Fight Club (1999, David Fincher)

 

1.    Giriş

“I want you to hit me as hard as you can.” (Tyler Durden)

Film, ne olduğunu sonradan kavrayacağımız bir jenerikle başlar. Kamera anlatıcının beyninin kıvrımları arasında geriye doğru hareket etmektedir. Kimyasal ve elektriksel tepkimeler arasında dolaşmaktadır. Böyle bir başlangıç, aslında bütün gerçekliğimizin asıl mekânının bedenimiz olduğunu dile getirir gibidir. Algılarımızı belirleyenin beynimizdeki kimyasal salınımlar ve elektrik sinyalleri olduğunu anlatır. Filmin böyle başlıyor olması bedene ve uygarlığa bakışını da en başından ele verir. Tıpkı kamera geriye doğru hareketine devam ettiğinde göreceğimiz Tyler Durden’ın, Anlatıcının zihninin ürünü olan bir imge olması gibi uygarlık da insanların zihinlerinde kolektif olarak üretilmiş ve orada yer etmiştir. İçine doğduğu uygar dünyanın ona sağladığı güven hissinin yıkılması modern insanın en büyük korkularından birisidir. Tüm olumsuzluklarına rağmen kurulu düzenin devamı için çabalamaya devam edecektir. Matrix bu türden bir dünyayı anlatan bir distopyadır. Gerçekte var olmayan bir düzenin insanların zihinlerinde yaşandığı bir dünya söz konusudur. Fakat üçlemenin sonunda dijital sistem işletilmeye devam eder.

Uykusuzluktan muzdarip olan Anlatıcı için de onu sarmalayan gerçeklikte bir problem vardır. Ofisteki bir fotokopi makinesinin başında iken her şeyin ‘bir kopyanın kopyasının kopyası gibi’ göründüğünü söyler. Her şeyin suretlerden ibaret olduğu bir dünyada film sistemden çıkış yolunu gerçekliğinden emin olabileceğimiz ve bize ait olan bir şeyde arar ve bunun kendi bedenlerimiz olduğunu öne sürer. Simülasyon dünyasında gerçekliğinden emin olabileceğimiz tek şey fiziksel acıdır. İnsanın yaşayabileceği tek gerçek deneyim budur.

Kapitalizmin bir tüketim nesnesi olarak öne çıkardığı bedenin önemli figürlerinden birisi de Calvin Klein erkeğidir. Sağlıklı, sportif ve çekici vücudu ile bir erkeğin nasıl olması gerektiğini tanımlamaktadır. Tıpkı şimdilerde kocaman kadın göğüslerine sahip Bob’un bir vücut geliştirme şampiyonu iken olduğu gibi. Fakat aldığı ilaçlar nedeniyle testis kanseri olan Bob’un vücudu bir zamanlar simgeleştirdiği idealden çok uzaktır artık. Hatta ironik bir biçimde vücudu bir kadınınkine benzemektedir.

Uykusuzluk nedeniyle acı çektiğinden şikâyet eden Anlatıcıya doktorunun tavsiyesi gerçekten acı çekenleri görmek istiyorsa testis kanseri olan erkeklerin dayanışma grubuna uğraması yönünde olur. Bu dayanışma grupları iyimser isimler taşır; ‘temiz ve arınmış’, ‘yarınlara doğru’, ‘omuz omuza erkekçe’. Sonuncusu biyolojik anlamda erkekliklerini tanımlayan hormonu üreten organlarını kaybetmiş erkeklerin birlikte erkek kalmaya çabaladığı yerdir. Bunu hikâyelerini, acılarını paylaşarak, erkeklere değil de normalde kadınlara yakıştırıldığı biçimiyle birbirlerine sarılarak ağlamak suretiyle başarmaya çalışmaktadırlar. Bu seanslardan birisini gösteren sahnede, toplantının yapıldığı salonun karanlıkta kalan arka kısmında özel olarak aydınlatılmış bir ABD bayrağı dikkati çekmektedir. Bu bayrak adeta toplantıya katılanların güvendiği modern, kapitalist değerleri temsil etmektedir. Fakat bu toplantıya katılmalarına sebep olan da aynı değerlerdir. Bir anlamda modern kapitalizmin erkekleri getirdiği hal sahnelenmektedir. Bunlar simgesel olarak hadım edilmiş erkeklerdir.

Modernizm bu hadım etme işini çeşitli yollardan yerine getirmiştir. Filmin ana karakterlerinin de dâhil olduğu kuşak eril tarafının törpülenmesi konusuyla, uygarlığın sahip olduğu genel eğilimle birlikte, nispeten travmatik sayılabilecek bir deneyimle karşılaşmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonucu kitlesel ölümler sebebiyle babasız kalan çocuklar anneleri tarafından büyütülmüştür. Erkek nüfusun azalması ile geçinmenin bir gereği olarak bu dönemde kadınlar istihdamda önemli bir yer edinmişlerdir. Kadınların iş gücüne katılmaları toplumda edindikleri konuma önemli bir katkı sağlamıştır. Bununla birlikte ailede erkeğe rücû edilen rolleri de üstlenmek durumunda kalması kadının dişi niteliklerine olumsuz bir etkide bulunmuştur. Fakat bununla, kadının dişiliğinden sıyrılarak çokça erilleştiğini iddia etmek istemiyoruz. Söylemeye çalıştığımız, modern kurguda eril nitelikler arz etmesi gereken rollerin dişil sâiklerle yerine getirilmesidir. Bu durumdan en az dönemin kadınları kadar etkilenen bir başka grup ise onların çocukları olmuştur. Önlerinde eril bir baba figürü olmayan, bu boşluğu anneleri ile doldurmaya çalışan bir nesil söz konusudur. Bu şekilde büyümüş bir neslin kendi babalık rolleri hakkında ne düşündüğü konusu ise aynı travmanın artçı sarsıntılarını oluşturmaktadır.

Nitekim Anlatıcı babasını tanımamıştır. Tyler Durden, “Biz kadınlar tarafından büyütülmüş bir erkek nesliyiz; acaba aradığımız cevap başka bir kadın mı bilemiyorum.” derken bahsettiğimiz bu tarihsel durumdan söz etmektedir. Bununla birlikte bu düşüncelerde uygarlığın dişil karakteri ile de bağlar kurmak mümkün. Kastettiğimiz, üretkenlik ve terbiye etme bağlamında uygarlık fikrinin eril olmaktan uzak olduğudur. Bu dişil nitelik uygarlığın kadın bireylerini olduğu kadar erkek bireylerini de kapsamakta ve her iki cinsiyetin mensuplarınca da temsil edilmektedir. Bu anlamda Dövüş Kulübü’nün üyelerinin erkeklerden meydana gelmesinin ve kadınların üye kabul edilmemesinin aslında erillik ve dişillik bağlamında anlaşılması gerektiğini düşündürür. Tyler Durden gibi diğer karakterlerin de Anlatıcının zihninin ürünleri olabileceği, gerçek dünyada var olmayabilecekleri ihtimalini göz önünde bulundurursak ve jeneriğin Anlatıcının beyninin kıvrımları arasında aktığını hatırlarsak bu tespitimizde son derece haklı olduğumuz gün ışığına çıkar. Dövüş Kulübü üyelerinin yalnızca erkeklerden oluşmasının metaforik bir anlamla yüklü olabileceği fikri böylece güç kazanır.

Bir fikir olarak Dövüş Kulübü’nün yıkım düşüncesine olan vurgusu bahsi geçen noktalar arasındaki bağı oluşturuyor. Filmde insanın öncelikle kendisini sonra kendi ürünü olan uygarlığı yıkması öne sürülürken, yıkılanın yerine bir yenisini, daha iyisini inşa etmesi önerilmiyor. Eril bir nitelik arz eden yıkma işinin yeni bir yapılanmayı amaçlaması dolayısıyla kolayca dişil niteliklerle donanabileceğini biliyoruz. Fakat Dövüş Kulübü yeniden üretime dönüşmeyecek bir yıkımı arzulamaktadır. Bunun için üyelerinin tüm üretken tutkularından arınmış eriller olmasını talep etmektedir.

Modernizmin erillikleri törpüleme faaliyetinde iş bölümü ve uzmanlaşma, sürecin diğer önemli unsurlarındandır. Modern insanın ihtiyaçlarını gidermek için konunun ‘uzman’ları ve/veya ‘satıcı’larına başvurması da bir tür pasifleştirmedir. Bir ürün elde etmek için ekip-biçen, el emeği sarf eden insanın aksine kapitalizm bu tür ihtiyaçların giderilmesi için marketleri ikame etmiştir. Kapitalist bir dünyada insanların hayatlarını idame ettirebilmeleri için yeni yeteneklere sahip olmaları gerekir ve avcı-toplayıcı atalarından miras kalanlara itibar etmemelidirler. Böyle bir dünyada sahip olunması gereken en önemli yetenek daha fazla para kazanabilme, dolayısıyla daha fazla tüketebilme yeteneği gibi görünmektedir. Avcı-toplayıcı insan günlük ihtiyacından fazlasının peşinde koşmazdı. Kısa sürede tüketebileceğinden fazlası bozulmaya mahkûmdur ve ihtiyaç fazlasıdır. Ayrıca tekrar ihtiyaç duyduğunda doğadan elde edebileceğini bilmektedir. Fakat modern insanın geliştirdiği teknolojiler bu bozulmayı geciktirmiştir. İhtiyaçlarını doğadan başkasına bağlı olmadan giderebilen avcı-toplayıcı insana karşın modernler böyle bir güvenceye sahip değillerdir. Bu durumda ‘ihtiyaç fazlası’ bir değer olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin her şeye dönüştürülebilme yeteneğine sahip bir değer biriktirme aracı olarak para bozulmanın ötesine geçebilecek ve modern dünyada iş görecek faklı statü araçlarına da çevrilmektedir.

Bu durum tüketim olgusu ile birlikte düşünüldüğünde günümüz modern insanının ihtiyaçlarını belki de eskisine nazaran daha günlük hale getirmektedir. Metaların ‘kullanım değeri’ yerine ‘değişim değeri’nin önem kazandığı bir sistemdir. Dövüş Kulübü’nde bu durum Marla Singer’ın sözleri ile ifade edilir. Şöyle der Marla;

“Bizim kuşağın camdan ayakkabısı ne biliyor musun? Prezervatif. Bir yabancı ile tanıştığında onu üstüne geçiriyorsun. Bütün gece dans ediyor, sonra kaldırıp atıyorsun.” Sonra üzerindeki el yapımı nedime elbisesini bir dolara aldığından bahsederek devam eder. “Ben,[...], insanların büyük bir aşkla sevdiği ve sonra bir saat ya da bir gün geçmeden kaldırıp attığı şeyleri seviyorum. Noel ağaçları gibi mesela. Bir süre için bütün dikkatler onların üzerindedir, ama Noel’den sonra otoyol kıyısına atılmış o ölü ağaçları görürsün. Yılbaşı süsleri hâlâ üstlerindedir. O ağaçları görünce arabaların altında kalmış hayvanları düşünürsün. Ya da seks saldırılarının kurbanlarını, donlarını ters giymiş, ağızları siyah izolasyon bandıyla kapatılmış insanları.” Filmin diliyle söylersek, kullanmak tecavüz etmekle aynı anlama gelmektedir.

