Hayatta Kalma Güncesi

Nobel ödüllü yazar Doris Lessing, 1974’te yazdığı distopik romanı Hayatta Kalma Güncesi’nde dünyamızı bekleyen olası bir kıyamet öyküsünü, değişik kimliklere bölünen yaşlı, bilge bir kadının ağzından aktarıyor.

Doris Lessing’in, 1956′da komünizme sırt çevirişinden altı ay sonra yazdığı ve kadın hareketinin köşetaşlarından biri olarak görülen Altın Defter (1962), artık yazamayan bir yazarın, Anna Wulf’un kimlik krizi ve kişilik bölünmelerini temel alır. Yazarın kişiliğinin bir bölümüne odaklanmıştır her defter. Sarı defterde Anna’nın kendi üzerine yazdığı roman, siyah defterde Afrika deneyimleri, kırmızı defterde politik duruşu, mavi defterde ise gündelik olaylara yer verilir; ruhsal çöküntünün çözümlemesi ise altın defter ile gelecektir. Yazar, anne ve eş olarak Anna, Doris Lessing’in pek çok kadın kahramanı gibi bir kimliğin ne içinde, ne dışında, sürekli bir eşikte, “oluş” sürecindedir. İran’da doğup beş yaşında Rodezya’ya (bugünkü Zimbabwe) giden, 14 yaşında ailesine isyan ederek okulu bırakan, annesinden oldubitti nefret eden ama bir dönem onun gibi hemşirelik yapan, annelik kurumuna daima eleştiriler getirse de evlenip anne olan Lessing’in eserlerinde kimlik krizinin bir olgu olarak sıklıkla işlenmesinin nedeni, yazarın çelişkilerle, yer/yön değiştirmelerle dolu hayatı ve deneyimleridir hiç kuşkusuz.

Kahramanlarının çoğu kendi hayatından damıtılmıştır ve pek çok farklı metinde karşımıza farklı rollerle çıkabilirler. Tarihe, politikaya ve aşka karşı düşkırıklığı, yeni yeşil bir gezegen arzusu, hayvanlarla kurulan içsel bağlar, dünyanın sonu ve gelecek kaygısı, depresyon, sinir krizi ve delilik durumlarıyla yansıtılan psişik bölünmeler, kolektifle ilişki halindeki bireysel bilinç, Doris Lessing romanlarının temel motifleridir. Altın Defter’de Anna’nın bölünme/parçalanması, tarihin, hayallerin yokoluşuyla eşanlıdır. 1974’te yazdığı, geleceği görebilen bir fantezi, bir tür kıyamet öyküsü olan Hayatta Kalma Güncesi de Anna’nın her şeyin çatırdadığını söylediği andan sonra başlar sanki.

Dünyanın sonu gelmiştir; hoyratça kullandığımız doğal kaynaklar tükenmiş, tüm kamu hizmetleri durmuş, okullar eğitim verme çabasından vazgeçerek ordunun bir uzantısına, toplumu denetim altına alma aracına dönüşmüş, çevre kirlenmiş, evsizlerin sayısıyla birlikte sokak çeteleri artmış ve büyük şehirlerden göç zorunlu hale gelmiştir.

Felaketle birlikte gelen değişim, geçmişte kalan gerçekliğin etkisini sürdürmekle birlikte yeni olanakların da ortaya çıktığı bir ara duraktır. Kentin bazı bölgelerinde toprağı ekip biçen, boş evlerde hayvan yetiştiren, elektriğini üreten, lağımını gübreye dönüştüren mahalleler oluşmuştur. Ne var ki mevcut merkezi toplum mantığına karşılık, komünal bir yapılanma olarak topluluk fikri, atavistik kabile yaşantısına, yamyamlığa ve barbarlığa dönüşmekte gecikmez. Tüm karşı ütopyalar gibi Hayatta Kalma Güncesi de acımasız bir radikallik taşır. İnsanlığı daha ilkel bir yaşama dönmeye zorlayan küresel afet öngörüsünü, ütopik ve bilimkurgusal romanlarında işleyen ancak bu gerilimli dönemlerden sonra insanlığın hem biyolojik hem de ruhsal olarak evrildiğine, ileriye doğru hareket ettiğine inanan Lessing, 1970’lerin sonları ile 1980’lerin başlarında yazdığı bilimkurgu romanlarında yokoluşa giden gezegenlerin talihsiz öykülerinde hep bir varoluş imkânı arar.

Hesaplaşılamayan Bir Karakter: Emily

Geçmişin ve içinde bulunulan zamanın, izlenime dayanan bir kaleydoskopu olan, değişik katmanlarda, bilinmeyen bir tarih ve ülkede geçen Hayatta Kalma Güncesi’nin zeminini, bir evin duvarlarının arkasından görülen, yeni bir bilinç basamağıyla eşanlama gelen, hayali bir dünya oluşturur. Dilin yozlaşarak yoksullaştığı ıssızlığın ortasında ise Anna gibi alt kimliklere bölünen, bu kez daha yaşlı, daha bilge ve yazarın bizzat kendisi olduğu tartışılmaz bir anlatıcı-yazar yer alır. Hayatının ağırlık merkezinin kaydığı, dengelerin yerinden oynadığı böylesi bir dönemde, anlatıcı kadın için bir saplantıya dönüşür duvar. Onun arkasında olup bitenler, her zerresiyle şimdiki gerçek hayatı kadar önemlidir. Ömrü boyunca içinde taşıdığı ve mutlaka şiddetli, ateşli bir karşı çıkışın eşlik ettiği huzursuzluk ve açlık, duvarın gerisindeki deneyimlerin yol açtığı duygu sayesinde nihayet yatışmaya başlar. Duvardan geçip gitmek, bir daha da geri dönmemektir tek isteği. Kadını yalıtan ama aynı zamanda da koruyan duvar, hem dışarıda bırakan hem de içine alan sürgünün çift anlamlılığına ilişkin bir metafordur. Duvarın ardına gömülen kadın, burada gördüklerini çözümleyebilmek için alt benliklere bölünerek bir başkalaşım sürecinden geçer. Sokakta alabildiğine bir felaket sürmekteyken duvarın arkasındaki bakımsız, eski odalar canlanır, varlığa kavuşur. İçlerinden portreler belirir. Kendisini görünür kılmak için bir bedene ya da aynaya ihtiyaç duymayan, anlatıcının belleğine yaptığı yolculuklarla canlanan çehrelerdir bunlar: Bir anne, bir baba, küçük kız ve bir erkek bebek… Babası ve annesi tarafından sürekli taciz edilen bu küçük kız yani Emily, anlatıcıya tanımadığı bir adam tarafından, felaket başladığında teslim edilen Emily’dir. Ama onun çocukluğu, bebekliği üzerinden kendi tarihini ve şimdisini de anlamlandırmaya çalışan anlatıcının kendisi de olabilir hiç kuşkusuz. Duvarın ardından, bilinçaltının katmanlarından görünen Emily Cartright’ın çocukluk dönemi, Lessing’in çocukluğuna da çok benzemektedir zira: Katı, sevgisiz anne figürü, talihsiz asker bir baba ve okula gitmeyi reddeden bir kız çocuğu… “Bir otobiyografi denemesi” diye bahsettiği Hayatta Kalma Güncesi’yle benzer şekilde yazarın alternatif gerçekliğe olan tutkusunun bir yansıması olan Alfred ile Emily’de de anne ve babasını, kendi çocukluğunu bambaşka biçimde anlatır Lessing. Nefret ettiği annesiyle hesaplaşması, Under My Skin’de de sürer. Hayatta Kalma Güncesi’ndeyse Emily, sevgi ve tedirginlik, şefkat ve kaygı uyandıran, ansızın çocukluktan gençkızlığa ve kadınlığa geçen bir çocuk-kadın olarak kurgulanmıştır. Köpeği Hugo’ya sarılarak şekerleme yiyen bu kız bir anda ergenliğe adım atar ve sayıları her gün artmakta olan sokak çetelerinden birine katılır. Moda, güzellik, toplumsal cinsiyet kavramlarını hiç öğrenmemiş olan Emily’nin kendini genç bir kadın olarak kuruşu, anlatıcınınkinden çok farklıdır. İlk otoportresini eski bir elbiseyi onanırıp dönüştürerek yapar. Tüllerle, dantellerle, tüylerle bezeli bu elbise, muğlak bir saflık bildirgesi; cinsellik kadar taze etin geçiciliğinin de simgesidir: “Böyle bir vahşet ve anarşi ortamında, bir genç kız elbisesinin ilk örneği, arketipi olan bu elbiseyi-daha doğrusu bu arketipler bileşkesini görmek, bu çocuğun, bu küçük kızın rüyalarının malzemesini, şu yaşlı uygarlığımızın döküntü yığınlarında, çöplüklerinde bulması, bulup çıkarması, üzerinde çalışması ve kendine biçtiği imgeleri…” Yokedilemez, alabildiğine eski, günün gerçekleriyle çelişen imgeleri her şeye karşın hayata geçirmesiyle anlatıcıyı dehşete düşürür Emily. Tamamen gençliğine hapsolmuş kızı izlerken duvarın arkasındaki sahnelerle, onu biçimlendiren bu arka planla bağını sürdüren anlatıcının bir kimlikten diğerine geçişi, Emily’nin genç kızlıktan kadınlığa, tekrar çocukluğa ve bebekliğe evrilişi, öznenin oluş süreci içinde olduğunu ve asla sabitlenemeyeceğini gösterir. Kişilikten kişiliğe giren Anna (Altın Defter) gibi bu romanın anlatıcısı ve dolaylı yazarı Doris Lessing için de gerçek olan, “oluş”un kendisidir ve oluş kendinden farklı olmaktır.

Hayatta Kalma Güncesi, Doris Lessing, Çev: Püren Özgören, Can Yayınları.

Hande Öğüt

handeogut@gmail.com

Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

distopik romanlarDoris Lessing kitaplarıHayatta Kalma Güncesi - Doris Lessing
PAYLAŞ