Alfred Hitchcock Klasikleri (10) - Shadow of a Doubt (1943)

“Bir şey bildiğini sanıyorsun, değil mi? (…) Gerçekte ne biliyorsun ki? Sen küçük sıradan bir kasabada yaşayan, küçük sıradan bir kızsın. Her sabah hayatına uyanırsın ve bilirsin ki seni rahatsız edecek hiçbir şey yoktur. Küçük, sıradan gününü yaşarsın ve gece huzurlu aptalca rüyalarla dolu küçük, sıradan, sorunsuz uykunu uyursun… Ve ben sana kabuslar getirdim. Getirdim mi? Yoksa bu küçük, acemice bir yalan mıydı? Sen rüyada yaşıyorsun. Uyurgezersin sen, körsün. Dünyanın neye benzediğini nasıl bilebilirsin ki? Dünyanın iğrenç bir ahıra benzediğini biliyor musun? Evlerin ön cephesini yıksan domuzlarla karşılaşırdın. Dünya bir cehennemdir. İçinde ne vuku bulduğunun ne önemi var? Uyan, Charlie! Aklını kullan! Bir şeyler öğren!” (Dayı Charlie’den yeğen Charlie’ye öğütler, Shadow of a Doubt)

“Okullarda her yana afiş asarlar. Babacan bir polis memurunun elinde ‘Yabancı Tehlikesi’ne dair kitaplarla sınıfıma geldiğini hatırlıyorum. Bütün bir nesle ağacın arkasındaki pardösülü korkunç adamdan korkması öğretilmişti. Sonra bir de baktık ki yabancılar sadece etraftaki suçluların küçük bir bölümüymüş. Büyük bölümü ise her gün gördüğün insanlar, akrabalar, komşular, öğretmenlermiş. Çocuklarımızı tehlikenin %1′ine karşı hazırlamamız, onları kalan %99′a karşı hazırlıksız kıldı. Yani hata yaptık. Elimizden gelen tek şey bundan ders alıp bir dahaki defere daha iyisini yapmak.” (Criminal Minds)

Charlotte & Rol Modelinin Yıkılışı

Shadow of a Doubt (1943, Şüphenin Gölgesi) ustanın karakteristik sinemasının ipuçlarını saptayabileceğimiz bir suç anlatısı ve henüz isminden başlayarak şüphe sözcüğünü karakterize ediyor. Hitchcock, şüphenin doğasını araştırmaktan büyük bir haz duyuyordu. Şüphe psikolojisinin değişik varyantlarını tekrar tekrar araştıran sineması, suçlu olduğu sanılan masum kahramanlardan tutun da (The 39 Steps, Young and Innocent, Suspicion, Saboteur, Spellbound, I Confess, Dial M for Murder, Frenzy, The Wrong Man, North by Northwest, To Catch a Thief) sevgilisinin katil olduğunu düşünen kadınlara (Suspicion, Rebecca, Saboteur) değin geniş bir yelpazeye uzanıyordu. Shadow of a Doubt’da ise şüphe, katil olma ihtimali yüksek bir akraba üyesinin, sözüm ona Charlie’nin (kötücül ve korkunç Joseph Cotten) meşum varlığı üzerinde odaklanmıştır. Şüphenin ipuçlarını yakalayan/araştıran kişi ise Şen Dul Katilinin, ipliğini pazara çıkarır diye korktuğu yeğeni Charlotte’un (saf ve masum Teresa Wright) ta kendisi. Şen Dul Katili durumu ve yaklaşan teklikeyi anlamakta gecikmez ve yeğeninin de kanına girmeye çalışır. Yeğenini öldürme girişimleri kaza süsü vermeye yönelik cinayet pratiklerinden müteşekkildir. Yönetmen bu sayede thriller’ın ürkütücü ve rahatsız edici stilizasyonundan yaralanarak seyircisinin sinirleriyle oynamaktadır.

Shadow of a Doubt’da temelde genç kızın, dayısını bir rol modeli, örnek alınabilecek bir figür olarak seçtiğini görüyoruz. Hayranlık hâlesi yavaş yavaş sıyrıldığında persona’sı da yırtılacaktır rol modelinin. Onun bir seri katil ve soyguncu olduğunu öğrenen genç kız, dayısına kendisini ele vermeyeceğini belirtmesine karşılık ölümle yüzleşmek zorunda kalır. Klasik bir Hitchcock ulaşım aracı olarak tren, filmin açılış ve kapanış bölümlerinde görünür. Havada süzülen kara dumanlarıyla trenin istasyona girişi katilin kasabaya girişini ürkütücü bir biçimde haber verir.