Anlatıcının hayatında büyük bir yeri dolduran bu türden araçlar modern insanın sorunlarını çözmekte önemli enstrümanlardır. Aslında modern hayat tarzı içinde bulunanlar için oldukça basit olsa da dışarıdan gelen birisi için son derece karmaşıktır. Tıpkı bilmediğimiz bir dilde yazılmış bir metin gibi. Örneğin okur-yazarlık modernlerin sahip olması gereken temel niteliklerden birisidir. Eskimoların veya yerlilerin bir takım izleri ve kokuları takip ederek avlarını bulmak konusundaki yetenekleri şehirde işe yaramayacak, buna karşılık tabelaları takip etmeleri gerekecektir. Anlatıcı tıpkı bu örnekte olduğu gibi modern yaşamın jungle’ında yolunu bulmaya yarayan, faydalı ve ayrıcalık kazandıran kabiliyetlerle donanmıştır. Bu özelliklerden bir kısmı onun günlük hayatını kolaylaştıracak niteliktedir. Üniversite diploması ve kariyeri gibi bazıları ise modern yaşamın farklı alanlarında ayrıcalıklar sağlamaktadır. Anlatıcının entelektüel zekâsı da bu türden bir yetenektir. Doğrusu iş dünyasından kişisel ilişkilere kadar modern yaşamın birçok alanında işe yarayan bu özelliği ile Anlatıcı övünür. Uçakta Tyler Durden ile ilk kez karşılaştıkları sahnede iş seyahatleri için kaldığı otellerde, uçaklarda her şeyin ‘tek kullanımlık’ olduğundan bahseder, hatta arkadaşlıkların bile. Tyler Durden ‘akıllıca’ diyerek karşılık verir. Fakat devamında ‘işe yarıyor mu bari?’ diyerek Anlatıcının şaşırmasına sebep olur. Belki de sahip olduğu ve kendisini ayrıcalıklı kıldığını hissettiği en önemli yeteneğinin gerçekten bir işe yarayıp yaramadığını sorgulamak ve olumsuz bir sonuca varmak korkusu Anlatıcıyı şaşkına çevirir ve tamamıyla çaresiz bırakır. Tyler Durden ‘gülüşünde iğrenç bir çaresizlik seziliyor’ derken bu durumu ifade etmektedir.

Bir araç, araç değilse nedir? Bu soruya verilebilecek belki de tek yanıt ‘hiçbir şeydir’ olacaktır. Bir araca araç olma vasfını kazandıran hedefimizi gerçekleştirmek hususunda bize sağladığı katkıdır. Fakat kapitalizm insan dâhil her şeyi metalaştırmış ve elde edilmesi gereken hedefler haline getirmiştir.

Anlatıcı, Tyler Durden ile tanıştığı uçaktan indiğinde iş seyahatlerinde yanında götürmek için hazırladığı şu mükemmel valizinin güvenlik prosedürleri nedeniyle başka bir şehirde kaldığını öğreniyor. Dairesine geldiğinde büyük bir sürprizle karşılaşıyor ve dairesinin havaya uçurulduğunu öğreniyor. Dairesindeki tüm eşyaları ile birlikte arabasının da kullanılamaz halde olduğunu fark ediyor. Modern yaşamın sorunlarına çözüm bulan her şey elinden alınmış oluyor böylece. Bunun üzerine Anlatıcının telefon kulübesinden Tyler Durden’ı aradığında kendisini hatırlatmak için ‘şu akıllı adam’ derken aslında söylemek istediğini ‘şu çaresiz adam’ olarak yeniden okumak mümkündür. Zira bugüne kadar edindiği tüm donanım elinden alınmıştır.

Anlatıcı Tyler Durden’ı arar çünkü böyle bir durumda hayatta kalmasına yardımcı olacak, modern araçlara bağlı olmayan, onlar olmadığında çaresiz kalmayan bir yol göstericiye ihtiyacı vardır. Tyler Durden tıpkı bir izci gibi ‘faydalı bilgilerle dolu’dur. Atık yağlardan sabun elde edebilmek veya evdeki malzemelerle patlayıcı yapabilmek gibi. Böylece Tyler Durden ‘tarihin ortanca çocukları’ olarak adlandırdığı bir kuşağa rehberlik edecektir.

2. Kişisel Dövüş

Filmdeki kırılma noktası Tyler Durden’ın Anlatıcıdan ona vurmasını istemesi ile gerçekleşir. Bu noktadan sonra Anlatıcının hayatı geriye dönüşü olmayacak bir sürece girer. Uykusuzluk çektiği zamanlarda “ne uyanıksındır ne de uyuyorsundur” diyerek anlatmaya çalıştığı ‘kopyanın kopyasının kopyası’ gibi görünen gerçeklik hissinden uzak hayatında ilk gerçek deneyimini yaşamıştır. Bir önceki sahnede evinin havaya uçurulmuş olması Anlatıcının hayatında gerçek bir deneyime dönüşmemiştir. Bunun nedeni sigorta şirketinin tüm zararı karşılayıp sahip olduğu her şeyi yerine koyacağı bilgisi değildir. Tıpkı edindiği eşyalar gibi bu eşyalar hakkındaki bilgisi ve hisleri de sonradan edinilmiş, öğrenilmiş bilgilerdir. Fakat bedensel acı, insanın doğuştan sahip olduğu ve hayatının sonuna kadar kaybetmediği tek gerçek hissiyattır. Bunun için Dövüş Kulübü bedensel acıyı öncelikle bu gerçekliğin farkına varmak ve gerçek bir deneyim yaşamak üzere kullanır.

Dövüşlerin niyetlerinden bir diğeri ise bedeni yıkmak olarak tespit edilebilir. Bu bağlamda Dövüş Kulübü Antik Yunan ve Roma’nın ‘kamu’ya, modernitenin ‘üretime’ ait gördüğü, günümüzde ise tüketim toplumunun haz ve arzu politikaları ile şekillenen bedeni yıkarak acı aracılığıyla gerçek sahibine geri kazandırmayı amaçlamaktadır. Geleneksel olarak bedensel acı, onu işleyerek ve bazı durumlarda cezalandırarak terbiye etme amacını güder. Dövüş Kulübü’ndeki acı ise bedeni terbiye etmekten uzak, hatta buna sembolik olarak karşıdır.

Aslında Dövüş Kulübü pratiğinin açıkça mazoşist olduğu ortadadır. Kendilerinin de belirttiği gibi “mazoşist, tanımı itibariyle kendi adaletini uygulayan kimsedir. [...] Mazoşist, kastrasyon acısını arzulayan kimsedir; adaletin vereceği cezayı istemektedir, bu yüzden de bu cezayı kendi kendine uygulamayı kabullenmiştir.” Fakat Dövüş Kulübü ne adaleti vaat etmekte ne de cezadan söz etmektedir. “Dövüş bittiğinde hiçbir şey çözülmemişti[r], ama hiçbir şeyin önemi yoktu[r].” Ayrıca Dövüş Kulübü bedenin terbiyesini amaçlamamakta, buna açıkça direnmektedir. Kulüp üyeliğine yalnızca erkeklerin kabul edilmesi hakkında, erillik dişillik bağlamında belirttiklerimizi, bu noktada bir kez daha hatırlayabiliriz. Hedeflenen bedenin yeniden şekillendirilmesi değil, yıkılmasıdır.

Filmdeki ilk dövüşün Anlatıcı ile onun hayalî yansıması olan Tyler Durden arasında yapılmasının mazoşist niteliğinin bir neticesi olduğunu açıkça ortaya koyar. Bizce Anlatıcının ilk dövüşünü kendi ile yapması, aslında Dövüş Kulübü’nde dövüşenlerin birbirleri ile değil, kendileri ile dövüştüğünün bir ifadesidir. Aralarında bir husumet, çözülmesi gereken bir problem yoktur. “Dövüş kulübünde kiminle dövüştüğünüzün hiçbir şahsi yanı yoktur. Dövüşmek için dövüşürsünüz.”

Dövüş Kulübü’nün son kuralı olan “Eğer dövüş kulübünde ilk geceniz ise dövüşmek zorundasınız.” kuralı da dövüşlerin bireyselliğine ve gerçekliğine bir göndermedir. Modern insan onu sarmalayan birçok olayı güvenli bir mesafeden izlemekte ve etkilerine maruz kalsa da inisiyatif almaktan kaçınmaktadır. Böylece modernlerin gerçek bir deneyimden uzak yaşamalarının bir nedeni daha ortaya çıkmış olur. Gerçeklik hissinin kaybolmasında gelişmekte olan dijital teknolojinin de etkisi göz ardı edilemez. Uydu yayınları sayesinde dünyanın diğer ucundaki spor müsabakaları ve törenler, savaşlar ve ayaklanmalar, insanlar ve yaşamlar yanı başımıza gelmekte; salonumuzda yaşanıyormuş gibi evimizi doldurmaktadır. Bu yayınlar aracılığıyla asla gitmediğimiz yerler, şahit olmadığımız olaylar hakkında detaylı bilgi sahibi olabiliriz.

Fakat dövüş kulübünde iseniz yalnızca neler olup bittiğini izlemek için orada bulunamazsınız. Olayın içinde olmak zorundasınızdır. Dövüşlerin yapıldığı bodrum katlarında gösteriler sergilenmemektedir. Dövüşmek, gerçek bir yumruk yemek, uydudan iki saniye gecikme ile izlenen boks karşılaşmalarına benzemez. Canlı yayında izlenen ayaklanmalardan da farklıdır. Aynı şekilde sokağımızda olup biten olayları camdan izlemek ve olduğumuz yerden desteklemekle de anlaşılamaz. Çünkü bu bizim bedenimiz ve bizim kurtuluşumuzdur. Bir başkası bizim adımıza bu kurtuluşu gerçekleştiremez. Biz ise olanlarla aramızdaki güvenli mesafeyi aşmadan, bir başka deyişle olanların bir parçası haline gelmeden hiçbir şey yapmış sayılmayız.

Bu nokta Dövüş Kulübü’nün diğer devrimci hareketlerle olan ayrılığını ifade eder. Ayrıca, filmi neden faşist olarak niteleyemeyeceğimizi de aydınlığa kavuşturur. “Faşizmin en belirgin özelliklerinden birisi, ideal sosyo-politik düzeni kurgularken bireyden hareket etmemesidir; diğer bir ifadeyle, bireyi temel aktör olarak görmemesidir.” Oysa Dövüş Kulübü temel çıkış noktası olarak bireyi alır. Ayrıca faşizm tam insana/mükemmel insana ulaşmak için çabalamaktadır. Dövüş Kulübü ise bunun bir sanrıdan ibaret olduğunu ve asıl olanın kendini yıkmak olduğunu dile getirir. Yine faşizm insanı “ancak toplumun bir parçası olması hasebiyle bir değer, anlam ve işlev kazanmasından itibaren tanımlayan “organizmacı” ve “dayanışmacı” toplum anlayışının hâkim olduğu” bir ideolojidir. Fakat Dövüş Kulübü’nde organların birinci ağzından konuşmaları her ne kadar organizmacı toplum anlayışını simgelese de burada dayanışmanın aksine bu organların yıkım potansiyelleri değer kazanır; “Ben Jack’in kalın bağırsağıyım, istersem kanser olur, Jack’i öldürürüm.”

3. Uygarlıkla Kişisel Dövüş

Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk’ın kişisel tarihinin eserlerine etkisi oldukça çoktur. Aile geçmişindeki travmatik şiddet olayları, tatil için gittiği bir kampta çıkan kavgada aldığı yaralara etrafındakilerin ilgisiz kalması, bir bakımevi için yaptığı hasta refakatçiliği ve dayanışma grubu gözlemleri not edilmesi gereken olaylardır. Bunlar arasında çalışmamız itibariyle en kayda değer olanı yazarın ‘Kakofoni Topluluğu’ üyeliği ve dolayısıyla edindiği deneyimlerdir.

