Bir Disiplini Yaşatma Çırpınışı: Tarihin Savunusu

6 Temmuz 2024 Yazan:  
Kategori: İnceleme Kitapları, Kitabiyat

Nerden çıktı tarihi savunmak? Hele ülkemizde yüce ilimdarlar olarak etrafta gezen, anlamadığımız belgeler ile sürekli karşımıza çıkıp, anlamadığımız bu belgelerden yola çıkarak dedelerimizin başlarından geçenleri anlatarak (veya yazarak) para kazanan bu kişilerin uzmanlıklarını mı sorguladı birileri?

Anlaşılan o ki ülkemizde olmasa da birileri bunu yapmış. Öyle bir yapmış ki ünlü tarihçileri bunalıma sokmuş ve yaptıkları işleri kendilerinin de sorgulamasına yol açmış. En önemli sorgulamalarından biri elbette ki “gerçeğin inşaası” alanında tarihin ne ölçüde yer alıp alamayacağı olmuş. Zira Edward Carr’ın muhteşem kitabı “Tarih Nedir?” birçok düşünürün ilgilenmediği bir konu olmuş durumda. Modernizm hülyalarının sonrasındaki esas soru tarih yapmanın mümkün olup olmadığı, hikaye ile tarih arasında bir farkın bulunup bulunmadığıdır. Richard J. Evans’ın 1997’de yazmış olduğu “Tarihin Savunusu” hem postmodern eleştirinin bir özetini hem de bu eleştirilere tarih açısından cevap verme iddiasını içeriyor.

Benim açımdan bu kitabın verdiği umut, epey fazlaydı. Zira Jacques Derrida’nın her şeyin “söz olduğu” söylemi, Michel Foucault’nun üzerimizdeki iktidar zincirlerini göstermesi, tüm bunların Matrix gibi şahane bir film ile kafamızda yer etmesi, ve Ludwig Witgenstein’ın düşünemediğin yerde sus demesi, kafamdaki tüm gerçekliği, idealleri çökertmiş, yazıyı saçmalığa mahkum edip, yaşanılanı rüya kılmıştı. Elimdeki tek ve yegane gerçeklik, gerçek diye bir şeyin olmadığıydı. Kuantum fiziğinin, tüm bu yıkılışı doğa bilimlerince de desteklemesinin sonucu, Platon’un kendisini özlemle anmam oldu. Kitabı elime aldığımda, en azından birkaç cevap alabileceğimi düşünüp sevindim. Her sayfadan sonra gerçekliğimin inşaasına bir katkı aradım.

Maalesef ki tüm kitabın, zekice birkaç kaçış yollu cevaptan ibaret olduğunu anlamam uzun sürmedi. Evans’ın, Derrida’yı alt etmek için bulduğu yol geçmişte gerçekleşmemiş olduğunu iddia etmenin suç olduğu olayların varlığını kendisine sorması olmuş. Düşünsel anlamda işin içinden çıkamadığı her soruna (mesela tarihin gerçeği göstermesinin imkansızlığı ve tüm tarihin aslında koca bir edebi eser olduğu) “Ne yani, Yahudi soykırımı sadece bir hikaye mi? Gerçekten olmadı mı?” gibisinden provokatif sorularla cevap bulmaya çalışmış.

Elbette ki köklü bir disiplini savunmaya çalışmak onurlu bir iştir ve sadece bundan dolayı Evans’ı kutlamak gerekir. Ancak tarihe gelen temel eleştiri olan “her tarihçinin kendi perspektifini işine kattığı” söylemini dahi kulak ardı etmesi üzüntü verici. Zira Evans’ın esas ünlendiği konu Yahudi soykırımı üzerine çalışmalarıdır. Verdiği cevapların çoğunda bu konuyu geviş getirircesine bitmez tükenmez bir silah olarak karşımıza çıkarması ve kendi yaşam deneyimlerinden oluşan algıları çerçevesinde sorunları ele alması, böylesi zor bir savunuda onu çocuksu bir saflığa sürüklüyor. Bozuk teybin sürekli aynı zırıltıyı çığırtması gibi onun da “ne yani kaşık cidden yok mu?” sorusunu biraz da alaycı bir tonla sorup durması, kendi perpektifinin dışına çıkmakta ne kadar da zorlandığını gösteriyor zaten.