Psycho (1960, Sapık) üzerine yazdığım metinde şöyle bir saptama yapmıştım:

“Görünenin ardındaki görünmeyen… Evet, Hitchcock bunu hep yapıyor, dışarıdan ve herhangi bir yerden ansızın gelebilecek tehlikelerle uğraşmaktan; olağan ve rutin bir görünüm arz eden hayatın ardındaki o derinlerde yatan huzursuz ve rahatsız edici meşum hadiseleri ve ruh durumlarını görselleştirmekten hiç bıkmıyordu. İşte Psycho da bu konseptin içinde dönenen bir kurguya sahiptir.

Kuşkusuz, bu görünenin ardındaki görünmeyen olarak vasıflandırdığımız şey, dıştan bakıldığında iyilik meleği zannettiğimiz, bazen en yakınımızdakilerin çevirdiği entrikalardan, söyledikleri yalanlardan ve birbirlerini boğazladıkları bir dünyada bastırılan ve gizli tutulan gerçeklerden müteşekkil olabildiğince kompleks bir ilişkiler ağını anlamamızı sağlıyor, diyebiliriz. Bu temel anafikrin buradaki temsilcisi ise Bates Motel’in sahibi sosyopat Norman Bates’den (Anthony Perkins) başkası değildir.” (1)

Söz konusu yargının şu an okuduğunuz film için de geçerli olduğunu söyleyeceğim. Öte yandan, Şen Dul Katilinin varoluşu, eylemleri ve eskiden beri saygı duyulan varlığı, olası tehlikelerle yüzleşen küçük insanın psikolojisini anlamamız için bir motivasyon kaynağıdır. Küçük insanın, sıradan insanın veya suçsuz kişinin hesaplaşmak zorunda kaldığı meşum hâdiseler karşısında nasıl tepkiler verdiği, neler yaptığı, nasıl hissettiği, kendisini savunmak için hangi yollara başvurduğu vb. ruh halleri, Shadow of a Doubt’da da Hitchcock’un araştırdığı, beyaz perdeye taşımak istediği klasik motiflerden biridir.

Başka örneklere de bakalım:

Çarpıtılmış bir Cozy’i çağrıştıran Dial M for Murder’da (1954, Cinayet Var) kocası Tony Wendice’in (Ray Milland) ölümcül entrikası sonucunda suçlu olduğu yargısı kesinleşen, hapishanedeki hücresine konulan ve elektrikli sandalyeye gitmekten son anda kurtarılan lady’nin, Margot Mary Wendice’in (Grace Kelly) karşılaştığı Hitchcockyen durum (olağanüstü, beklenmedik, doğal akışı bozan, son kertede travmatik durum) anlatının asal meselesini oluşturur. Yanı sıra “Hiçbir suç gizli kalmaz.” (2) önermesi de öykünün üzerine gittiği polisiye bir olgudur.

Gerçek yaşamdan uyarlanan The Wrong Man’de (1956, Lekeli Adam) sıradan bir adam, Manny Balestrero (Henry Fonda) apar topar polis merkezine götürülür ve sorguya çekilir. Bir soyguncuya çok benzediği için ve aslında o soyguncunun ta kendisi sanıldığı için tutuklanarak hücreye gönderilir. Kendisinin de belirttiği üzere o hücrede bir gün dahi kalmış olmak, kendisine yıllarca orada bulunmuş gibi gelmiştir. Hitchcock kahramanları, suçsuz oldukları ya da masum oldukları anlaşıldığında bile büyük ölçüde travmalarını yaşamaya devam ederler. The Wrong Man’de Manny Balestrero’nun karısı Rose Balestrero (Vera Miles) yaşadıkları bu olağanüstü durum karşısında akıl hastanesine yatırılır. Gerçeklikle ilişkisini bütünüyle kesen kadıncağız, her zaman olağanüstü destek olduğu kocasını tanıyamayacak hale gelmiştir. Nihayet kadının da iyileştiği ve normal hayatına geri döndüğü açıklanır; fakat psikolojik şok inanılmaz ölçüde güçlüdür. Küçük insan o devreden (olağanüstü, beklenmedik, doğal akışı bozan, son tahlilde travmatik durumdan) geçmek zorunda kalmıştır. Hem de hiç istemediği, herhangi bir suçu olmadığı halde.