Robert Louis Stevenson İntihar Kulübü isimli romanında kendilerini yok etmek amacıyla biraraya gelen bir grup öğrencinin hikâyesini kaleme almıştı. Stevenson’ın bir diğer romanı olan Dr. Jekyll ve Bay Hyde ise bu değerler ile çekişmeyi, aynı bedende yaşayan karşıt karakterler ile anlatmaktadır. Yazıldığı dönemin burjuva değerlerine eleştiriler getiren bu romanlar aynı zamanda Dövüş Kulübü’ne de ilham kaynağı olmuştur. Kakofoni Topluluğu‘nun kuruluşu da bugün dağılmış olan San Francisco’daki İntihar Kulübü’nün eski üyeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu topluluklar da aynı amacı gütmekte, yaptığı eylemlerle toplumsal değerlere saldırmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 38 eyalet ve Amerika dışında 11 ülkede karşımıza çıkan Kakofoni için birbirleri ile bağlı ama diğerlerinden bağımsız organik topluluklar şeklinde yapılandığını söyleyebiliriz. Çoğunlukla entelektüellerden meydana gelen topluluk üyeleri eylemler vasıtasıyla biraraya gelmektedir ve bu zamanlar dışında herhangi bir birliktelik söz konusu değildir. Topluluğun eylem biçimleri ise alışılmış yöntemlerin oldukça dışındadır. En çok akılda kalan eylemleri topluluk üyelerinin Noel Baba kıyafetleri ile şehrin sokakları ve alışveriş merkezleri gibi mekânlarında dolaşmaları, koşmaları, şarkı söylemeleri, gürültü yapmaları vb. günlük, sıradan davranışlarda bulunmalarıdır. Bu eylemlerde bir slogan söz konusu değildir.

Kakofoni Topluluğu’nun eylemleri suç barındırmamaktadır. Bununla birlikte uygar davranışı ihlal ederler. Kendi istekleri doğrultusunda, bize göre ‘yabancı’ olarak tanımladığı durum haline gelirler. Bir süreliğine şehri bir ‘karnaval’ havasına büründürürler. Topluluğun eylemleri ile meydana gelen durum uygarlığa bir anlamda ‘kısa devre’ yaptırmaktadır. Dolayısıyla bu türden durumlarla karşı karşıya kalan kent sakinleri ortada bir gariplik görmekle birlikte olanlara bir anlam vermekte zorlanmaktadır. Polis ise ortada ne bir talep ne de bir suç unsuru olması karşısında nasıl davranması gerektiği konusunda bir şaşkınlık yaşamakla birlikte durumdan rahatsız olmaktadır ve çoğu zaman eylemlere müdahale ederek sonlandırılmasını talep etmektedir. Kakofoni Topluluğu’nun eylemleri ile bir anlamda iktidara -tabiri caizse- ‘nanik’ yaptığını dile getirebiliriz.

Başka şartlarda birbirlerinden bağımsız olarak son derece sıradan olan davranış biçimlerinin bu yolla biraraya gelmesinin iktidarı rahatsız etmesi kayda değer bir durumdur. Bu hususta önemli unsurlardan birisi bir raya getirilen ögelerin bağlamlarından koparılmış olmasında aranabilir. Örneğin Noel zamanı tüketim kültürünün bir elemanı olarak Noel Baba kostümlü kişiler görmek normalken, yılın ortasında aynı kostümlerle günlük hayatlarını sürdüren insanlara rastlamak tehdit olarak algılanıyor.

Bazı açılardan farklılıklar göstermekle birlikte uygarlık için oluşturdukları tehdit bağlamında birinci bölümde tanımlamaya çalıştığımız anlamıyla bir şiddet içermeleri dolayısıyla Kakofoni Topluluğu’nun eylemleri ile birlikte anılması gereken bir başka eylem biçimi de ‘sivil itaatsizlik’tir. Aslında en belirgin özelliğinin şiddet içermemesi olduğu belirtilen sivil itaatsizliğin burada bir tür şiddet olarak adlandırılması kafaları karıştırabilir. Fakat her iki eylem türü de fiziksel şiddete başvurmamalarına rağmen iktidar için tehdit olarak algılanmaktadır. İktidar için oluşturdukları bu tehlike dolayısıyla bunları şiddetli durumlar olarak değerlendirmek mümkündür.

Kakofoni Topluluğu’nun eylem biçimleri ile sivil itaatsizlik eylemleri arasında birtakım farklar olduğunu belirttik. Burada belirtebileceğimiz en önemli fark, sivil itaatsizlik mevcut bir yasaya uymamak biçiminde gerçekleşirken, Kakofoni Topluluğu’nun eylemlerinde herhangi bir yasanın çiğnenmemekte olmasıdır. Bir diğer önemli fark ise birincinin uymamakla gerçekleşen pasif direnişine karşılık ikincilerin aktif olarak eyleme geçmeleridir.

Dövüş Kulübü de üyelerini aktif olmaya yönlendirir. Tyler Durden bunu öncelikle kendisi hizmet sektörünün çeşitli dallarında çalıştığı işlerde yaptığı çeşitli sabotajlarla gerçekleştirir. Dövüş Kulübü’nün üyeleri ise Tyler’ın verdiği çeşitli ev ödevlerini yerine getirerek uygarlığın ‘güvenli’, ‘tanıdık’ düzenine saldırırlar. Ev ödevlerinden ilki ve daimi olanı, yani üyenin tanımadığı birisi ile dövüş başlatmak için bir bahane bulması ve sonuçta dövüşü kaybetmesi, kulübe üye olmayanları da harekete geçirmeyi amaçlamaktadır. Anlatıcının dövüşmek istediği tarihi karakter olan Gandhi’ye özel bir vurgu yapılmasının nedeni de pasif direniş yöntemine olan itiraz ve buna karşı salık verilen aktif eylem biçimidir.

Özellikle yöntem konusunda beliren bu türden bazı farklarla birlikte Sivil İtaatsizlik, Kakofoni Topluluğu ve Dövüş Kulübü arasında temel bir benzerlikten bahsedebiliriz. Nihai tahlilde her biri politik konumlanışlar, tavır alışlar olmakla birlikte her üçü de toplumun bir kesimini diğerlerinden ayrıştırmak ve ötekileştirmek yoluna gitmez. Bu düşüncede mevcut durumdan memnun olmamak ve bunu dile getirmek bir mazlum söylemini, bir intikam ruhunu beraberinde taşımaz. Farklılıkların farkında olmak bu farklılıkların bir çatışma unsuruna dönüşmediği bir diğerini kabul edişle birlikte var olabilir.

Kakofoni Topluluğu’nun sloganı “Zaten bir üye olabilirsiniz!”dir. Dövüş Kulübü üyelerinin ilk ev ödevinin bir diğer amacı da bu üyeliğe farkındalık yaratmaktır. Çünkü filmin söyleminde her kesimden insanlar bir şekilde modernitenin olumsuz etkilerine maruz kalmıştır. Bunun için kulübün üyeleri beyaz yakalılardan vasıfsız çalışanlara kadar toplumun değişik katmanlarındaki kişilerden meydana gelmektedir. Hatta Tyler Durden’ın ev ödevlerini ilan ettiği toplantıda dövüştüğü ve kaybettiği bar sahibi Lou, kusursuz bir sermaye sahibi imgesidir ve O da kulübe davet edilir. Bu durum, anarşist düşüncede dile getirilen, ‘iktidar sahipleri de ellerinde tuttukları zincirlerle bağlıdır’ diyerek özetleyebileceğimiz görüşlerle bir paralellik arz etmektedir.

Daha kapsamlı ev ödevleri ise doğrudan kişilerden ziyade toplumun kendisine saldırmaktadır. Kakofoni Topluluğu’nun eylemlerinde kişilerin kendilerini bir süreliğine bilinçli olarak ‘yabancı’ konumuna getirdiğinden bahsetmiştik. Dövüş Kulübü üyeleri de dövüşlerde aldıkları yaralar ile sürdürdükleri günlük hayatlarında bu görüntüleri ile diğerleri için birer ‘yabancı’ haline gelmektedirler. Kargaşa projesinin amacı da gerçekleştirdiği değişik türden eylemlerle, ki bir sanat eserini havaya uçurmaktan güvercinlere müshil ilaçlı yem yedirmeye; bir binaya beş kat boyunca alevden bir gülen surat çizmekten otomobillerin hırsız alarmları ve hava yastıklarını çalıştırmaya dek uzanan farklılıktaki eylemlerle, uygarlığın kendisini bir yabancı haline getirmektir. Düzenin kendisinin yabancılığı, dolayısıyla güvensizliği insanların hayatta kalmak için, yani filme göre sahip oldukları tek gerçek şey olan hayatlarına sahip çıkmak için harekete geçmelerine ve gerçek tepkiler vermelerine neden olacak bir ortam sunmaktadır. Ayrıca Kargaşa Projesi üyelerine öfkelerini kızgınlıklarının gerçek sebebi olan uygarlığa yönlendirebilmelerine olanak sağlamaktadır.

4. Uygarlıkla Toptan Dövüş

Devrim fikri modern düşüncede önemli bir yere sahiptir. Dahası modern zamanlara ait bir düşüncedir. Eski çağlarda zaman döngüsel bir süreç olarak tasavvur ediliyordu. Bu, doğanın belirli bir düzen içerisinde işlemesinden ortaya çıkan bir algıdır. Bu duruma uygun olarak tıpkı doğa gibi insan hayatı da bu çembersel süreci takip ederdi. İnsanlar atalarından devraldıkları düzeni devam ettirirlerdi. Bu algı yeniliğin olmadığı bir dünya görüşünü beraberinde getirir. Hıristiyan Mesihçiliği ile birlikte bu anlayış değişmiş, modern zihin yapısını da mümkün kılacak biçimde düzçizgisel, ilerleyen bir zaman tasavvuruna kavuşulmuştur. İnsanın muktedirliği fikri ile birlikte ilerlemeci zaman anlayışı, toplumların mühendislik bir akıl yürütme ile şekillendirilmesi gerektiği fikri dolayısıyla devrimler yapmak için gerekli düşünsel imkânları oluşturmuştur. Her ne kadar günümüzde reklam sektörünün elinde içi son derece boşaltılmış olsa da, -artık piyasaya sunulan her yeni ürünün devrim niteliğinde bir buluş olduğu iddia edilmektedir-, devrim fikri köklü bir dönüşümü ifade eder. Devrimle gerçekleştirilecek esaslı dönüşümle birlikte artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır.

Devrim fikrinin kökenindeki anlamlar ile günümüzde çağrıştırdığı anlamlar arasındaki ilişkinin tuhaflığını terimin türetildiği sözcüklerde bulabiliriz. Devrim teriminin ‘devirmek’ sözcüğü ile olan yakınlığı aşikârdır. Mevcut olanı alaşağı etmek devrimlerin en belirgin ifade ediliş biçimidir. Kavramın ilişkili olduğu bir diğer sözcük olan ‘devir etmek’ ise devrimin bir başka yönüne işaret eder; yıkılanın yerine eskisinden farklı nitelikler arz eden yeni bir düzen kurmak. İkinci anlam yakınlığı devrimin ilerleme fikri ile bağını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Devrimler artık devinmeyen, hantallaşmış bir sistemi devirerek toplumsal ilerlemenin dinamiklerini harekete geçirme, ona yeniden hız verme çabasının ürünüdürler. Marx, Anarşistleri yerine ne koyacağını bilmeden yıkmak ile suçlardı. Anarşistler ise devrimin yok etmeyi amaçladığı şeyleri yeniden üretmemesi gerektiğini dile getirirler.

