yatak odasında geçen bir serüvenler dizisi değildir. Cinsellik, kadın veya erkek olmanın çetelesini sunar. Cinsellik complex ve gizemli değildir aslında; uygarlık ya da uygarlığı kontrolize edegelen iktidarlarca öyle görülmüş, öyle dikte ettirilmiştir. Yasaklandığı için öyle sanılmıştır. “Kapalı toplum”larda bunun izleri derinlemesine sürülebilir. (3) Freud, Viktoryen döneme tanık olmuş bir düşünür olarak dönemin maskeli cinselliğini, ikiyüzlü ahlak anlayışını şaşırtıcı derecede ustalıkla tasvir etmiştir.

Viktoryen dönem çelişkilerden mürekkep bir tuhaflıklar çağıdır: Bir yanda yasaklanan, ket vurulan cinsellik, mastürbasyon ediminin aşağılanması, sevgili yaşamı sürmenin gereksizliğinin çarpıtılmış şiarı; öte yanda gitgide artan fahişelik… Kurbanları sadece fahişelerden müteşekkil Karındeşen Jack çelişkiler üstüne kurulu ikiyüzlü dönemin ürünü bir seri katildir ki bugün tümüyle bir efsaneden ibarettir. Sarayla kontak içindeki esrarengiz, tıbbî eğitimi hat safhadaki doktorun izi asla sürülememiş, kendisiyle ilgili makul donelere ulaşılamamıştır. Varsayımlar, saray tarafından görev bahşedilen bir entelektüel seri katil olduğu yönündedir. Çünkü kurbanlarını sadece öldürmemekte, iç organlarıyla yapboz gibi oynayabilmektedir!

Marx’ın Kapital’i yazarken dönüp baktığı İngiltere de budur. Marx, Sanayi Devrimi’nin yarattığı “yedek sanayi ordusu”nu, burjuva sınıfının yükselişine paralel çözümlemiştir. Ekonomik eşitsizliğin damgasını vurduğu Viktoryen dönem, yoksulluğun aşağılandığı bir dönemdir. Proletaryanın günün yarısını fabrikalarda geçirdiği, çocukların el tezgâhlarında sömürüldüğü, genç kızların malikânelerde hizmetçi olarak çalıştırıldığı kapkara bir dönem. Ama kuşkusuz bu koyu kasvetli manzara bugün birçok ülke için aynıyla geçerlidir. Dolayısıyla ekonomik eşitsizlik, insan sömürüsü ve sınıfsal çelişkiler kapitalist veya Fredric Jameson’a referansla, “post–kapitalist toplum”ların da (4) ayırt edici özelliklerinden biri olarak belirmektedir.

Kraliçe Victoria’nın da severek okuduğu büyük realist romancı Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanında da sınıfsal çelişkilerin izleri sürülebilir. Romanda burjuva ahlakı, materyalist yaşam biçimi, zengin ve seçkin olma hayalleri, yükselme arzu ve tutkuları, gösterişlilik, soyluluk ve kibarlık derinlemesine işlenmiştir. Özellikle, olgun bir biçimde vurgulanan sınıfsal çelişkiler bugün de evrenselliğini muhafaza etmektedir. Dickens bir diğer göz alıcı ve otobiyografik nitelikler taşıyan romanı Olive Twist’de yalın anlatımının gerisinde okunmak için elzem birçok tema bırakmıştır. 21. yüzyılda, kapitalizm sözcüğünün önüne –post önekinin iliştirildiği bir yüzyılda, Oliver Twist’deki birçok görüngü ve göstergenin bugün tümüyle geçerliliğini koruması ne acı! Çocuk işçiler, adaletsiz yaşam şartları, yoksulluk, açgözlülük… Kısacası, insan soyunun olduğu her yerde olan ve olmaya da devam edecek sorunlar…

İngiliz sinemacı David Lean, Dickens’ın söz konusu iki yapıtını peş peşe filme uyarlamıştır. Her ikisi de İngiliz sinemasının klasikleri arasında yerini alan filmlerden Büyük Umutlar 1946’ya, Oliver Twist ise 1948’e tarihleniyor.