Shadow of a Doubt’un çevresinde dönendiği travmatik olgu da bu. Genç Charlie erkeklerle flört çağındaki bir genç kız olarak, erkeklerden bütünüyle uzaklaşmasına, korkmasına, çekinmesine neden olacak bir psikolojik şok yaşaması gerekeceği düşünülürken, her ne kadar gelgitli de olsa, sonunda, genç bir polis dedektifiyle birlikte olmaya karar verecektir. Yaşadığı şok, kazanım olarak kendisine geri dönmüştür. Sağlıklı bir şoktur bu. Rol modeli, örnek bir figür olarak benimsediği dayısının ölümü, ona bir sevgili kazandırmıştır. Hitchcock filmin finalinde, mânidar bir sekansta, kilisenin önünde Charlie üzerine nutuk atan papazı ve iki yeni sevgiliyi buluşturur. Kilise evlilerin de, ölülerin de uğrak yeri olduğuna göre, ölümün olduğu yerde yeni bir yaşam da başlamaktadır, mesajı güçlü bir biçimde varlığını duyurur. Ya da şu: Hitchcockyen evrende iyi ve kötü birarada yaşamaktadır. Kahramanların içinde bulundukları kasaba Capracorn bir kasaba değildir. İyi ve kötü net olarak belirlenebilmiş değildir. İyi veya kötü klasik Amerikan filmlerinde sıklıkla keskin kutuplarla ayrıştırılmıştır. Fakat Hitchcock’un yapıtlarında geleneğe uyulmadığı, yeni sinemasal alanlar açılmaya çalışıldığı görülür. Hitchcock tematik olarak aynı veya benzer öyküler anlatsa da temalarının çeşitlemeleri oldukça zengindir.

Peki, ama bu kadar basit mi? Tabutu başında nutuk atılan ölü sözüm ona Şen Dul Katili olduğuna göre evlilik de katilin nasıl bir insan olduğunun anlaşılamaması/örtbas edilmesi gibi özünde doğası bilinemeyen, anlaşılamayan, kimi duyguların bastırıldığı bir kurum olmasın? Elbette bu mesaj da öyküde net bir biçimde varlığını hissettirmektedir. Nihaî yorum, izleyicide saklı. Öyleyse bir izleyici olarak ben de şu sonuca ulaşıyorum buradan: Genç kızın dayısının ölümüyle onun evliliğe ilk adım olan birlikteliğe adım atışı birbirine içkin olsa da öykü aslında genç bir kızın erkeklere olan ilgisine, güven duygusuna yöneliktir. Yoksa öylesine bir suspense değil karşımızdaki. Nasıl ki Notorious (1946, Aşktan da Üstün) görünüşte Naziler hakkında bir casusluk öyküsü anlatıyor ise (ki burada da iki öykü birbirine içkindir) ve esas öykü de Alicia Huberman (Ingrid Bergman) ile Devlin (Cary Grant) ikilisinin aralarındaki aşk ilişkisine odaklanıyor ise, Shadow of a Doubt da bir genç kızın rol modeli olarak benimsediği dayısının aslında bir câni olduğunu, bir seri katil olduğunu anlamasıyla birlikte ilgisini başka bir erkeğe yöneltmesiyle ilgili bir öykü anlatır.

Yine de Shadow of a Doubt göründüğünden daha zengin bir film ve arkaplanına değinmemek ise elbette haksızlık olacak. Böyle düşünmemin basit birkaç nedeni var, denilebilir. Charlie’nin kameraya dönüp biz’e (seyirciye) baktığı kare (sequence) başlı başına önemli. İkinci olarak da, birini öldürme planları yapan buddy’ler… Aslında ikinci mesele birinci meseleyle ilişkili. Birinde fantazmatik (düşlemsel) gibi duran ve asla eyleme geçemeyecekmiş gibi görünen öldürme plan ve tasavvurları, soğukkanlı Charlie cephesinde soğukkanlılıkla tatbik edilecektir. İki farklı psikolojik motivasyon gibi görünen bu iki durumu da birbirine içkin, âdeta bir aynanın iki yüzü gibi nitelemek yerinde olacaktır.