Dövüş Kulübü’nde devrim olarak nitelendirilebilecek olay ise finans merkezlerinin yıkılması girişimidir. Bu olay aslında, öncesinde Dövüş Kulübü ve devamında Kargaşa Projesi ile başlayan bir devrimin kırılma noktasını oluşturmaktadır. Mevcut ekonomik düzende tüm borç ve kredi kayıtlarının tutulduğu binaların çökertilmesi, sistemin de yıkılması sonucunu doğuracaktır. Fakat devrimden sonra ortadan kaldırılan düzenin yerine bir yenisi inşa edilmez. İnsanlar arasında barışçıl ilişkilerin türeyeceği de varsayılmaz. Devrimin amacı uygarlık düşüncesinin kendisini yıkmaktır. İnsanın doğadaki diğer canlılar arasında bir türden başkası olmadığı, doğanın bir parçası olduğu bir dünyayı düşler, bu düş doğaya tam bir teslimiyeti dile getirir. Ayrıca yıkım sonrasında insanlar arasında ilişkilerin nasıl olacağı hakkında bize bir şey söylemez.

Filmde Anlatıcı ‘her şey yoluna girecek’ dedikten hemen sonra binalar yıkılmaya başlar. Kitapta ise patlayıcıların yapımında kullanılan parafin maddesi nedeniyle yıkım gerçekleşmez. Bu noktada film kitaptan ayrılıyormuş gibi görünür. Devrimin gerçekleşme anı konusunda bir farklılık olsa da, devrimin kaçınılmazlığı konusunda aynı yorum yapılamaz. Kitapta Anlatıcının kendini vurduktan sonra gözlerini açtığı ve cennet olarak adlandırdığı yer açıkça bir hastanedir. Bu yerde görevli personel zaman zaman kendisine Kargaşa Projesinin devam ettiğini ve uygarlığın yıkımının çok da uzak olmadığını fısıldamaktadır.

Devrimin kaçınılmazlığına bir başka vurgu ise filmin önceki sahnelerinde durumun farkına varan Anlatıcının, Kargaşa Projesine son vermek üzere militanlara verdiği talimatın reddedilmesi ile belirginleşir. Buna alacağı cevap hadım edilmesi girişimi olur. Militanlar için Anlatıcı ile Tyler Durden karakterinin bir farkının olmadığını hatırlarsak, liderin iktidarını elinden alma girişimi, başlamış bir süreç olarak devrimin önünde liderin dahi duramayacağını dile getirir gibidir. Hiç kimsenin eşsiz bir kar tanesi olmadığını belirten film, Tyler Durden’ı da bunun dışında tutmamıştır. Filmin, gerçekleşecek devrimin bir kişi veya zümreye bağlı olmadığını, olmaması gerektiğini savunduğunu söyleyebiliriz böylece.

Dövüş Kulübü daha önce de belirttiğimiz gibi toplumun değişik kesimlerinden insanları biraraya getirmektedir. Fakat Anlatıcının bir ‘beyaz yakalı’ olması, her ne kadar toplumsal sınıfların günümüzde ortadan kalktığı tartışılsa da, bu kesime özel bir önem atfedildiği anlamına gelebilir mi? Marx’ın devrimi gerçekleştirecek sınıf olarak işçileri görmesine benzer bir biçimde Dövüş Kulübü aynı potansiyelin artık ‘beyaz yakalı’larda olduğunu savunmaktadır diyebilir miyiz? Filmin Marksist analizi bu çalışmanın konusunu aşmakla birlikte bu soruları tartışılmaya değer bulduğumu belirtmeliyim.

Marx kapitalizm analizini emek gücünün ve sanayi kapitalizminin yoğun olduğu bir dönemde yapmıştı. Fakat iktisadi koşulların dönemlere göre farklılık göstereceğini dile getiriyordu. Tüketimin egemen konuma geçmesi ile hizmet ve finans sektörlerinde çalışanların sayısının artması, yani kapitalizmin yeni bir biçimde işliyor olması neticesinde klasik anlamda sınıf yapılarının bozulduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum insanların başka platformlarda ortak düşüncelerle biraraya gelmesine engel olmadı. Bununla birlikte belki de en kayda değer fark, yeni grupların devrimi gerçekleştirecek entelektüel birikime sahip olmasıdır. Ayrıca değişik iş kollarında çalışan insanların biraraya gelmesi de hareketi güçlendirebilecek bir unsur olarak anılabilir.

Bununla birlikte filmin şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde uygarlığın yıkımının kaçınılmazlığını dile getirdiğini söyleyebiliriz. Dahası bu yıkıma sebep olacak olan bizatihi uygarlığın kendisidir. Tyler Durden karakterinin Anlatıcının şizofren bir yansıması olması, gerçekleşecek yıkımın modernitenin karanlık yüzü olmasını anlatır. Finans merkezlerinin yıkımında kolayca temin edilebilecek güçlü patlayıcılar yerine sabun kullanılması da, uygarlık fikrinin temellerindeki sabunun yıkımın asıl sebebi haline gelmesini simgeler. Böylece diyebiliriz ki Dövüş Kulübü, modern uygarlığın temel varsayımları dolayısıyla en başından bu yana kendi sonunu hazırlayan bir süreç olduğunu anlatmaktadır.

İbrahim Karabiber

ikarabiber27@gmail.com

Yazarın öteki incelemeleri için tıklayınız.

SanatLog’un Alfred Hitchcock Arşivi

Aşağıda Kasım 2024′de kuruluşundan bugüne değin SanatLog’da yayımlanan Alfred Hitchcock yazıları yer alıyor ve söz konusu yazı ve kritikler 50 civarında film yöneten bir “auteur” için hiç fena sayılmaz… İlgili bağlantıya tıklayarak yazılara ulaşabilirsiniz; ama önce sert bir kahve almayı unutmayınız…

…İyi “okumalar”…

SanatLog Kültür Sanat

sanatlog.com

Kusagami (Orhan Miçooğuları)

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (2. Analiz)

Alfred Hitchcock’un “Rope” Filmi – (2. Analiz)

Alfred Hitchcock Klasikleri (1) – Lifeboat (1944)

Alfred Hitchcock Klasikleri (3) – To Catch a Thief (1954)

Alfred Hitchcock Klasikleri (4) – Strangers on a Train (1951)

Alfred Hitchcock Klasikleri (5) – Downhill (1927)

Alfred Hitchcock’un Psycho’su – 3. Analiz


Salim Olcay

Alfred Hitchcock’un “Rope” Filmi – (1. Analiz)

Calderon de la barca (Seçim Bayazit)

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (3. Analiz)

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Psycho’su (4. Analiz)

İbrahim Karabiber

Alfred Hitchcock’un Psycho’su – 1. Analiz

Hakan Bilge

1 Film 3 Analiz: Alfred Hitchcock’un Vertigo’su (1. Analiz)

Alfred Hitchcock’un Psycho’su – 2. Analiz

Alfred Hitchcock’un “Rope” Filmi – (3. Analiz)

Alfred Hitchcock Klasikleri (2) – Rear Window (1954)

Alfred Hitchcock Klasikleri (10) – Shadow of a Doubt (1943)

 Gerilim ve Korkunun Mimarı: Alfred Hitchcock

The Birds Üzerine Bir Kitap

Erkan Erdem

Alfred Hitchcock Klasikleri (6) – Rebecca (1940)

François Truffaut-Alfred Hitchcock Söyleşisi

Melike Karagül

Film Müzikleri Üzerine Düşünceler (2) – Alfred Hitchcock & Bernard Herrmann

Persona

Alfred Hitchcock’un En İyi Filmleri

 

sanatlog.com

p class=”MsoNoSpacing” style=”text-align: center;”

İklimler (2006, Nuri Bilge Ceylan)

“Bahar niye ağlıyosun güzelim ya?

İçimde büyük bir potansiyel hissediyorum… Değişeceğime dair.”

Nuri Bilge Ceylan’ın 2024 yılındaki filmi İklimler, üniversitede sanat tarihi hocası olan İsa ve dizilerde sanat yönetmeni olarak çalışan ve kendisinden yaşça daha genç olan Bahar’ın birbirlerine uymayan farklı iklimlerini ve gel-gitli ilişkilerini konu alır. Film, yaz mevsimi ile ve iki sevgilinin Kaş’ta yaptıkları tatil ile başlar. Ancak ilişkilerinin pek yolunda gitmediğini anladığımız İsa ve Bahar ayrılırlar. Buradan İstanbul’daki sonbahar mevsimine geçtiğimizde İsa’nın yalnız yaşamını, Bahar’la birlikteyken de hayatında olduğunu anladığımız Serap’la ilişkisini görürürüz. Serap’tan Bahar’ın Ağrı’daki bir dizi setinde sanat yönetmeni olarak çalıştığını öğrenen İsa, Ağrı’ya gider. Filmin üçüncü bölümü İsa ve Bahar’ın Ağrı’daki günlerini anlatır. Bahar’la yeniden birlikte olmak isteyen İsa onu iknaya çalışır, ama Bahar önce buna pek sıcak bakmaz. Ancak daha sonra, İsa ile İstanbul’a dönmeyi kabul ederek, İsa’nın kaldığı odaya gider. Bahar’ı yeniden elde edebileceğini anlayan İsa ise kayıtsız bir biçimde İstanbul’a tek başına geri döner.

Filmin başında İsa, üniversitedeki dersinde kullanmak üzere, antik harabelerde fotograf çekmekte, sıkıldığı belli olan Bahar ise onu izlemektedir. Bahar ve İsa arasındaki uzaklığın ve mutsuzluklarının izlerini veren bu sekans, Bahar’ın yakın planda sessizce ağlayan yüzü ile anlamlanır. Bahar, bir tepeden İsa’ya bakarken, Bahar’ın öznelinden, antik şehrin çıplak ve yüksek kolonları altında İsa, genel planda, kim olduğu belli olmayacak kadar uzakta olan bir figür gibi görünür. İsa’nın bu görünümü ve karede yer alan uzam, Bahar ve İsa arasındaki uzaklığın bir karşılığı olarak görülebilir.