Viktoryen dönemin en çarpıcı simalarından biri de Charles Darwin’dir. Evrim Kuramı Türkiye’de skandallar (yakın dönemdeki Tübitak Olayı’nı anımsayın) yaratan ve hâlen bir tabu olan Darwin, dönemin muhafazakâr strüktürüne neşter atmış bir bilimadamıdır. Marx, Kapital’i bitirdikten sonra bir kopyasını Darwin’e göndererek, Darwin’in fikirlerini paylaştığını ve ortak noktada buluştuklarını göstermek istemiştir.

Viktoryen dönemi konu alan şu üç filmi ayrıyeten anımsatıyorum: David Lynch’in The Elephant Man’i (1980, Fil Adam), Jack Clayton’ın The Innocents’i (1961, Masumlar), Joseph Losey’nin The Go–Between’i (1970, Arabulucu).

Dönemin karakteristiğini, renkli kişiliklerini kısaca anımsamış olduk ve bu noktada biraz Kraliçe Victoria’dan bahsedelim istiyorum:

1837–1901 arası hüküm süren ve 18 yaşında tahta geçen Kraliçe Victoria (1819–1901) büyük bir aşkla sevdiği kuzeni Gotha Prensi Albert’le 1840 yılında evlendi. Kocası 1861’de ölene değin ona bağlı kaldı ve gün geçtikçe kocasının otoritesi/gölgesi altına girdi; sözlerini alçakgönüllülükle yerine getirdi. Ondan 9 çocuk doğurdu. 1876’da Hindistan’ın kutsal imparatoriçesi oldu ve taç giydi. Kraliçe sade bir yaşam sürmeyi seviyor, halk arasında yaşamaktan hoşlanıyordu. Kocası öldüğünde derin ve uzun süren bir mateme büründü. Koşut olarak sarayın işleyiş tarzına ağırbaşlı ve aşırı disiplinli bir hava kattı. Politikaya olan ilgisi giderek azaldı. Ama İngiltere’nin dış siyasetine önemli ölçüde yön verdi. Sanatsal temayüllerini bütünüyle geri plana attı. Eskisi gibi dünya işleriyle ilgilenmemeye başladı. Ve İngiltere’nin sorunlarına çoğu kez duyarsız kaldı. Yeniliklerin, devrimlerin karşısında konumlandı. Kadınların oy kullanma hakkına itiraz etti. Proletaryayı dışladı. Onun döneminde Avustralya sömürgeleştirildi, Mısır Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralındı. Ama demokrasi de şöyle böyle gelişme olanağı buldu. Öldüğünde, uluslararası yas ilan edildi ve adı büyükler listesinde anıldı. (5)

Kral ya da kraliçelerin, tekadamların, diktatörlerin, kısacası devlet erkânının başat figürlerinin özel yaşamlarının ayrıntıları kuşkusuz bir ülkenin portresini çıkarmak için bir başına yeterli olamaz. Söz gelimi Adolf Hitler hayvanları seven, içkiden, sigaradan nefret eden, vejetaryen bir adamdı. Kraliçe Victoria eşine bağlı, çocuklarını seven, Dickens romanlarını iştahla okuyan sade bir kadındı. Bütün bunlar ne anlatıyor? Yorum, yazıyı okumaya devam eden okuyucunundur.

Meselenin ikinci yüzünde;

Yani öyküdeki kaybolmaktan kurtulan kızın cephesinde, bütün Viktoryen dönemin genel ahlaksal mantalitesinin, dönemsel prensiplerinin izleri sürülebilir. Elbette konjonktürel bir değerler dizgesi ise de ilk bakışta, evrensel olarak aslında birçok ulusu ve bu ulusların değer yargılarını da ilgilendirmektedir. Söz konusu değer yargılarına baktığımızda öncelikle cinselliğin, cinsel dürtülerin yasaklara maruz bırakıldığını müşahede ediyoruz. Viktoryen dönem budur özetle.