Açalım bunu: Rol modelinin yıkılışı, toplumsal maskenin yırtılışını da imler doğal olarak. Bu, iyi ve kötünün ayırt edilemezliğinin görüngülerini sunar bize (izleyiciye). Umulmayanın kötücüllüğü, bilinemezlik, içimizdeki barbarlık, yerinden oynayabilen insan ilişkileri, sâkin ve huzurlu görünen bir ortamın sarsılabilme potansiyel ve olasılığı gibi daha da çoğaltılabilecek çetrefil görüngüler yumağıdır bu. Notorious’daki kompleks durum (bir âşık, sevgilisinin bir Nazi ile evlenmesine nasıl razı olabilir?), Vertigo’daki (1958, Ölüm Korkusu) travmatik süreç (sevilen öznenin meşum varlığı), Strangers on a Train’deki (1951, Trendeki Yabancılar) tesadüfi tanışma (ki ucu tehlikeli olaylar zincirini işaret etmektedir); birçok Hitchcock filminde karşımızda beliren suçsuz ama suçlanan, peşlerinde ajan ve polislerin gezindiği kahramanlar (Young and Innocent, Saboteur, The Wrong Man, Frenzy, North by Northwest, Spellbound, I Confess, Under Capricorn, The 39 Steps, To Catch a Thief) vb. şu döngüyü çözümlememizi sağlıyor: Rutin yaşamınız birdenbire değişebilir (Dial M for Murder, Marnie, Foreign Correspondent, Psycho, Torn Curtain, Topaz, Saboteur, Frenzy, The Lady Vanishes, Suspicion, Rear Window, The Trouble with Harry, Stage Fright, Vertigo, The Birds, Family Plot). Mutlu yaşamınız ansızın kararabilir (The Man Who Knew Too Much’da çocukları kaçırılan çift, The Wrong Man’de hapishaneye düşen suçsuz adam ve akıl hastanesine yatırılan karısı, Lifeboat’da savaş kargaşasının hayatlarını altüst ettiği Amerikalılar, Rebecca’da tehdit edilen genç kadın, Shadow of a Doubt’da öldürülmek istenen genç kız, Notorious’da bir Nazi ile evlenmek zorunda kalan genç kadın). Her şey yolunda giderken beklenmedik bir anda beklenmedik şeyler olur (The Paradine Case’de, savunduğu müvekkilinin suçunu mahkeme ortasında ifşa etmesiyle sarsılan avukatın yaşadığı şok oldukça tanıdık bir sahne olarak Hitchcockyen durumu da özetler. İronik bir biçimde The Birds’deki kuş saldırıları ise Hitchcockyen durumun fantastik bir özeti gibidir). Shadow of a Doubt da bu döngüde devinen bir öykü. Doğal akışın bozulması ve yerinden oynayan rutin yaşam dizgesi…

Son olarak ‘Charlie’ ismine değineceğim: Aynı ismin her iki cinse de verilmiş olması bize ne anlatır? Rollerin değişebileceğini mi? Sıradan insanın da katil olabileceğini mi? (ki finale doğru genç Charlie dayısını ortadan kaldırmayı başarır. Sahne kaza-cinayet arası bir biçimde kurgulanmıştır. Sansürden dolayı mı? Yine de bu sahne kimi açılardan Vertigo’yu önceler. Kim Novak’ın çan kulesinden aşağı düştüğü ya da düşürüldüğü sahneyi.) Her iki karakterin de birbirinin aynası olduğunu mu? Genç Charlie’nin dayısının suçunu belli ölçülerde paylaştığını mı? Birbirlerinin gölgesi gibi araları sıkı fıkı olan, yukarıda da değindiğim gibi genç kızın dayısına hayranlık beslediği bir akrabalık ilişkisinde aşk duygusu ve psikopatolojisinin ucu açıktır. Hitchcock’un anlatmadığı, gösterdiği düşünülürse söz konusu önerme fantastik kaçmayacaktır. Bir diğer soru ise şu: Charlie’ler aslında tek kişi midir? (ilginç ölçülerdeki yatak çekimini anımsayın) Elbette hiç kimse sözcüğün düz anlamıyla iyi ya da kötü değildir. Yeğen Charlie’nin âşık olduğu polis dedektifinin yerinde katil Charlie de olabilirdi, keza dedektif de bir başka hayatta ve öyküde seri katil olabilirdi. Öte yandan, dayısının mikrop gibi yayılan kötücül varlığı ve karanlık gölgesi olmasa, birisini öldürme düşüncesi aklının ucundan bile geçmeyecek genç Charlie nihayetinde dayısını öldürmek zorunda kalır. Sahnenin kaza gibi gösterilmesi ya da nefs-i müdafaa olması önemli değildir.

Hollywood anlatı geleneğinde kötüler genel olarak cezalandırılmışlardır. İyi iyidir, kötü de kötü. İyiler bir şekilde hayatta kalırlar ve toplumsal düzen de yeniden inşa edilir. Söz konusu düzen söylemeye bile gerek yok ki ataerkil düzendir. Mevcut anlatı standardizasyonu yananlamlara içkin ise de derinlikli altmetinlerden yoksundur; evet, böyle bir genelleme yapılabilir. Fakat Shadow of a Doubt için aynı şey söylenemez. Gotik melodram Rebecca’dan (1940) başlayarak irili ufaklı bütün Hitchcock filmleri (ki 1940 ile 1976 arası Hollywood’da çalıştı) Hollywood film yapım şemalarının öyle veya böyle dışındadır. Bunu onu övmek için söylemiyorum, bizatihi filmleri tam kesinlikte anlatıyor. Bizler de SanatLog yazarları olarak çeşitli vesilelerle bu yargıyı kanıtlamadık mı?