 

Bahar ve İsa arasında varolduğunu hissettiğimiz uzaklık ve gerilim, bir arkadaş ziyaretinde kendini daha fazla hissettirir hatta gün yüzüne çıkar. Kaş’ta yaşayan evli bir çiftin evlerinin bahçesinde yenen bir yemek sonudur. Serinleyen hava yüzünden İsa, Bahar’dan hırkasını giymesini ister, Bahar üşümemektedir, İsa ısrar eder, ancak Bahar’ın sert tepkisiyle karşılaşır. Belli ki Bahar, İsa’nın bu korumacı ve müdahaleci tavrından rahatsızdır. Ayrıca varlığını hissettiren bir başka problem ise, İsa ve Bahar arasındaki yaş farkından kaynaklandığını düşündüğümüz farklı beklentiler meselesidir. Bahar, çocuksu bir coşkuyla ve birdenbire, denize girmek istediğini söyler ancak İsa’yla aynı yaşlarda olan Arif’in ve İsa’nın onu garipseyen, reddeden hatta bu isteğini biraz da gençliğine verdiklerini ima eden tavırlarıyla karşılaşır. İki sevgilinin beklentilerindeki farklılıkları betimleyen bir başka sahne ise, Bahar’ın deniz kıyısında güneşin altında uyuduğu için fazlasıyla terlemiş yakın plan yüzüyle açılır. İsa, denizden gelir, onu öperek uyandırır ve sevdiğini söyler. İsa, Bahar’ın vücudunu kumlara gömer, iki sevgili gülüşmekte, şakalaşmaktadır. Ancak İsa, birdenbire Bahar’ı boğmak istercesine yüzünü de kuma gömer, Bahar bir çığlıkla kalkar ve böylece bunun aslında bir rüya olduğunu anlarız. Gerçekte, Bahar, sahnenin başında da gördüğümüz üzere uyuyakalmıştır. Ancak İsa, onun yanında uzanmış kitap okumaktadır ve Bahar’ın güneşin altında uyumasını tehlikeli bir davranış olarak betimlemekle yetinir. Yani Bahar’ın rüyasında gördüğü ve aslında rüyanın başında gördüğümüz şekliyle belli ki aslında olmasını istediği ilgili ve mutlu İsa ile gerçekteki İsa arasında derin farklılıklar vardır. Bahar, uyandığında, rüyasındaki umulan sevgi dolu İsa’dan bambaşka, kayıtsız ve uzak gerçek bir İsa’yla karşılaşmıştır, ondan uzaklaşarak önce denizin kumsalla birleştiği yere gider ve bir süre oturur daha sonra ise denize girer. Aynı zamanda, rüyanınn sonunda İsa’nın Bahar’ın yüzünü de kumlara gömmesi ve bu görüntünün bir mezarı andırması, İsa tarafından Bahar’ın varlığının giderek yok sayılmasının ve istenmezliğinin bir karşılığı olarak değerlendirilebilir. Bu rüya, aslında film boyunca sıklıkla vurgulanan, Bahar’ın İsa tarafından reddedilen kimliğinin, kabul edilmezliğinin, görsel bir tezahürüdür. Yönetmen, filmin başında gördüğümüz, iki sevgilinin ruhsal uzaklıklarını betimleyen antik şehir sahnesine benzer bir biçimde ancak bu kez, Bahar’ı, genel planda konumlandırır. İsa’nın gözünden Bahar, dalgalar içinde ufak ve tanınmaz bir figür gibi görünür İsa, onu izlerken, bir yandan da Bahar’dan ayrılma konuşması pratikleri yapar. Konuya nasıl gireceğini bilemeyen İsa’nın sözleri yarım, bölük pörçük ve aslında biraz da yapay ve yüzeyseldir. İsa, bir monologu andıran bu konuşmayı yaparken, bedenini hafifçe arkaya doğru yaslar ve onun bıraktığı boşlukta bir anda Bahar görünür. Denizde olan Bahar’ın, an ve uzam düşünüldüğünde o anda orada bulunabilmesi elbette imkânsızdır. Ancak bu, bir önceki rüya sahnesine benzer bir biçimde gerçek olan ve olmayanı, umulan ve beklenen, ama gerçekleşmeyeni ya da tam tersi bir biçimde tasavvur edilen, kararlaştırılan ve bir eyleme dönüşebileni bir araya getirir. Rüyadan gerçeğe geçişin ani ve keskin oluşu gibi, bir deneme ile başlayan ve muhatabına ulaşmamış konuşmanın bir anda gerçek ve keskin bir diyaloga dönüşmesi de bu açıdan anlamlıdır. Ayrıca, ayrılmak isteyen İsa olmasına rağmen, aslında ifade biçimi ve tavırlarıyla, kararından ya da bu kararın getirebileceği olası sonuçlardan da tedirgin görünmektedir. Ancak, İsa’nın bu konuda net ve kendinden emin bir ifade çizmeyişini destekler bir biçimde, onun muğlaklığı, kararsızlığı ve bir türlü ne istediğini bilemeyişi, film boyunca karşımıza çıkan bir öğe olacaktır. Ayrıca Bahar ve İsa arasındaki uzaklığın bir başka nedeni ve Bahar’ın kırgın duruşunun ana ekseni ya da temel sebebine dair ipucu da yine bu bölümde verilir. Anlaşılan o ki, İsa, Serap adında bir kadınla beraber olmuştur. Bu İsa için önemsiz bir mesele gibi görünürken, Bahar için önemlidir. Bahar ayrılma sebebinin İsa’nın Serap’a geri dönmek isteği olduğunu sanır. Oysa İsa’ya göre sebep bu değildir. İsa’nın garip veda konuşması boyunca İsa, yine görüşebileceklerini, birlikte yemek yiyip sinemaya gidebileceklerini ve Bahar’ın genç ve güzel olduğunu, eğer isterse elli sevgili birden bulabileceğini söyler. Bahar, sanki beklediği bir konuşmayı dinler gibi görünmüş, reddetmemiş ve ayrılığı sert, emin ve açık bir tavırla kabullenmiştir. İsa’yı bir daha görmek istememektedir ve onun arkadaş kalma önerilerini de reddeder. İsa, Bahar’ın bu tavrını da garipser. Ancak bu sahnede verilemeyen tepki ve kızgınlık, bir sonraki sahnede açığa çıkar. Bahar ve İsa, motosikletle dönerlerken, arkada oturan Bahar, motoru kullanmakta olan İsa’nın gözlerini elleriyle kapatır, motor devrilir ve ikili ufak bir kaza geçirir. Bir enkaza dönüşmüş ilişki, fiziksel olarak da devrilen çiftle anlam kazanır. Bahar ve İsa, aslında İsa’nın değil, Bahar’ın istediği biçimde kesin olarak ayrılır ve bir daha görüşmezler, en azından şimdilik. İsa, Bahar’a ve çevresine olan tavırlarıyla aldırmaz ve bencil bir kişilik çizer. İleride de göreceğimiz şekliyle bu film aslında kadın-erkek ilişkisinden çok, İsa’yı anlatır denebilir. Onun hayata ve insanlara olan yabancılığı, yalnızlığı filmde nedensiz göründüğünden, daha çok zaaflarının yönlendirmesiyle hareket eder gibidir.

 

Serap ve Bahar aslında İsa’nın kadınlara ve aşka bakışını betimleyen iki unsurdur. Serap’ın güçlü, yaşça Bahar’dan daha büyük, giyimi ve tarzıyla iddialı, kendinden emin çekici bir kadın olarak çizilmesi, oysa yaz sekansında gördüğümüz şekilde Bahar’ın ne zaman ne yapacağı belli olmayan şımarık bir kız çocuğu gibi resmedilmesi, ama fiziksel görünüşü ve tarzıyla Serap’tan farklı bir biçimde daha sade görünmesi, filmde İsa’nın iki farklı ruhunun, kararsızlığının, hayattan ne beklediğini bilmezliğinin iki zıt ucunun görünümüdür. Aslında bu film, ilişkilerin değil, İsa’nın bencilliğinin, maçoluğunun filmidir. İklimler, Ceylan’ın daha önceki filmlerinde gördüğümüz aidiyet sorunsalının dışında, İsa’nın ruhunun güdüklüğünü, sapa bir taşra olarak kalmışlığını anlatmayı dener belki, ama İsa’nın meselesini bir türlü göremediğimiz ve buna vakıf olamadığımız için, bu, filmde oldukça silik kalır.

Bahar’ın kendi dışında çok uzaklarda hayatına devam edebildiğini öğrenen İsa için Bahar artık bir arzu nesnesine dönüşür. Filmin geri kalan kısmında ise İsa’nın Ağrı’ya olan yolculuğu ve ikili arasındaki yine de olamayan ilişkiyi anlatılır. Bu kez mevsim kıştır ve pastoral kar manzarası eşliğinde yeni bir dönemeci görürüz. İsa’nın her iki kadınla da ilişkisini kendisine garip bir iktidar alanı açarak sürdürmesi, olaylara apayrı bir boyut katar. Ancak filmde Bahar’ın da Serap’ın da, İsa’nın ruh ikliminin farklı görünümlerini sergilemeye yarayacak iki ucu simgelemelerinin ötesinde bir işlevlerinin ve derinliklerinin olmayışı, bu sözü bize çarçabuk unutturur. Ceylan bu filmle iletişimsizliğe, kadın erkek ilişkilerindeki oynak ve derin çizgilere, maalesef ancak teğet geçebilmiştir.

 

Ceylan’ın Türk Sineması’na en büyük armağanı, filmlerinde otobiyografik olandan yola çıkmakla birlikte, bunu tarihsel ve toplumsal bilinçaltımıza yönelik bir arayışın, eleştirinin nesnesi kılabilmesinde gizlidir. Modern insanın yalnızlığını kentle ilişkilendirerek evrensele taşıyabilen Ceylan, İklimler’de yalnızlık ve iletişimsizliği ele alsa bile, ne yazık ki, bunun hakkında pek az şey söylemiş, yalnızca etrafında dolanabilmiştir. Elbette filmin bütününde Ceylan’ın estetize kompozisyonları yine başarılı olmakla birlikte, biçimin ancak içerikle anlam kazandığını söylemek gerekir. Bu estetik kaygısının uyuştuğu sahneler ve planlar ise özellikle filmin başlangıç ve bitiş sekanslarıdır. Bahar’ın fotograf çeken İsa’yı sevgiyle izlediği ancak sonra ağlamaya bağladığı sahnede İsa’nın genel planda, yüksek kolonlar altında ufak ve yabancı bir figür gibi görülmesi, aralarındaki uzaklığın görsel bir yansıması olur. Filmde Bahar’ın rüya sahnesinde toprağa gömülmesi, İsa’nın onu görünmez kılmaya çalışması ile ilişkili olduğu kadar, filmin son planında yağan kar altındaki Bahar’ın yavaş yavaş ekrandan silinmesi, aynı tutuma bir gönderme yapar. Önce siluet olan, ardından kaybolan Bahar’la, bir ölü gibi kumlar altına gömülen Bahar arasında elbette bir koşutluk vardır. Ya da Ağrı’da uzaklardaki Bahar’ı puslu bir camın ardından izleyen İsa’nın aralarındaki uzaklığı, bu cam, estetik bir görsellik içinde verir.

Kaynakça

1- http://www.imdb.com/title/tt0498097/

2- http://www.nbcfilm.com/iklimler/

3- http://lilokpelikula.wordpress.com/2008/02…-climates-2006/

4- http://www.spiritualityandpractice.com/fil…ms.html?id=16150

İbrahim Karabiber

ikarabiber27@gmail.com

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Alfred Hitchcock’un Psycho’su - 1. Analiz (İbrahim Karabiber)

Marion (Janet Leigh) ve sevgilisi Sam (John Gavin), evlenmek istedikleri halde, evlilik için yeterli paraları olmadığı için evlenemezler. Marion’un patronu banka hesabına yatırması için 40 bin dolar verince, Marion parayı çalar ve Phoenix’i terk eder. O geceyi yol üzerinde bir motelde geçirecektir. Marion ile arkadaş olan motelin genç sahibi Norman Bates (Anthony Perkins), Victoria döneminden kalma büyük bir konakta, hasta ve zor bir kadın olan annesiyle birlikte yaşadığını anlatır ve Marion’u eve davet eder. Marion gece yatmadan önce duş alırken yaşlı kadın ansızın ortaya çıkar ve duştaki Marion’u bıçaklayarak öldürür. Dakikalar sonra ortaya çıkan Norman büyük bir soğukkanlılıkla yerdeki kan izlerini temizler ve Marion’un cesedini kucağına alarak, kızın arabasının bagajına yerleştirir. Sonra da arabayı yakındaki göle doğru sürerek gölün çamurlu sularının cinayet kanıtlarını yutmasını izler. Kaybolan kızı izleyip, bulmayı üç kişi üstlenmiştir. Lila (Vera Miles), Sam ve parayı bulmakla görevlendirilen sigorta müfettişi Arbogast (Martin Balsam)… Arbogast’ın araştırmaları onu motele götürür. Orada Norman ile konuşur ama Norman’ın onu annesiyle tanıştırmayı kabul etmemesi kuşkularını çoğaltır ve yaşlı kadınla konuşmak için eve gizlice girer. Merdivenlerden ilk kata çıkar ama tam adımını döşemeye attığı anda bıçaklanarak öldürülür ve cesedi merdivenlerden aşağı yuvarlanır. O sırada Lila ve Sam, kasabanın şerifinden Norman Bates’in annesinin öldüğünü ve sekiz yıl önce gömüldüğünü öğrenirler. Motele giderler. Lila evi aramaya kalkışınca, ölümden zor kurtulur. Mücadele sonunda, Norman’ın çift kişilik taşıyan, şizofrenik birisi olduğu ve ölmüş annesini temsil ederken de insan öldürmeye eğilimli bir manyak olduğu açığa çıkar.