Matrix

Foucault’nun iktidar kavramını ise hükümetin iktidarı ile kısıtlamış, kimi yerlerde zenginlik ve konumdan elde edilen gücü de bu iktidara katmış; ama yine de felsefi alanda belirtilmiş “iktidar” kavramını algılayamamış olduğunu saklayamamıştır. Defalarca okumama rağmen böylesi bir kısırlığa düşmüş olabileceğini kabullenemedim. Ancak kitabın yüz doksan dokuzuncu sayfasında ele alınmaya başlanan bilgi ile iktidar söylemleri arasındaki ilişkiyi, zamanında tarihçilerin Mrs. Thatcher veya Sovyet iktidarına karşı çıkmış olmalarıyla geçiştirmesi hayret vericidir. Tarihçinin, çağındaki iktidara karşı çıkan söylemler geliştirdiğini söylemeniz, onun iktidarın söylemlerinden kurtulmuş olduğunu ispatlamaz. Sadece muhalif olduğunu belirtmiş olursunuz.

Ama tüm bunlara rağmen, Evans anlamlı bir iş çıkarmış. Tarih yapmanın mümkün olduğunu gösteremese de, tarih yapımını teşvik edebilmiştir. Disiplinlerin bu tür düşünsel karşı çıkımları ile belki de postmodernizmin tüm yıkımlarını bertaraf edemeyeceğiz; lakin postmodern eleştirileri kulağımıza küpe ederek daha güzel işler çıkarabilecek ve kendimize- görece, bir dünya kurabileceğiz.

Construction of Reality
Evans, Richard J. Tarihin Savunusu. Çev. Kocabaşoğlu, Uygur. İstanbul: İmge yayınları, 1999

Yazan: Emin Saydut

Genovese Sendromu

Watchmen gösterime girdi.

Alan Moore’dan daha önce araklanan “V for Vendetta” gibi, bu uyarlama da çok tartışılacağa benziyor. “300 Spartalı” ile çoğu kişinin antipatisini kazanan yönetmen Zack Snyder bu defa eşeğini sağlam kazığa bağlamış ve kitaba bire bir sadık kalmış (diyorlar). Görünen o ki okuyucular, kült statüsüne erişmiş grafik romanların sinemaya uyarlanmasına iyi gözle bakmıyor. Hele ki Alan Moore gibi popüler kültürün her türlüsüne karşı çıkan bir put yıkıcının romanının, kendisiyle dalga geçercesine popüler sinema ürünü haline getirilmesi, nasıl bir zekânın ürünüdür ben karar veremedim. Bir Matrix vakası daha yaşıyoruz galiba; kendi kendini yalanlayan ve aktarmak istediği öğretiyi nötrleyen bu filmde aslında süper olmayan süper kahramanlar anlatılıyor, süper dijital efektlerin eşliğinde?!!!

Roman (bence öyle, çizgi roman için fazla ciddi bir ürün çünkü), “Who watches the Watchmen (Gözcüleri kim gözleyecek?)” sorusu üzerine kurgulanmış bir etik manifesto. Amerika’nın, kitleleri yönlendirmek için yarattığı kusursuz ve örnek karakterleri yeryüzüne indiriyor ve onları sıradanlaştırıyor. Bu “gözcüler” her şeye o kadar müdahiller ki, dünyanın polisliğini yapmayı bırakın, Amerika’nın başkanını bile seçme şerefine nail oluyorlar. V for Vendetta’da İngiltere’nin faşist rejim altında çürümesini eleştiren Moore, bu romanında elini Amerika’ya uzatıyor. “Rambo” filmlerinden alışkın olduğumuz tek kişilik ordu figürler hayatımız üzerinde söz sahibiler. Peki, bunları kim denetleyecek? Yanlış yapmaları nasıl önlenecek?