NOTLAR

1) Ünlü akademisyen Robin Wood, Hitchcock Sineması adlı yapıtında filmi David Lynch’in sansasyonel yapıtı Blue Velvet (1986, Mavi Kadife) ile çok haklı ve yerinde bir seçim olarak mukayese etmiştir. Fakat Wood’u motive eden, filmlerin ‘ikili’ yapısından ötürü benzerliğinden ziyade, Blue Velvet’in eleştirmenler nezdinde aldığı “aşırı” eleştirel başarıdır. Dolayısıyla, söz konusu karşılaştırma düzlemini Lynch’in filminin derinliğine analizi oluşturmaz. Açıkça Hitchcock’un lehine sonuçlanan bu yüzeysel karşılaştırma postmodernizmin de eleştirisini içermektedir. Wood şöyle yazar: “…Eğer Mavi Kadife’nin postmodernizmi yeterli düzeyde temsil ettiğine inanılıyorsa, o zaman postmodernizmin ve bunu üreten kültürün eleştirisine acilen ihtiyaç vardır.” (s.87) Lynch’in filmlerinin özgünlüğünü ve açıkça söylemese de auterist bağlamını kabul etse bile Blue Velvet’i Shadow of a Doubt ile karşılaştırma nedeninin çok gereksiz yere Hitchcock’u övmek ve Lynch’den çok çok ötelerde bir yerde bulunduğunu ispat etmek maksatlıdır. Çok gereksiz yere, çünkü her fırsatta Hitchcok’un ne denli büyük bir usta olduğunu belirtme ihtiyacı duyar. Kuşkusuz Hitchcock çok büyük bir yönetmendir ama zaten bunu herkes bilmiyor mu? Benim Wood’un zikrettiğim tümcelerinden çıkardığım sonuç şu: Wood eleştirmenlerin Blue Velvet’i “aşırı” yüceltmesinin sert rüzgârına kapılıp kızgınlıkla filmi kıyasıya eleştirir. Bunu da Hitchcock’u göklere çıkarmak için bir bahane olarak görür.

Hitchcock Sineması, Robin Wood, Çev. Ertan Yılmaz, Kabalcı Yayınevi, 1. Basım, 2024, İst. s. 82 vd.

2) Bir benzeri: “Hiçbir cinayet kusursuz değildir.” İngiliz edebiyat geleneğinde oldukça önemli bir yer teşkil eden Cozy’leri anımsayın yeter.

Shadow of a Doubt - Yönetmen: Alfred Hitchcock - Senaryo: Thornton Wilder & Sally Benson & Alma Reville (Gordon McDonell’ın öyküsünden) - Görüntü Yönetmeni: Joseph A. Valentine - Müzik: Dimitri Tiomkin - Oyuncular: Teresa Wright, Joseph Cotten, Macdonald Carey, Henry Travers, Patricia Collinge, Hume Cronyn, Wallace Ford, Edna May Wonacott, Charles Bates, Irving Bacon, Clarence Muse - 1943 - Amerika - 108 dakika

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Yazarın diğer incelemeleri için tıklayınız.

The Birth of a Nation (1915, D.W. Griffth)

1915 yapımı The Birth of a Nation, Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilen, üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.

Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon, İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zencinin tecavüz ettiğine şahit olur. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü ‘’zenciyi’’ linç eder ve cesedini bir dala asarak giderler. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ der ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının “The Clansman” adlı kitabından uyarlanmıştır. Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söylemesi üzerine isim değiştirilmiş, zenci karşıtı hayli sert olan romanın havası biraz yumuşatılmıştır.

Film iki bölüm olarak okunmalıdır. İlk bölüm ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşını anlatırken, ikinci bölüm zaferi kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesi’ gösterilmektedir. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme olarak değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır diye düşünüyorum. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika’ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşümü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.