 

 Alfred Hitchcock pek çok röportajında, “Sapık gülmek için yapılmış, eğlenceli bir filmdir” der. Filmi ilk defa görenler ve efsanevi duş sahnesini izleyenler, Hitchcock’un bu sözleri üzerine, onun tuhaf bir eğlence anlayışı olduğunu düşünürler. Ama ikinci ve daha sonraki izlemelerde, seyirci de bu duyguyu yaşamaya başlar. “Sapık”, yönetmen için saf sinemadır. Alfred Hitchcock popülerliğini on yıllardır dolaşımda olan onlarca filmiyle sağlamıştır. Hitchcock’un favori karakterleri aslında görünmeyen, mezardan kendini hissettiren karakterledir. Tıpkı Psycho/ Sapık’taki Mrs. Bates gibi. Mrs. Bates aslında yoktur ancak oğlu Norman Bates filmin yarısından çoğunda onun varlığına bizi inandırır. Hitchcock’un bu hayali manipülasyonları genel olarak kadınları hedef/ konu alır.

 

Filmin ana karakterlerinden Norman Bates’in de önerdiği/ öngördüğü gibi Hitchcock’un filmlerinin aynasından kadın ve erkek izleyicilerin gördüğü, tüm toplumsal cinsiyet rollerini tehdit eden bir belirsiz cinsellik imajıdır. Filmde Norman ve annesinin arasındaki ilişki üzerinden anlatılan “problem” anne-çocuk arasındaki aşırı bağın oğlanın “normalliğini” ve “maskülen cinsel ilişki ihtimali”ni yok etmesi üzerine kurulmuştur. Filmde elbette temel olarak bakılması gereken Norman Bates-anne-Marion Crane üçlüsüdür… Erkek sinema eleştirmenleri genel olarak Psycho/Sapık’ın izleyicinin röntgenci duygularını cezalandıran bir film olduğunu söylerler ama kadınların filmde sadece erkeklerin gözlerini dikip baktıkları objeler olmakla kalmayıp, aynı zamanda cezanın büyüğünü de bir kadının çektiğini anımsamazlar. Marion Crane’in öldürüldükten sonra kameranın cansız gözlerine odaklanması, Mrs. Bates sonunda “ortaya çıktığında”, bu korkunç görüntüyle Marion’un kız kardeşinin yüz yüze kalmak zorunda olması ve korkunç bir çığlık atması, kadın iskeletinin artık yok olmuş gözbebeklerine yapılan zoom hareketi Hitchcock sinemasının hep feminist eleştiriye bırakılmış yanlarıdır. Tania Modleski’ye göre Hitchcock sineması ve özellikle Psycho/ Sapık örneği bir kadın ve bir erkek tarafından tamamen farklı okumaları mümkün yaratılardır. Modelski’nin farklı okuma yorumundan yola çıkarak Psycho örneğini “suçun transferi” açısından inceleyebiliriz. Marion Crane çaldığı paradan dolayı suçludur ancak bir kurban haline gelir.

 

Filmin temel yapısı Norman Bates’in yaşadığı psikozdur. Bu psikoz Norman Bates’in gerçekliği kırması ve sembolik bir normallik yaratmasıdır. Norman Bates ancak aslında çok zaman önce ölmüş olan annesinin kıyafetlerini giydiğinde ve onun sesine büründüğünde, yani sembolik bir gerçeklik üzerinden bir arzu geliştirdiğinde “normal” ile psikozlu bir ilişki kurar. Filmin sonunda Norman Bates’in “annesi” haline gelmesi, Bates’in kendisini annesinin “bilincinden”, üçüncü katta oturan ve annenin hayalinde kendine yer bulan Süper Ego’dan kurtaramadığının kanıtıdır. Norman Bates’in filmin sonunda annesi haline gelmesi aynı zamanda kendisini annesiyle ve kendi süperegosunu annesinin arzularıyla çok özdeşleştirmiş olmasından kaynaklanır. Norman Bates artık kendisini annesinin arzularından ayırt edememektedir.

 

Filmi incelemeye başlarken ilk ele alınması gereken konulardan biri filmin adıdır; PSYCHO/ SAPIK. Filmin adı, ilk anda izleyicide psikopat ya da psikopat katil terimlerinin kısaltması gibi gelir ki Türkçe’ye de bu şekilde çevrilmiştir. Bir kısaltma olduğu doğrudur, ancak bu psikanalizin kısaltmasıdır. Film insanın kafasında karanlık bir dünya yaratır ve mücadele edilmesi gereken düşmanları, şeytanları verir. Bu düşman ve şeytanlar aslında izleyicinin ve hatta yönetmenin bilinçaltıdır. Güneşli bir havadan, karanlık bir pencereye dönen ilk sahneden, bataklıktan, yani karanlıktan çıkartılan arabanın görüldüğü son sahneye kadar psikanaliz ve ruh bilim çözümleme kendini gösterir, seyirciye bir terapi deneyimi yaşatılır. Yönetmen, filmde oyunculardan ya da konudan çok izleyenleri yönetir. Aslında gözler önüne serilen, analiz edilen ve araştırılan izleyicilerin bilinçaltıdır. Sinema ya da televizyon ekranındaki karakter, her ne olursa olsun, sonuçta bir karakterdir. Ancak sinemadaki izleyici, karanlık bir salonda şok olmayı beklerken ve röntgenciliğin keyfini sürerken her karakteri ayrı, ayrı özümser.

 

“Sapık” da kullanılan dekor ayrıntıları da bilinçaltı çözümlemeler için uygun seçilmiş nesnelerdir. Karşımıza en fazla çıkan dekor, aynadır. Bu hem kişinin kendi kendisiyle hesaplaşması, parçalanması, hem de yaşama karşı duruşunu anlatması bakımından önemli bir simgedir. Dekorun içindeki aynaların kullanımı ve karakterlerin oyunu, izleyicinin zihnini parçalara bölüyor. Örneğin, oteldeki açılış sahnesinde, Marion aynanın karşısında giyinir. Aynı şekilde parayı almaya karar verdiği zaman da evde giyinirken, aynanın karşısında olmayı tercih eder. Arabasını değiştirmek için galeriye gittiğinde de, tuvalette parasını aynanın karşısında sayar. Bates Motel’de, resepsiyonda, müşterilerin Norman’la konuştukları anlarda durmaları gereken yerin tam karşısında bir ayna vardır, aynanın arkasında ise Marion’un odasını görmemizi sağlayan gözleme deliği bulunmaktadır. Bu aslında bize gerçeğin her zaman da göründüğü gibi olmadığı mesajını veren bir dekor yerleştirimidir.

 

Norman ve Marion otelin önünde konuşurlarken, profilden görünürler, Norman’ın görüntüsü cama yansır, böylece biz bir ayna olmadığı halde, yeniden bir yansıma yakalayabiliriz. Bu sahnedeki cama yansıyan profil, Norman’ın bölünmüş kişiliğinin ilk simgeleri ve gelecek dakikalarda karşılaşacağımız çoğul kişiliğin bir habercisidir. Aynanın tüm film boyunca en korkutucu kullanımı Lila Crane’in, Marion’un ablasının, Bates’lerin evinde gizlice anneyi ararken, annenin yatak odasında bir anda iki aynanın birden Lila’yı göstermesi ve hem onu, hem de izleyiciyi yerinden zıplatmasıdır. Bu sahne bir tesadüf değildir. Patolojik olarak bölünmüş bir insanın hikâyesi olan filmde, bu sahne ile aslında filmdeki diğer insanların da bölündüğü anlatılır. Bunun izleyici üzerindeki korkutucu etkisi ise, her izleyicinin kendisi ile hesaplaşmasıdır. Çünkü aslında herkes kendi içinde belli bir dereceye kadar bölünmüşlükler taşır, farklı zamanlarda farklı insanlar olabiliriz, öyleymiş gibi davranabiliriz. Film boyunca izleyici hep aktiftir. Asla oturup, şimdi ne olacak diye beklemez ve kendine göre isteklerde bulunur. Örneğin Marion’un şüpheli insanlardan kaçmasını isteriz, Norman’ın arabayı bataklığa itmesini ve kurtulmasını isteriz, araba bataklığa girerken bir anda durduğunda korkarız, çünkü Norman’ın başının derde girmesini istemeyiz. Aslında hem her şeyi öğrenmek isteriz, hem de gerçekten korkarız. Zaten günlük hayattan ve Marion’un sade yaşantısından söz edilen ilk bölümün ardından Bates motelin ve evin tiyatrovari ve karanlık dekoruna girdiğimizde kendimizi bir anda kaotik dünyanın karanlığının tam ortasında buluruz. Saul Bass’in “Sapık” için yaptığı jenerik tasarımı da bölünmüş kişilikleri yansıtır. Siyah fon üzerine beyazla yazılmış isimler, parçalanarak ekrandan kaybolurlar. Viyolalar ve çellolarla yapılan müzik, kuşların uçuşmasının ve bıçakların bileylenmesinin müziğidir. Kuşlar ve bıçaklar, bu filmde psikolojik ve edebi olarak kadın ve erkeği simgeler. Son jenerik yazısı olan “Directed by Alfred Hitchcock” tıpkı diğer isimler gibi ayrılır ve parçalara bölünür, yani yönetmen filmde kendi bölünmüş kişiliğini de yansıtır.

 

Bir kent görüntüsü ile film açılır, ekranın tam yarısın gökyüzü, diğer yarısını da binalar kaplamaktadır. Bu bilinçli olarak yapılmış bir çerçevedir. Ekranda beliren elektronik yazılardan tam olarak mekan ve zaman bilgisi alırız:”Phoenix-Arizona, Cuma, 11 Aralık, 2:43 pm.” Böylece yönetmen daha ilk andan bize bu bilgileri vererek filmi hemen kurmaca bir havaya sokmaz ve belgesel bir yanını da ortaya koyar. Phoenix’te, yani adını mitolojik kuştan alan kentte, kamera binaların arasında kuş gibi uçar, nerede duracağı konusunda kararsız kalır ve sonunda bir bina seçer, bu aydınlık ortamdan, jaluzilerin arasında geçerek loş bir odaya girer. Rahatsız edici atmosfer burada başlar ve biz öğle yemeği âşıklarını gözetlemeye başlarız. Filmin ilk başlangıç sahnesi olan bu otel odasında görülen vantilatör, filmin sonunda da olayın çözümlenmesinin ardından dedektifin odasında yapılan konuşmada arka planda dekor olarak görülür. Vantilatör burada kısır döngünün simgesidir. İlk sahnede Marion ve Sam para ve benzeri nedenlerle evlenemedikleri için bir kısır döngü içindedirler ve bunu aşmalarının yolu şimdilik görünmemektedir, bu nedenle daha böyle çok fazla otel odası buluşması olacağını düşünürüz. Oysa son sahnedeki vantilatör çok daha vahim bir kısır döngüyü simgelemektedir. Norman Bates artık annesinin yerine tamamen geçmiştir ve iki kişiliğe bölünen varlığı artık yine tektir, buradaki sorun kendi kişiliğini değil, annesinin kişiliğini tercih etmiş olmasıdır. Yani buradaki kısır döngü daha vahim ve daha çözümlenemezdir. Marion ve Sam daha sonra, Norman’ın de otelde yapmak istediği şeyi yaparlar, uzun, uzun konuşurlar. Konuşmaları ilk etapta basit gelir ama aslında filmin gidişatı için son derece önemli diyaloglardır. Çünkü ilişkilerinin neden böyle otel odalarında devam ettiğini ve neden evlenemediklerini anlarız.