Öykü nostaljik bir havada seyrediyor. Yazıldığı dönem 1986–87 yılları ve o zaman 12 fasikül halinde yayınlanmış. Eski bir süper kahramanlar grubundan bahsediliyor. “Minutemen” adlı bu örgütte şu kişiler var:

Nite Owl (I) (Hollis Mason)
Silk Spectre (I) (Sally Juspeczyk, daha sonra kökenlerinden utandığı için soyadını Jupiter olarak değiştiriyor.
Captain Metropolis (Nelson Gardner)
Hooded Justice (bu maskeli kahramanın Rolf Muller olduğu tahmin ediliyor)
Mothman (Byron Lewis)
Dollar Bill
Silhouette (Ursula Zandt)

watchmen karakterleri

Bu karakterler görevlerini bitirip emekli olmuş şahıslar ve romanda arada bir isimleri zikrediliyor. Hollis Mason’un anılarını anlattığı “Under the Hood” adlı romanında (Bu tabii ki bir kurgu. Öykü içinde öykü konseptini en gerçekçi haliyle yansıtan Alan Moore ayrıntılı anlatımıyla böyle bir roman yaratmış.) bu karakterlerin en gizli sırları ifşa ediliyor.

Watchmen’in başkarakterlerini oluşturan yeni grubun adı ise “Crimebusters”. Minutemen’in geleneğini sürdürmeyi amaçlayan bu örgüt:

The Comedian (Edward Blake)
Rorschach (Walter Kovacs)
Ozymandias (Adrian Veidt)
Doctor Manhattan (Jon Osterman)
Silk Spectre II (Laurel Juspeczyk)
Nite Owl II (Dan Dreiberg)’den oluşuyor.

Bu kadar karakteri size yardımcı olması için verdim. Filmi izlerken elinizde bir rehber olsun. Roman, aslen bir polisiye şeklinde ilerliyor. Komedyen’in gizemli bir biçimde öldürülmesinin ardında karanlık bir komplo sezinleyen arıza adam Rorschach, hem adım adım bu gizemi açıklığa kavuşturuyor hem de diğer karakterleri bizlerle tanıştırıyor. Olay örgüsü içinde asıl kilit kişi Komedyen olsa da benim derdim bu şahıs: Rorschach.

rorschach

Sorunlu çocukluğunun izlerini antisosyal kişiliğiyle yanında taşıyan Kovacs’ın yolu psikiyatri kliniğinden de geçiyor. Çünkü toplumun dejenerasyonundan rahatsızlık duyuyor ve insanların ilgisiz kaldığı vakalarda kendi kurallarını uyguluyor. Burada kendisine gösterilen mürekkep lekeleriyle (Rorschach testleri) serbest çağrışım yapması isteniyor. Adını işte buradan alıyor; yüzünde duygu durumuna göre değişen lekeler olan bir maske takıyor. Bu maskenin kumaşı Kitty Genovese’in elbisesinin bir parçasıdır aslında.

Zavallı Kitty Genovese… 1964′te suç kayıtlarına geçen gerçek bir olayın kurbanı olan 20′li yaşlardaki bu kız; New York’un göbeğinde, otomobilinden inerek apartmanına doğru yöneliyor. Tam o esnada bir sapık yaklaşıyor ve kızı sırtından 2 defa bıçaklıyor. Kız “İmdat! Beni bıçakladı!” diye bağırıyor fakat etraftaki komşulardan bir kişi bile müdahalede bulunmuyor. İzbe bir yer değil, etraf apartmanlarla dolu… Daha sonra verilen ifadelerden bir komşunun penceresini açıp “Kızı rahat bırak!” diye haykırması nedeniyle korkan sapığın kızdan uzaklaştığı aktarılıyor. Fakat kız yerde kanlar içinde ve yardımına kimse koşmuyor. Kitty, sürünerek apartmana giriyor. Sapık, kimsenin müdahale etmediğini görünce birkaç dakika sonra kızı tekrar yakalıyor. Apartman boşluğunda kızı daha da bıçaklayıp tecavüz ediyor! Görgü tanıklarının ifadesiyle bir komşusunun kapısını açtığı halde hiçbir şey yapmadan tekrar kapattığı öğreniliyor. Kız hala ölmüyor. Aklı geç çalışan biri polisi arıyor. Fakat zavallı Kitty Genovese, hastaneye yetişemeden ambulansta can veriyor!