“Batı düşünce sistemi Amerika’nın yağmalanmasını ve köleleştirilmesini ırkçı açıdan da savunuyordu. Irkçılık Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiğidir. Irkçı öğretilerin öncülüğünü kilise yapıyordu. 1512 yılına kadar kilise Amerika yerlilerinin ‘’insan olmadıkları’’ tezini benimsemişti. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, yerlilerin insan olmakla beraber ‘’doğalarının yozlaşmış’’ olduğu, Tanrı’nın onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucunda karar kılıyordu. İspanyol fethinin resmi tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oriedo yerlileri şöyle tasvir ediyordu. ‘’Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek bir halk. Evlilikleri kutsal değil murdardır. Şehvet düşkünü ve homoseksüeldirler. İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı olan böyle bir halktan ne beklenir ki.’’ İspanyol sömürge ideoloğu Joan Gines de Sepulveda ise 1550’de yazdığı bir yazıda ‘’Köle düzeyinde, mantıksız kimseler, insanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar’’ olarak nitelendirdiği Amerika yerlilerini insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel-Irk ve Irkçılık Düşüncesi)

‘’Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. ‘’Yalnız 1486–1641 yılları arasında yılda ortalama 9.000 hesabıyla sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde Angola ve Mozambik’ten Brezilya’ya 1 milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki 10 yıllık dönemde zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri Yeni Dünya’ya 300.000’den fazla köle getirdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 11.5 milyon zenci taşındı. Bu miktara yola çıkmadan ve yol esnasında ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın en yaratıcı ve en gerekli güçlerinden yoksun bırakıldığı sonucuna varılır.’’ (Raimondo Luraghi-Sömürgecilik Tarihi)

Gerçekler bu kadar ortadayken yönetmenin böyle bir düşünceyi savunmasını izah edebilecek kelime bulamıyorum.

Günümüzde de klasik Amerikan düşüncesinin özgüveni şöyle dile getirilmektedir.

‘’Aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması, demokrasi, serbest ticaret ve uluslar arası hukuka dayanan bir küresel uluslar arası düzeni öngören Amerikan düşünce ekolü diğer uluslar tarafından aptalca değilse bile ütopik olarak görülmüş ve şüpheyle yaklaşılmıştır. Ancak bu şüphe Woodrow Wilson, Franklin Roosevelt yahut Ronald Reagan’ın veya 20. yüzyıldaki herhangi bir Amerikan başkanının idealizmini hiçbir zaman söndürememiştir. Yabancıların bu şüpheciliğinin bir etkisi olduysa,  bu ancak Amerika’nın, tarihin üstesinden gelinebileceği ve dünya gerçekten barış istiyorsa, Amerikan ahlaki reçetelerini uygulamasının şart olduğuna olan inancını güçlendirmek olmuştur.’’

(Henry Kissinger-Diplomasi)

Film, Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Karşılıklı ziyaretler birbirini izler hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman’ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’

Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.

Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanmasının ardından köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı’nda güneyli Konfederasyon tarafını, geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluştururlar. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verir, ilk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır.

Savaş sürerken Güneyli Cameron ailesinin yaşadığı Piedmont kasabası düzensiz bir çeteninsaldırısına uğrar. Kasabanın eli silah tutan erkekleri cephede olduğundan kadın ve çocukları koruyacak kimse kalmamıştır. Bunun üzerine ‘’Savaştaki ilk zenci askeri alayı Güney Carolina’da oluşturulmuştur.’’ Kölelerin beyazlar tarafından kullandığına dair bir örnek olması filmin barındığı ırkçılık zihniyetini bir parça olsun gizlemeye yöneliktir.

1865’de teslim olan General Lee birlik Amerika’sına şöyle seslenilir: “Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek, tek ve birbirinden ayrılmaz.” Savaştan Kuzey zaferle çıkar. Kuzeyli politikacılar ‘’Güneyli liderlerin asılmalarını, eyaletlerine de fethedilmiş bölgeler muamelesi yapılmasını” isterler. Ancak Abraham Lincoln’ün ‘’Onlara asla ayrılıp kopmamışlar gibi davranacağım” demesi, Güney’i sömürmek yerine onları kalkındırmak için çaba göstermesi kabul edilmez ve 14 Nisan 1685’de bir suikast sonucu öldürülür. Başkan’ı öldüren John Wilkes Booth “Zorbaların sonu hep böyle!” diye haykırır. Haber Güney’ ulaştığında verilen tepki ‘’En iyi dostumuz gitti. Bize ne olacak şimdi!” şeklinde olur.

Büyük tarih bilgini Hobsbawm şöyle demektedir. ‘’Amerikan İç Savaşı endüstrileşmiş Kuzey’in tarımsal Güney üzerindeki zaferiyle hatta Güney’in gayri resmi İngiliz İmparatorluğundan Birleşik Devletler’in yeni ve büyük endüstriyel ekonomisine nakledilmesiyle son buldu.’’