 

Sam: Hiçbir zaman yemeğini bitirmiyorsun, öyle değil mi?

Marion: Böyle oteller ne zaman geldiğinle ilgilenmezler Sam. Ama zamanın dolduğunda gitmek zorundasındır. Sam bu son kez oldu. Evet, birbirimizi görebiliriz, beraber yemek yiyebiliriz, ama benim evimde. Annemin vitrindeki fotoğrafının önünde, kız kardeşim bana et pişirmekte yardımcı olurken…

Sam: Peki ya yemekten sonra? Kız kardeşini sinemaya yollayıp, annenin fotoğrafını da ters mi çevireceğiz?

 

Marion, Bates Motel’de Norman’ın onun için hazırladığı sandviçi de yarım bırakır. Yani zamanının dolmasına az kalmıştır. Aslında “when your time is up” cümlesi iki anlam taşımaktadır. Hem oteldeki para ödenen zaman dolmaktadır, hem de artık Marion’un daha fazla vakti kalmamıştır. Bu cümle aynı zamanda aile problemlerine bir giriş cümlesi niteliği taşımaktadır. Filmin ilk karakterleri Marina ve Sam’in de, sonradan ortaya çıkan Norman’ın da aileleriyle sorunları vardır, bu aileler ölmüş olsa bile.

 

Sam: Burada olmayan insanlar için terlemekten çok yoruldum. Hala babamın borçlarını ödüyorum ve o mezarda. Hala eski karıma nafaka ödüyorum ve dünyanın bir ucunda, benim bile bilmediğim bir yerde.

Marion: Ben de ödüyorum, otel odalarında buluşanlar da ödüyor.

 

Dünyanın bu yarısında, cinsellik ve evlilik dışı ilişkiler, utanç verici, gizli, saklı yapılmalıdır. Örneğin Norman’ın bugün böyle kişilik bölünmeleri ve sapkınlıklar yaşamasının temel sebebi, annesidir. Ve o çok küçük yaşlardan itibaren annesine olan aşkı nedeniyle annesinin gizli ilişkilerinin bedellerini ödemiştir. Marion ve Sam sıcak havayı bizlere yansıtmak için kullanılmış day-light filtrelerin ışığı altında bir pencerenin önünde durmaktadırlar. Jaluzinin çizgileri arasından dışarısı az da olsa seçilebilmektedir. Sam tıpkı, ilk çekimde olduğu gibi, çerçevenin tam ortasındadır ve jaluzilerle orantılı ayarlanmıştır, yani çerçevenin yarısında Sam’i, kalan yarısında yatay çizgilerden oluşan jaluziyi görürüz. Jaluzi, yani yatay çizgiler burada iktidarsızlığı ya da daha doğru anlatımıyla güçsüzlüğü simgelemektedir. Filmin açılış çekiminde ise yerleştirme bunun tam tersidir ve yüksek binalar dikey bir profil yaratmaktadır. Bu profil ise fallik bir simge olarak bize olacakların temposunun yüksekliğini ve hırsı anlatır. Bloch’un romanından sinemaya uyarlanan “Sapık”da aslında kadın karakterin asıl adı Mary’dir, ismin Bakire Meryem’den geldiğini anımsamak gerekir. Ancak Hitchcock romanı filme dökmeye karar verdiğinde karakterin adını değiştiriyor ve Marion yapıyor. Bu değişikliğin sebebi anagramik açıdan Norman ve Marion isimlerinin birbirine yakın ve çağrışımlı olmasıdır. Marion’un soyadı ise “Crane”dir. Bu soyadı, onu bir kuş haline getirir. Bu soyadının başka bir anlamı ise onu tecavüz edercesine öldüren Norman’ın aynı zamanda bir taksodermist olması, yani avladığı kuşları doldurarak saklaması. Marion filmin ilk anından itibaren zaten bir avdır. Bu konudaki başka bir önemli nokta ise Marion’un Phoenix’ten geliyor olmasıdır. Phoenix, mitolojideki Anka kuşudur ve 500 yıl yaşadıktan sonra, kendini yaktığı ve külüyle yeniden doğduğu söylenir. Soyadının ironik olan bir noktası ise Hitchcock’un bu filmin çekimleri boyunca çok fazla crane, yani vinç kullanmasıdır. Marion otelde Sam’le konuşurken Sam ile evlenmek istediğini açıkça söyler. Biz bu sözlerin ardından Sam’in mali sorunları olduğunu anlarız. Bu ufak gibi görünen mali sorunlar bize aslında ölümün yaşam üstünde, geçmişin bugün üstünde ne kadar etkili olduğunu gösterir. Sam’in bugünü ölmüş babasının borçları yüzünden ipotek altındadır, aynı şekilde Norman’ın bugünü de mezardan çıkıp gelen annesi tarafından geçmişle sınırlandırılmaktadır. Bu Şerif Chambers tarafından ironik bir dille filmin sonuna doğru yorumlanır “Hayaletlere inanmam”.

 

Beyaz sutyen ve külotla, 1959 şartlarına göre cesur bir şekilde kamera karşısına geçen Marion beyaz etek ve buluz giyer ve Sam’i profilden görecek şekilde konumlanır. Aynı duruş daha sonra Bates Motel’de Norman’la da karşımıza çıkacaktır. Zaten Norman ve Sam ciddi bir şekilde birbirlerine benzemektedirler. Ten renkleri, saç tonları, profilleri ve arkadan görünüşleri birbirlerini anımsatmaktadır. Kıyafet seçimleri de birbirinin benzeridir. Marion hayatındaki her otel odasına bir şekilde bir bedel ödemektedir. Öğle yemeği âşıkları olarak gittikleri otel odasında Sam’le birlikte olur, patronuna ait olan parayı çaldıktan sonra gittiği otelde otelin sahibi tarafından öldürülür, Marion otel odasından ofise döner, evli ve zengin iş arkadaşı Caroline ile “doğru” üzerine bir konuşma yaşar, Caroline hem evli hem de zengin olduğu için “doğru” ve “olması ” gerekendir. Marion Caroline ile konuşmasının ardından, kararını vermiş olarak ofisten çıkar, kamera Marion’un masasındaki Amerika manzarasına takılır. Buradan arabada giden Marion’un gözünden Phoenix manzarasına geçeriz. Marion’un odasında üç dakikalık sessiz bir sahne izleriz. Konuşma olmadığı için sahne boyunca müzik son derece baskındır. Marion yine çıplaktır, iç çamaşırlarıyla dolanmaktadır. İç çamaşırları bu kez otel odasındaki gibi beyaz değil, siyahtır, çünkü karanlık bir şeyler yapmaya hazırlanmaktadır. Odanın içinde dolanır ve 40 bin doları alıp, almamanın kararsızlığını yaşar. Hermann’ın müziği bir karar anının dramatik ve çıtası yüksek müziğidir. Arka planda banyoyu ve özellikle duşu net olarak görürüz. Fallik bir nesne olan duşun başı çerçevede öne çıkmaktadır ve görüntüyü doldurmaktadır. Duş, ilerleyen sahnelerde önemli olacağını bir şekilde haber verir. Marion aynı zamanda karanlık bir iş yapmadan önce arınmaktadır.

 

Banyodaki aynadan Marion’un yansımasını görürüz. Marion aynadan içinde paranın bulunduğu zarfı dikizler, iki imgeyi, yani aynayı ve parayı birlikte göstermek için çok iyi bir zaman seçildiği kuşku götürmez. Fallik bir simge olan, değeri sadece kendinden menkul para ile, bölünmeyi temsil eden aynayı birlikte kullanmak son derece önemlidir. Burada aynanın karşısında kendisi ile hesaplaşmasını beklediğimiz Marion yeni bir hayat için parayı almayı daha uygun bulmuştur. Etkileyici çerçeve, müzik ve mimikler Marion’un tehlikeli ve kaotik bir dünyaya gittiğini kanıtlar. Marion’a kızmayız, hatta sempati duyarız çünkü para ona ve Sam’e yeni bir dünyanın kapılarını aralayacaktır. Bu sempati Marion tuhaf bir ifade ile aynaya bakarken yandaki duvarda onun bebeklik fotoğrafını görmemizle daha da artar. Odayı dikkatlice incelediğimizde, sonradan Bates Motel’de kalacağı 1 numaralı odayla konumlanma ve eşya anlamında benzerlikler taşıdığını görürüz. Marion aynanın önünden ayrılır, hiç duraksamadan parayı çantasına koyar ve evden çıkar. Marion’un düşüşü başlamak üzeredir. Böylesine bir soygunu gerçekleştirmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeyen seyirciler, Marion’la özdeşleşirler. Bir sonraki sahnede Marion’u yakın planda araba kullanırken görürüz, arkada Phoenix sokakları görülmektedir. Biz yolu Marion’un gözünden izleriz ve kahramanın gözünden gördüğümüz için de objektifliğimizi kaybederiz. Marion ve biz ışıklarda durduğumuzda patron Mr. Lowery’yi görürüz. Lowely, bir anda duraksar, alkollüdür ve tam olarak gördüklerini anlamlandıramaz ama aklına aslında Marion’un parayı bankaya yatırıp daha sonra da eve dinlenmeye gideceğini söylediği gelir. Duraksar, sonra yoluna devam eder. İzleyicinin bu sahnede “Sapık”da yönetmenin üzerimizde yaratmak istediği klostrofobik etkili izlenimleri unutmaması gerekir.