kitty genovese sylvia marie likens

Amerika halkı bu korkunç olayla derinden sarsılıyor. Polis kayıtlarında her kafadan başka ses çıktığı, zanlının herkes tarafından farklı tanımlandığı, fakat tüm olayların sürdüğü yarım küsur saat boyunca bir Allah’ın kulunun polisi aramadığı rapor ediliyor. Sosyologlar, psikologlar bu bigâneliği açıklayacak kelime bulamıyorlar. Onlarca görgü tanığı, suçunu işlemesinde sapığa seyirci kalıyor, ne denebilir ki? İşte bu vaka, halkbilimci literatürde “Genovese Sendromu” olarak tanımlanıyor. Bir tür “Sorumluluk karmaşası”…

Bir Amerikan suçu daha; 26 Ekim 1965’te Indianapolis polis servisi, bir kızın öldürüldüğüne dair bir telefon alıyor. Telefondaki henüz erkekleşmemiş bluğ çağındaki oğlan sesi, ölü bedeni bulduğu 3850 East New York sokağını tarif ediyor. Polisler, ihbarcının tarif ettiği kulübeye vardıklarında, bodrumda, 16 yaşındaki Sylvia Marie Likens’in çürümeye başlamış cesedini buluyorlar. Çürüklerle ve küçük kesiklerle dolu vücutta daha sonra yapılan araştırmalarda 100′ün üzerinde sigara yanığı tespit ediliyor. Ciltte yaygın olarak tamamen soyulma bölgeleri haricinde göğsünde “3” yazısı göze çarparken en dikkat çekici yazı zavallı kızın göbek bölgesinde: “Ben fahişeyim ve bununla övünüyorum!”

Araştırmaların sonucunda 11–12 yaşları arasında kız ve oğlanlardan oluşan bir grup ve bunlara liderlik yapan 37 yaşında bir kadın sorumlu bulunuyor. Kadının adı Gertrude Baniszewski olarak kayda geçiyor. Sylvia ve 15 yaşındaki kızkardeşi Jenny Fay Likens, Temmuzdan beri Bayan Baniszewski’nin yanında kalıyorlarmış. Jenny’nin, çocuk felci nedeniyle bacakları tutmuyormuş ve değneklerle yürüyormuş. Kızların anne babası karnavalda çalıştıkları süre boyunca çocuklarını, Bayan Wright olarak tanıdıkları Bayan Baniszewski’ye emanet etmişler.

the girl next door 1 an american crime 1

Bu konuyu edinmiş aynı tarihli iki film var: “Jack Ketchum’s The Girl Next Door (Yön: Gregory M. Wilson, ABD 2024)” ve “An American Crime (Yön: Tommy O’Haver, ABD 2024, Oyn: Ellen Page, Catherine Keener, James Franco…)”. İlk filmin oyuncuları tanınmış değil. Olayların geçtiği tarihin ve karakterlerin gerçek olayla ilgisi yok; daha serbest bir uyarlama. İkinci film ise görüldüğü üzere star oyuncularıyla göz dolduruyor. Ve gerçek olaya daha sadık kalınmış. Fakat karakter çözümlemelerine girişilirken cani kadınla biraz fazla empati kurulmuş. Hani neredeyse haklı bulucaz kadını! Benim tercihim, her ne kadar gerçek olaydan uzaklaşsa da, ilk filmdir. Genç kıza yapılan işkenceler, etrafın ve komşuların buna seyirci kalması; hatta bilakis katkıda bulunması gerçekten asap bozucu bir şekilde anlatılmış. Film bittikten sonra kendinizden nefret ediyorsunuz.