Kuzeyli politikacılar Abraham Lincoln’ün tersine Güney’e ‘’fethedilmiş topraklar’’ muamelesi yapmaya başlarlar. Çeteciler çiftlik sahiplerine saldırır ve ailelerine göz açtırmazlar. Zenci ve melez milis güçleri beyazları ve kadınları taciz eder. Eski günlerin görkemiyle kendisine yol verilmesini bekleyen Cameron ailesi özelinde soylu beyazların aldığı yanıt Güney’in gurunu kırmaktadır. “Bu kaldırım size olduğu kadar, bize de aittir, Albay Cameron”. Bunun sonucunda ‘’Beyazlar tam bir kendini koruma içgüdüsüyle harekete geçtiler. Güney’i korumak için, Güney’in gerçek hükümranı büyük bir Ku Klux Klan’ın varlığı patlak verene dek.”

“…Bir ırkın diğerine düşman olması gibi, maceraperestler de zencileri kandırmak akıllarını çelmek ve onları kullanmak amacıyla Kuzey’den sürüler halinde yola koyuldular. Zenciler köylerde yetki sahibi oldular, cüretkârlık dışında kullandıkları bu yetkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Parlamentodaki liderlerin politikası şekillenmişti. Güney’deki uygarlığın tam bir tahribatı (…) beyaz Güney’i, siyah Güney’in topukları altına alma kararlılığı.” Woodrow WILSON-Amerikan Halkının Tarihi (filmden alınmıştır)

Kuzeyli politikacıların adamı olan zenci Silas Lynch filmde şöyle tanımlanmaktadır. ‘’Kötü emellerle, yükselen güçten yararlanarak, kendisine bir taht kurmayı planlayan Lynch beyaz hamisine karşı bir hain olur, kendi halkına karşı ise daha büyük bir hain.’’

Galip Kuzey’in yaptığı anayasa değişikliği ile kölelik kaldırılır, Amerika’da yaşayan her birey Amerikan vatandaşı kabul edilir ve vatandaşlık hakları garanti altına alınır. Ayrıca siyah-beyaz ayrımı gözetmeksizin vatandaşlara oy hakkı verilir ancak Kızılderililer ve kadınlar oy verme hakkından muaf tutulurlar. Güney’de ise bu gerçekleşmez. İleri gelen beyazlara oy verme hakkı sağlanmamışken, tüm siyahlara oy pusulası verilir ve bunun sonucunda da ‘’Zenciler ve Kuzey’den gelen politikacılar oyları silip süpürürler.’’

‘’Master Hall’de başarının şamatası. Zenci partisi Temsilciler Meclisi’nde 23 beyaza karşı 101 siyahla kontrolü alır. 1871′in oturumu.’’ Bu sözlerle başlayan sahnede seçilmiş zenci temsilciler salonda yemek yemekte, taşkınlık yapmakta hatta ayakkabılarını çıkartmaktadır. Bu sahneler buram buram ırkçılık kokmakta, zencilerin görgüsüz, kültürsüz ve aşağılık insanlar olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Pamuk tarlalarında ve plantasyonlarda çalışmaktan başka bir şey bilmeyen ‘’zenci’’ kölelerin mecliste oldukları gerçeği tüm Güney soylularını ve beyazlarını endişeye sürüklemektedir. Bu Meclis’te ‘’siyahlarla beyazların evlenmelerine olanak sağlayan’’ bir yasa çıkarılır. ‘’Beyaz azınlık aciz durumdadır.’’

Köleleri olan zencilerin kendileriyle aynı haklara sahip olması dâhil pek çok şeye dayanamayan ve yapılanları içlerine sindiremeyen Güneyliler kendilerini yasal yollardan koruyamadıklarını görünce değişik bir yapılanmaya giderler. KKK, çaresizlik içinde kırlarda dolaşan Cameron ailesinin savaşta albaylık yapmış ve idamdan Lincoln’ün affetmesiyle kurtulmuş olan büyük oğlu tarafından kurulur ve amaç belirlenir: ‘’Güney’i siyah yönetim anarşisinden kurtarma örgütü, Ku Klux Klan.’’

‘’Ku Klux Klan’ı 1865’de birkaç Confederate Army (Ayrılıkçı Güney Ordusu) subayı kuruyor; bunlardan biri de Birth of Nation’un yapımcı/yönetmeni D.W.Griffith’in babası. Başıbozuk bir yapılanma ama Grand Wizard veya Grand Dragon dedikleri bir başkanları var, o da köle tüccarı iken Güney ordusunda General olan Nathan Bedford Forrest.

Resmi kuruluşlarından sadece 18 ay sonra ve sadece bir ayda (Haziran 1867) 197 kişiyi işkenceyle öldürdükleri, 548 kişiyi de ağır yaraladıkları bilinir. Yıllar içinde bu rakam yüz binleri bulur. Nihai hedefleri zencilerdi ama Yahudiler, Katolikler, hatta işçi sendikaları, KKK’nın terör, şiddet ve linç eylemlerinden nasiplerini aldılar.’’

(Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)

Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemi olarak kullanılır.

Cameron ailesinin küçük kızı Flora su almak için dışarıya çıkar. Bu esnada kendisini gören Gus isimli bir zenci ‘’Gördüğün gibi, artık Yüzbaşı’yım ve seninle evlenmek istiyorum” der. Kendisine zarar vereceği endişesiyle adamdan korkan kız kaçmaya başlar. Ancak zenci ‘’Bekle, Missie, seni incitmeyeceğim’’ der. Kız kaçar, zenci kendini affettirmek için kovalar ve nihayetinde kaçma-kovalamaca yüksek bir yere sona erer. Kız zencinin üzerine geldiğini görünce kendini yere atar ve ölür. Kardeşinin zamanında gelmemesi üzerine aramaya çıkan abisi, yaşananlara tam da bu anda tanık olur.

Örgüt suçlu olduğunu düşündükleri zenciyi yakalar, öldürür ve Vali Yardımcısı olan Silas Lynch’in evinin merdivenlerine bırakırlar. Ku Klux Klan bir ‘’direniş hatta kurtuluş hareketi’’ olarak kendilerine yapılanları içlerine sindiremeyen Güneylilerin içinden çıkmıştır. Ki daha sonraki sahnelerde KKK’nın yanında yer alan ‘’sadık zenciler’’den bahsedecektir. Yönetmen bu konuda kendisi ve tarihsel gerçeklerle çelişmekte, Kuzeyliler tarafından akılları çelinmese zencilerle hiçbir sorunları olmayacağını vurgulamaktadır, tabii herkesin haddini bilmesi kaydıyla.

Klan’a devlet eliyle saldırılar artmaya başlayınca ve Silas Kuzeyli politikacı Stoneman’ın kızıyla zor kullanarak evlenmek isteyince ‘’Kuzey ve Güney’in eski düşmanları, Aryan olarak doğmalarından kaynaklanan ortak hakkı korumak için yeniden bir araya gelirler.’’ Ve ‘’400 binden fazla Ku Klux kıyafeti diken Güney kadınlarından birisi bile güvene ihanet etmez.’’

Film sona ererken KKK adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.

ABD’nin en ünlü film eleştirmenlerinden Tom Dirks film için şöyle yazıyor: ‘’Tartışmalı, alenen ırkçı ama Amerikan başyapıtı, Amerikan filmlerinin mihenk taşlarından birisi. Filmin zarf ve mazrufuna ilişkin tartışmalar hiçbir zaman bitmeyecek. Filmin birden fazla niteliği var: itici, naif, taraflı, indirgemeci, tarihsel açıdan hatalı, tarih görüşü ve KKK’nın ırkçı yüceltilmesi açılarından hayret verici. Aynı zamanda, olağanüstü efektleri ve dâhiyane çekimleriyle, fevkalade önemli ve güçlü bir sanat eseri ve sinema propagandası örneği.’’

‘’Amerika’nın biri ırklar arası cinsel ilişki ve evlilik diğeri ise siyahların iktidarı ele geçirmeleri gibi en büyük iki kâbusunu irdeler, muhteşem KKK’nın kara belayı nasıl savuşturduğunu gösterir.’’ (Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)

Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği düşüncesindeyim. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim olağanüstü bir film. Bu filmi izledikten sonra kurgu, bütünlük, çekim ve anlatım teknikleri bakımından Türk sinemasının henüz bu filmi aşabilecek ölçüde bir filme sahip olmadığını görmem üzüntümü artırmıştır.

Bir gazetede şöyle bir yazı okumuştum: ‘’Irza tecavüz içeren filmlerin en eskilerinden biri olarak D.W.Griffith’in ‘başyapıtı’ “Birth of a Nation / Bir Milletin Doğuşu” (1915) gösteriliyor. Bu düpedüz ırkçı filmin en kötü-ünlü sahnesinde, beyaz kadınların namusuna kasteden ırz düşmanı (teni siyaha boyanmış beyaz bir oyuncu tarafından canlandırılan!) bir siyah, ‘kahramanlar’ olarak tasvir edilen Ku Klux Klan tarafından linç edilir.’’ Bu yazıları kaleme alan kişinin filmi izlediğinden şüphe duyduğumu söylemek durumundayım. Bahse konu sahnede bir tecavüz hatta tecavüz girişimi dahi bulunmamaktadır. Kopyala yapıştır zihniyeti ile sinema yazısı kaleme almak ne derecede ciddiyetle bağdaşır, bilemiyorum.

Salim Olcay

salimolcay@yahoo.com

Yazarımızın diğer incelemeleri için tıklayınız.