Viktoryen dönem materyalizmin tavan yaptığı, proleterlerin fabrikalarda on altı saat çalıştırıldığı, insanların tektipleştirildiği bir dönemdir. Dönemin edebiyatı bile bireyseldir özünde. Toplumsaldan kaçış olarak nitelemek fazla acımasız gelebilir ilkin. Üstelik dönemsel baskı ve otoritenin doğrudan İngiliz edebiyatına yansıdığını iddia etmek, yani iktidar baskısının edebî gelişimi engelleyip tamamen bireysel bir edebiyata yol açtığını belirtmek, en azından Viktoryen dönemin büyük edebiyatçılarına, sözüm ona üstad Charles Dickens’a, cânım Emily Brontë’ye, Thomas Hardy ile Robert Browning’e, Robert Louis Stevenson ve eşcinsel yazar Oscar Wilde’a haksızlık olacaktır. Dönemin edebiyatı birçok ulusal sorunu yakinen gözlemlemeyi başarabilmiştir, diyebiliriz. Elbette eleştirel açılımlara haiz bir edebiyattır. Ve öyle böyle Viktoryen dönemin ruhu, Viktoryen ahlakın hayaleti (Karındeşen Jack’e sevgiler) farklı koşullar altında, farklı ulusların hayatında da hâlen yaşamaya devam etmektedir.

O günün kaotik ve ikiyüzlü şartlarında cinsel eylem (mastürbasyon aşağılık bir eylem olarak görülüyordu) bir ayıp, aşağılanacak ölçüde itici bir davranış olarak lanse ediliyor, evlilik özendirilmeye çalışılıyordu. Mahremiyetin temsili olarak evlilik ve ataerkilliğin saltanatını perçinlemek maksadıyla dünyaya getirilen çocuklar… Eşcinsellik hâlen ötekileştirilmektedir. Yani Batı toplumlarında yasaklayıcı, ötekileştirici tutum devam etmektedir. Bu noktada Picnic at Hanging Rock doğal olarak evrenselliğini muhafaza etmektedir.

Sonuç Yerine

Son tahlilde bu yoruma, bu okumaya ulaşmak, tıpkı filmin şiirsel imajları gibi çağrışımsal düzeyde gezinmekle eşanlamlı. Sinemayı sevmemizin başat nedeni de bu değil mi? İmgeler, metaforlar, simgeler bizi alır götürür; yepyeni, keşfedilmemiş, uçsuz ve de bucaksız bâkir(e) coğrafyalarda dolaştırır. Filmin spektaküler tarafı da budur. Teşekkürler Peter Weir!…

Notlar

1) Cinselliğin Tarihi, “Biz, viktoryenler”, Michel Foucault, Çev. Hülya Tufan, 1. Cilt, Afa Yayınları, 3. Basım, 1993, İst.

2) a.g.e.

3) Konu bağlamında bkz. Three Essays on the Theory of Sexuality, Sigmund Freud, trans. James Strachey. New York: Basic Books, 1962

4) Bkz. Postmodernizm, “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Fredric Jameson, Haz: Necmi Zekâ, Çev. Deniz Erksan, Kıyı Yayınları, 2. Baskı, 1994, İst. s. 59. vd.

5) Kraliçe Victoria ve dönemiyle (aile ve evlilik yaşamı, ekonomik–sosyal parametre ve çalkantılar, yazınsal coğrafya, politik sistem vb.) ilgili olarak bkz:

a) Politics and Empire in Victorian Britain: A Reader, Antoinette Burton (ed.), Palgrave Macmillan, October 19 2024, 368 p.

b) Inside the Victorian Home: A Portrait of Domestic Life in Victorian England, Judith Flanders, W.W. Norton & Company, May 2024, 416 p.

c) Rüzgârlı Bayır, Emily Brontë, Çev: Naciye Akseki Öncül, Can Yayınları, 1. Basım, 1982, İst. 378 s.

d) İngiliz Edebiyatı Tarihi, Mina Urgan, Yapı Kredi Yayınları, 6. Basım, 2024, İst. 1832 s. 

Hakan Bilge

Mühür, 38. Sayı, Ocak–Şubat 2024

Yazarın diğer film okumaları için bakınız.

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir