Bir Moda Olarak Çevrecilik

İstanbul’a ilk geldiğimde, Cihangir-Nişantaşı-Beşiktaş çemberinde gördüğüm cins köpeklere bir anlam verememiştim. Çünkü yine aynı semtlerdeki petshoplarda, bu köpeklerin yavruları benim gibi birine göre “fahiş” denilebilecek fiyatlarda satılıyordu. Hayvanseverlik ile ilgili ilk düşünce faaliyetlerim bu petshoplardaki vitrinlerin etiği üzerineydi. Ancak daha sonra fark ettim ki, özellikle bu cins köpekleri-kaplan gücünde kedileri gördükten sonra, ortada çok daha derin bir sorun yatmaktaydı: kategorilerdeki nihilizm ve buna karşı geliştirilen önlemlerin “moda” ile hiçliğe dönüştürülmesi…

Önce görünürdeki soruna göz atalım. Besin dinamikleri(zincirleri) gün geçtikçe kopuyor, iklim dramatik bir biçimde değişiyor ve buna ayak uyduramayan türler(bunun içinde bitki, hayvan, mantar ve diğer tüm alemlerin türleri de var) yok oluyor. Toplumun çoğu bu yok oluşa sebebiyet verenin insanoğlu olduğunu düşünüyor ve kimileri de aktivist olarak yok oluşu engellemeye çalışıyor(aslında kendi yok oluşunu engellemeye çalışan bir bencillikten söz edilebilir). “Çevreci”, “çevreci olma”, “çevreye duyarlılık” gibi algılamalar ortaya çıkıyor. Bu algılayışlar bir müddet sonra hakim toplumun söyleminde bir ürüne dönüşüyor ve bireylere kendini arz ediyor(bir anlamda dayıyor / dayatıyor). Bu arz çerçevesinde öneriler türüyor ve bir salgın gibi kendini hakim söylemden kurtaramayan birey, önlemin kendisini tam anlamıyla sorgulamadan, o önlemi hayatının bir parçasına dönüştürüyor / dönüştürmeye çalışıyor(içselleştiriyor).

Kategorilerdeki Nihilizm

İnsan üretimi olmayan şeyler için ürettiğimiz kategoriler genellikle tanımlanamıyorlar, haiz oldukları özellikler kümesi ise tutarsız oluyor. Örneğin “kuş” dediğimiz şeyi tanımlayamıyoruz. Uçan şey desek, devekuşunu dışarıda bırakmış, yarasayı içeri almış oluruz. Kanatlı demek ise baştan aşağı yanlış olur(kanatlı karınca bile var). Dişi dediğimizde kastettiğimizin ne olduğu aslında epey tartışmalı, hele ki doğada doğuran erkekler var iken. Tüm bunları geçtim, en genel kategorilerimiz dahi doğayı tam anlamıyla gösteremiyorlar. Örneğin “canlı” dediğimizde kastettiğimiz şeylere “virüs” denilen mahlukat girer mi girmez mi? Bitkiye benzeyen ama bitki olmayan, hayvan özelliği gösteren ama hayvan olmayan onca yaratık var doğada. İşin ilginç yanı, kategorilerimize uymayan “şeylerin” tükenme aşamasına gelmeleri. Örneğin erkeği doğuran tek canlı olan “deniz atı” tükenme ile karşı karşıya. Uçmayan tek kuş olan “Deve kuşu” da keza öyle. Bana öyle geliyor ki kategorilerimize uymayan şeylerin varlıklarını idame koşullarını “kendimizi geliştirdikçe” yok ediyoruz. Bu durumu insan toplumunu incelemeye aldığımızda daha rahat algılayabiliriz. Kafamızdaki “kadın” kavramına uymayanların neredeyse hayatını cehenneme çeviriyoruz. “Erkek” kategorimize uymayanları alaya alıyor ve yaşamlarını kısıtlıyoruz. Hele ki erkek ve kadın diye tanımladığımız iki cinsten farklı cinsler ortaya çıktığında nevrimiz dönüyor, Taksim’in ortasında tekme tokat saldırıyoruz. Onlarla iletişime geçmiyor, iş yapmıyor, onların yaşamına tahammül edemiyoruz; çünkü kafamızdaki tanımlara(kategorilere, kavramlara) uymuyorlar. Aslında bilmeden aynı şeyi doğadaki tüm “kategori dışı” alanlara da yapıyoruz. İnsanlık aslında, o alanların kendi kendilerindeki olgusal döngüsünü bozarak ve sadece kendi algılarındaki döngülere izin vererek, kendi kafasındaki dünyayı yaratmaya çalışıyor. Kutupları görsellere rağmen tahayyül edemeyen insanoğlu, “çok soğuk” denilen kavramı düşleyemediği ve varlığına anlam veremediği için eritiyor. Diğer yandan “yüzen kuşu”n da yaşamasını olanaklı kılan alanı tahrip etmiş oluyor. Ve sanırım benim tezime göre bir müddet sonra dünyada penguene rastlayamayacağız ve bunun olgusal sebebi doğal yaşamlarını kirletmemiz, akılsal sebebi ise kategorilerimize uymayışı olacaktır.

Çevrecilik

Nişantaşı’nda veya Cihangir’de gezinen cins köpekler bir zamanın “Amerika dizilerine özenen” bireylerin pek de düşünmeden edimledikleri ile ilgili. Köpeğe bakamayacak duruma gelince sokağa salıvermişler. Aynı durum kedilerde de var mıdır bilemiyorum. Zira kediler köpeğe oranla bakıma pek ihtiyaç duymuyorlar. Ancak çevreci bir gözle bakıldığında esas sorun köpeğin veya kedinin eve alınıp sokağa atılması değil, onların evcil birer hayvan olarak korunmasıdır. Dediğim gibi bu durumun etik tarafına hiç girmeyeceğim(zira bir canlının doğal ortamından alınıp, vitrine konulması, evde bebek gibi yetiştirilmesi daha baştan arızalı). Benim esas söyleyeceğim, besin zincirindeki bir hayvanın zincirdeki yerinden alınıp aslında olmaması gereken bir yere oturtulmasıdır. Örneğin kediyi istediğiniz kadar bebek gibi büyütün, ondaki avcılığı yok edemezsiniz ve aslında o sizden haberli veya habersiz bir biçimde avlanmaya devam ediyordur. Ancak sizin korumanız altında olduğu için kendisi başka türler tarafından avlanamıyordur ve dış tehlikelerin çoğundan muaf olur. Bu da onu besin zincirinde haksız yere üst kısımlara taşır. Bunun en belirgin görüldüğü yer Avustralya ve Yeni Zellanda’ymış. Normalde kedilerin dışarıdan getirildiği bu yerlerde, kediler nedeniyle birçok kuş cinsinin türü yok olmak üzere. Zira kediler yedikçe çoğalıyor, ama bu çoğalmayı doğa başka hayvanlarla durduramıyor, çünkü kedi “insan” korumasında. Aslında aynı şey İstanbul’daki bahçeler için de geçerli, ancak insan olarak pek de fark edemiyoruz bu durumu. Kedilerin gereğinden fazla olduğu evlerin(ya da binaların) bahçelerinde, kuşların sayısı azalır. Bu da solucanların sayısını arttırır. Bu artış ise bitkilere zarar verir ve bu böyle sürüp giderek tüm besin zincirini etkiler.

Çevrecilik ile ilgili modaların olumsuz taraflarını irdeleyen Dominic Muren, esasında çevre için yaptığımızı düşündüğümüz birçok şeyin, çevreye daha çok zarar verdiğini “Green’s Not Black & White” ile “Eco Worrier’s Handbook” kitaplarıyla çok güzel örneklendiriyor. Örneğin organik ürün modasına değinelim. İstanbul veya Sakarya’da üretilen bir ürünü aldığınızda bu ürünün lojistiğinin çevreye verdiği zarar ile, Antalya’da üretilen organik ürünü aldığınız zaman çevreye verilen zararlar epey farklı. Yani esasında sizin (taşımada salınan karbondioksitin azaltılması için), en yakınınızda üretilen ürünleri almanız gerekirken, siz, sırf organik diye kimi zaman dünyanın öbür ucundan gelen şeyi alıyorsunuz ve aslında çevreye zarar veriyorsunuz.

Muren, kitaplarında, çevreciliğe dair fikirleri, ekonomideki “trade off” kavramına oturttmuş. Yani yapılan her edimin aslında iki yönü olduğunu, genellikle dış başka faktörler nedeniyle edimin amaca ulaşamadığını söylüyor ve çevreye duyarlı insanları uyarıyor: Çevreye sahip çıkmaya çalışırken, çevreye zarar veriyorsunuz. Bu çevreye zarar verme olayını biraz örneklendirelim.