the girl next door 2

Evlerinde kaldıkları, dul ve fakir kadın tarafından bodruma kapatılarak işkence gören, aç ve susuz bırakılan genç kızın dramını asıl katmerlendiren; bu bahsettiğim “çevrenin duyarsızlığı”. İşkence edilen kızın çığlıklarını duyan komşular en fazla “aa yeter artık, bu ne gürültü” diyorlar. Bir din adamı bile, bir şeylerden şüphelendiği halde arkasını araştırmıyor. İşkencelerde annelerine yardım eden evin küçük çocuklarını bir tarafa bırakın, mahalledeki kız ve erkek çocuklarının yaptıklarını açıklayacak bir söz bulamıyorum. Zaten kendileri bile mahkeme ifadelerinde “bunları neden yaptığımı bilmiyorum” diyorlar. Böyle bir “düşene bir tekme de sen at” toplu psikolojisi! Bodrum zemininde yatan yarı ölü, savunmasız bir kız neden tekmelenir, neden yumruklanır? Filmin adından da (Amerikan Suçu) aşikâr Amerika’nın şu izolasyon problemi kendilerini de rahatsız ediyor herhalde. Konforlarını bozmamak için üç maymunu oynayan, sürü psikolojisini uygularken kendilerini çabucak koyveren, daha sonra da birlik beraberlik masalları anlatan bir ulusun hangi zihniyetle bir arada bulunduğunu açıklamak çok kolay. İnsanlığını, ruhunu kaybettiği nokta bu olmalı. Güvensizlik ve bencillik hisleriyle kapandıkları yuvalarına gelen en küçük tehditte şuurlarını kaybediveriyorlar. Ya bizim toplumumuz? Kaçımız, komşusu karısını döverken polisi arıyor? Hangi görevli sokak ortasında kocası tarafından bıçaklanan kadın için müdahalede bulundu? Bir zamanlar gazetelerin üçüncü sayfasını dolduran, şehirli magandalarca, sabaha kadar, kızlı erkekli tecavüze uğrayan kiracıların çığlıklarına hangi komşu yanıt vermişti?

an american crime 2

Rorschach… Bir sorgulama masasında, yüzünde bereler var. Geçmişte yaptığı illegal bir olay hatırlatılıyor kendisine. Küçük bir kız kaçırılmış fidye için fakat yanlışlıkla zengin bir adamın değil fakir birinin küçük yavrusu… Rorschach, söz konusu bir çocuk olduğu için, kişisel olarak soruşturmayı üstleniyor ve çocuk hırsızının peşine düşüyor (çocukluğunda ne yaşamıştır?). Batakhanelerde birkaç adamı hırpalıyor, biraz kötü hırpalıyor. Ve sonuncusu, suçlunun adını veriyor. Şehir dışında bir döküntü evde, sobanın içinde yanık kumaş parçaları keşfediyor Rorschach. Çiçekli, küçük bir kızın üzerinde taşımaktan hoşlanacağı türden bir kumaş. Arka kapının dışında bir şeyler yiyen ve açlıkları bastırıldığı için yarı neşeyle güreşen köpeklerin sesini duyuyor. Pencereden baktığında, maskesindeki lekeler şiddetle kasılıyor. Köpeklerin paylaşamadıkları kemikler küçük bir insana ait! Hızla eline geçirdiği baltayı, bir köpeğin kafasına indiriyor ve hayvanın beynini ortaya çıkaracak denli ikiye yarıyor. Sorgulanırken kendisine gösterilen mürekkep lekelerinde işte bu köpeğin parçalanmış kafasını görüyor. Fakat neyi çağrıştırdığı sorulduğunda yalan atıyor.

rorschach mürekkep testi

Gösterimdeki hayatımız bir Amerikan filmi. Anlatılan bir Amerikan suçu. Lütfen mürekkep lekelerinde ne gördüğünüz konusunda kendi kendinizi kandırmayın. Orada parçalanmış bir köpek kafası var…

Yazan: Wherearethevelvets