Plastiğe karşı çıkmak plastiğin doğada milyonlarca yıl ayrışamamasından dolayı çıkan bir tepki. Ancak Muren’in dediğine göre, eğer tüm alışverişlerimizi kağıt ambalajlarda taşımaya kalksak(buna firmaların alışverişlerini de katıyor), dünyadaki tüm ağaçları kesmemiz gerekir. Burada onun üzerinde durduğu temel nokta, “plastiğe karşı çıkmak” yerine “plastikten şeyleri” uzun süreli kullanmak gerektiği ve geri dönüşüme önem verilmesi. Geri dönüşüm demişken, şunu da hatırlatalım: Eğer ki geri dönüşüm noktası şehirden çok uzaksa, toplanan plastiklerin o noktaya taşınması için kullanılan araçların havaya saldıkları karbondioksit(ve beraberinde karbonmonoksit vs.) miktarı, şehrin hemen yanı başında o plastikleri yakmaktan doğan karbondioksit miktarından daha fazla olabilir. Yani “geridönüşüm”de her zaman doğru olan olmayabilir. Özellikle birkaç şehrin kullanımı için kurulan bu şehirlere uzak geridönüşüm merkezleri için bu çoğunlukla geçerli, ancak politikacılar çevreye duyarlı oyverenlerinin hışmına uğramamak ve maliyeti de yükseltmemek için bu merkezleri ıslah etmeye yanaşmıyor.

Muren’in kitapları bu örneklerle dolu, ama esas dikkat edilmesi gereken nokta, çevreciliğin yarattığı moda söylemler ve bu söylemlerin doğayı daha çok yok ettiği gerçeği. Birey “çevreci söylemleri” kendi kişiliğine katıyor, onunla kendini tanımlıyor ve bir anlamda onu tüketiyor. Esas yaptığı, vitrinden aldığı “yeşil tokayı” kafasına takmak oluyor. Örneğin tek başına yaşayan “çevreci” kişi, tek kişilik tüketiminin ne denli fazla olduğunu ve ne denli fazla çöp çıkardığını, “çöplerini geri dönüşüme göndermeye hazır paketleme” rahatlığıyla unutuyor; beş senede bir değiştirdiği (ne beşi kimisi senede bir değiştiriyor!) cep telefonunun veya bilgisayarının verdiği hasarı greenpeace hesabına para yatırarak kendi içinde meşrulaştırıyor; nükleer enerjiye karşı konserlere katılarak kendi günlük enerji tüketimini yok sayıyor. Bir anlamda kategorileştirmeyi çevreciliğe de uyguluyor ve sorgulamak yerine “paket çözümler” ezberliyor.

Halbuki çevrecilik çok kompleks bir tutum değil. Bilinçli çevrecilik için yapılması gereken en önemli şey, kendimizi evrenden gayrı bir varlık olarak düşünmekten vazgeçip, evren ile bütünleşik bir “iyi yaşam” amaçlamak. Daha güzel bir dünya için, daha çoğulcu bir dünya gerek. İnsanın çevresiyle uyumlu yaşaması gerek. Unutmayınız ki sizi karıncadan ayıran tek şey hiçbir şeydir.

Yazan:

eminsaydut@sanatlog.com

İlişkili yazılar

Yorumlar

3 Comments

3 Yorum on "Bir Moda Olarak Çevrecilik"

  1. eilenist on Per, 5th Kas 2024 11:18 pm 

    söylemeden edemeyeceğim. sokaklarda yürürken greenpeace gençlerinin tacizlerinden ve çevre için bir şey yapın dediklerinde de bankaya para yatırmamızı istemeleri hep çok ironik gelmiştir.

    This comment was originally posted on FriendFeed

  2. mustafa iren on Per, 5th Kas 2024 11:25 pm 

    Şimdi herkes bilgisayar mühendisiymişçesine yazılım donanım vs ilgileniyor ya da moda bu gibi ya. İlerde aynı şey benim mesleğimin başına da gelecek. Hatta geliyor yavaş yavaş….

    This comment was originally posted on FriendFeed

  3. Erkan on Per, 5th Kas 2024 11:27 pm 

    Mükemmel… Teşekkürler…

Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!




Additional comments powered by BackType