 

Çünkü “Sapık” da karmaşık insan grupları, kalabalıklar, koşuşturan insanlar ya da kalabalık durak görüntüleri, fazla insan olan mekânlar yoktur. Yönetmen bilinçaltına inişte, karanlık ve kasvetli evleri, uzun ve sessiz yolları, karanlık otelleri ve orman alanlarını kullanmayı tercih etmiştir. Bates Motel’in uzun ve dönemeçli dış koridoru bize aklımızın ve bilinçaltımızın koridorlarını hatırlatır ve kendi içimizde çözülmeye başlarız. Film boyunca çok az dış çekim vardır, zaten biz insanların dış hayatları ya da gündelik yaşamlarıyla değil, bilinçleriyle ve bilinçaltlarıyla ilgileniriz, dolayısıyla bu kasvetli ve karanlık mekânlar bizi rahatsız etmez. Rahatsız etmeye başladığı nokta ise zaten yönetmenin gelmemizi istediği noktadır. Filmi izlerken ortamdan, mekândan ve kişilerden rahatsız olmaya başlamamız, onlarla özdeşleşmemiz anlamına gelir ki, bu da kendimizi sorgulama dönemine girdiğimizin işaretidir, Gece olur, Marion’un gözünden, yine arabada giderken karanlığı ve iç boğucu, sıkıcı, sisli manzarayı izleriz. Marion artık çok yorulmuştur ve gözleri kapanmak üzeredir. Bir kesmeden sonra havanın aydınlandığını ve Marion’un arabasının yolun kenarına çekildiğini görürüz. Sabah olmuştur ve Marion arabada uyumaktadır. Bir motorsikletli devriye polisi arabaya doğru yanaşır. İlk önce içeridekini göremez, daha sonra uyumakta olan Marion’u fark eder. Kısa bir telefon direği çerçeveyi tam ortadan ikiye böler, yatay ve dikey çizgilerdeki denge, tüm filmde olduğu gibi burada da bize kaotik bir ortamı sunar. Telefon direğinin tam ortadan böldüğü çerçeve bize Marion’un hala bu yoldan dönmesi için bir şansı olduğunu anlatır ama biz Marion’a sempati duymaya devam ederiz ve gelecekte olacak olayları tahmin edemediğimiz için bu hırsızlık olayı bizi vicdanen rahatsız etmez. Buradaki yatay ve dikey çizgilerin yarattığına benzer bir kontrastı da ilerleyen sahnelerde Bates Motel ve konağın yarattığı görünümde fark ederiz. Konak dikeydir, oysa motel yatay olarak konumlanmıştır. Karakterler, duvarlara düzgün sıralı olarak yerleştirilmiş lambalar tarafından çerçevelenirler. Filmin ilerleyen sahnelerinde gördüğümüz profil görüntüleri de bu lambalar tarafından yaratılan doğal çerçevelerin içine yerleşir. Polisin sorgusu boyunca ondan hoşlanmayız. Arabanın camından Marion’a ve doğal olarak bize baktığında tavrı son derece umursamazdır ve gözlerini oldukça büyük bir güneş gözlüğü ile kapatmıştır. Konukseverdir, ama temkinli yaklaşır, önerisini önemlidir, “buralarda pek çok küçük motel var, onlardan birinde kalmak sizin için daha güvenli olabilir” der. Ama aslında yollarda sabahlamak, Marion’un daha sonradan yaşayacakları göz önüne alındığında daha güvenlidir. Polis memuru, film boyunca gözlerini görmediğimiz tek insandır. Onun hakkında hiçbir fikrimiz yoktur, gözlerini görmeyiz, çünkü o bizi ve Marion’u izlemektedir. O güvendedir, ama biz biraz da ondan dolayı kendimizi ve Marion’u güvende hissetmeyiz. Marion yola koyulur, yol boyunca dikiz aynasından polis arabasını tam üç kere görürüz. Ayna Marion’un bölünmüşlüğüne göndermedir, polisin aynadaki görüntüsü iyi yola geri dönüş sinyalidir ancak Marion polisin aynadaki aksini ciddiye almaz. Yine gece olur, bu kez hava bozmuştur, arabanın silecekleri çalışmaktadır, çünkü dışarıda şiddetli bir yağmur başlamıştır. Karşıdan gelen arabaların farları Marion’un ve bizim gözlerimizi alır. Bütün bu yağmurlu ve kaotik ortamın ortasında bir anda tıpkı bir vaha gibi Bates Motel’in ışıkların görürüz. Motel, karanlık, derin, çirkin ve yaşayan ruhlara dair sırlar taşıyan bir yapıdır ve bu özelliği ile aslında Freud’un anlatımına uymaktadır. Yani otel binası tam anlamıyla, insanın ididir, dışa vuramadığı bir takım takıntılarını ve karanlık yönlerini temsil eder.

 

Marion otele gelene kadar arka planda yumuşak bir şekilde devam eden notalar, motele geldiği anda, motelin kasvetine ve ürkütücülüğüne uygun bir şeklide yükselir ve doruk noktasına ulaşır. Müzik yüksektir, aynı zamanda sadece yağmur sesini duyarız. Marion arabayı durdurur, yukarıdaki eve baktığında pencereden bir kadın silueti görülür. Ev yukarıdan bakmaktadır ve sanki yaşlı biri gibi görünmekte, yaşlı gözleri ile yeni gelen misafiri izlemektedir. Norman evden koşarak motele doğru gelir, elinde bir şemsiye taşımaktadır, şemsiye burada fallusu simgeler ama şemsiye kapalıdır. Buradan Norman’ın cinsel anlamda sorunlar yaşadığı ve iktidarsızlık sonuçlarını çıkarmamız mümkündür. Marion otele geldiği andan itibaren geçen iki dakikalık sessizlik, Norman’ın resepsiyon bölümüne geçip, iki dakika boyunca konuşmasıyla dengelenir. Norman “ne kadar kötü bir gece, öyle değil mi” der ve konuşmaya başlarlar. Norman’ın tarafındaki aynadan Marion’un yüzünü görürüz. Elinde çantası ile aynaya yansır, aynı anda Norman bir konum değişikliği yapar ve o da profilden aynada belirir. Gövdeleri bir anda üst, üste biner. Rothman aynaya yansıyanın bileşik varlık (kadın ve erkek başlı) olduğunu söyler. Aynı ben’in iki değişik yönü gibidirler. Çözülme ve parçalanma doruk noktaya ulaşır. Daha sonra Norman aynadan uzaklaşır ve aynanın karşısında karşılıklı kalırlar. Marion oteldeki kayıt defterini imzalar, ama bulunmaması için sahte bir isim kullanması gerekmektedir. Marie Samuels olarak defteri imzalar. Kendi adını değiştirir ve soyadı olarak da sevgilisi Sam’den yola çıkarak Samuels’i tercih eder. Yönetmenin burada isim olarak Marie’yi kullanması eserin gerçek yazarını selamlama olarak algılanabilir mi? Çünkü romanda Marion değil, Mary adı kullanılmaktadır.

 

Norman otelin boş olduğunu söyler ve bunun nedenlerini anlatmaya koyulur. Ana yol aslında buradan geçerken, başka bir yere kaydırılmıştır. Böylece de otele sadece yolunu kaybedenler ve yoldan çıkanlar gelmeye başlamıştır. Yoldan çıkmak sözü burada iki anlamda kullanılabilir. Marion vicdani olarak yoldan çıkmıştır ve bilinmeyene doğru sürüklenmektedir. Aynı zamanda gerçekten yoldan çıkmış ve kaybolmuştur. Yoldan çıkmanın Norman açısından da bir anlamı vardır, çünkü Norman da aslında yoldan çıkmış ve kendi bilinçaltının derinliklerinde kaybolmuştur. Norman otelin yeri ve ışıkları ile ilgili benzer açıklamaları daha sonradan dedektif Arbogast’a da yapacaktır. Marion’un, Norman’ın ve bizim formaliteler ve ışıklarla dolu dünyamız bir anda değişir. Seyirci kendi dünyasında bir yolculuğa çıkar ve sorgulamalar başlar. Norman bir numaralı odanın anahtarını alır ve Marion’la odaya doğru ilerler. Odaya girmek üzereyken, Norman Marion’un arkasındadır, bir an geçmek ister, Norman’ı saniyelik bir süre için göremeyiz, Marion’u geçtiğinde önce başını görürüz, başı yine Marion’un gövdesine bağlanır. Yalnız bu kez Norman’ın gövdesi duvara yansır. Odada, Norman Marion’a banyoyu gösterir, açıklamalar yapmak ister ama banyo sözcüğünü söyleyemez, Marion ona yardımcı olur. Banyo kabini, Marion’un evindeki banyoya benzemektedir. Marion ve Norman konuşurlarken, Marion’un bedeni aynaya yansır. Norman bu sırada başka bir açıdan, daha uzakta ve tek başına bir çekimle perdeye gelir. Norman odadan çıkmak üzereyken, Marion’a evde yemek hazırladıktan sonra onu da çağıracağını söyler. Norman’ın elinde şemsiyesi hala vardır ve hala açılmamıştır, hiç de açılmaz. Bu aynı zamanda onun rahatsızlığının da bir simgelemidir. Norman gittikten sonra sadece müzikle süslenmiş üç dakikalık başka bir sessiz sahne başlar. Marion parayı çant/pasından çıkartır, saklayacak yer arar ve sonunda araba aldığı yerden satın aldığı Los Angeles gazetesinin içine paraları yerleştirir. Buradan kurtuluşu Los Angeles’te gördüğü sonucuna varabilir miyiz? Paraları yerleştirdikten sonra camı açmaya gider ve tam o sırada evden gelen yüksek sesli konuşmaları duyar.

 

Anne: Hayır, sana söylüyorum, hayır. Tanımadığımız yabancı bir kızı bu eve yemeğe getiremezsin anladın mı? Tanrı aşkına, ben senin ucuz erotik fantezilerin için buna katlanamam, üstelik ucuz ve seksi bir kızla. Hayır dedim.

Norman; Anne, lütfen.

Anne: Peki ya yemekten sonra ne olacak? Müzik, fısıldaşmalar…

Norman: Anne, o sadece bir yabancı. Karnı aç, yiyecek bir şeyi yok ve dışarıda yağmur yağıyor.

Anne: “Anne, o sadece bir yabancı” ha? Sanki erkekler yabancıları arzulamazmış gibi. Bunları konuşmayı reddediyorum, çünkü beni rahatsız ediyor, anlıyor musun oğlum? Git şimdi ve ona o çirkin iştahını benim yemeklerimle gideremeyeceğini söyle, ya da benim oğlumla.

Norman: Sus anne, sus.

 

Kamera, Marion’un endişeli yüzünden açılır ve hem Marion’u, hem de gotik evi aynı anda görürüz. Görünüm aslında komiktir. Annenin söylediği “ucuz, erotik düşünceler” sözü aslında izleyiciye de yöneliktir. Çünkü izleyici, filmin ilk sahnesinden itibaren röntgenci durumundadır ve bu ucuz erotik düşünceler izleyicinin de kafasında belirmiştir. Bir tepsinin içinde süt ve sandviçlerle gelen Norman o kadar utangaç ve sevimlidir ki ona sempati duymamak imkânsızdır. Tepsinin içinde sandviç ve sütü görünce, otel odasında Sam’le otururken, Marion’un yemeğini bitirmediği aklımıza gelir. Norman klasik, Amerikan delikanlısıdır, yan komşunun oğlu gibidir. Kapının önünde Marion ile konuşmaya başlar ve görüntüsü cama yansır. Annesinin bugün kendini o kadar da iyi hissetmediğini söyler, umarım başka insanları affedebilirsiniz der. Bu filmin dengesi ve tam anlamıyla ilgili çok önemli bir örnektir. Anne, her şeyden önce bir başkası değildir, o Norman’dır. Marion, Norman’ı odasına davet eder ama tavrı seksi değildir, sadece flört etmektedir. Norman’ın çekingen tavrı onu eğlendirmiştir. Ama Norman daveti kabul etmez ve resepsiyonda yemelerinin daha doğru olacağını söyler. Marion içeri girer, siyah bir perdenin önünde durmaktadır ve gördüklerinin düş olup, olmadığını tartmaya başlar. Her yer doldurulmuş kuşlarla doludur. Gözlerini çevirir ve onun bakış açısından kanatlanmış baykuşu görürüz. Her yer çok büyük gölgelerle kaplanmıştır ve ortam loştur. Odada uzun uzun sohbet ederler. Marion durumundan, Phoenix’e geri dönme zorunluluğundan söz eder.

 

Bir sonraki sahne son derece ürkütücü, patetik ve rahatsız edicidir. Belki de sinema tarihinde başka hiçbir filmin, hiçbir sahnesi izleyiciyi bu kadar yormamıştır. Aslında genel olarak bakıldığında olay son derece sıradan ve banaldır. Hayatını değiştirmek için paraya ihtiyacı olan Marion gibi sıradan bir kadının ve annesinin kıskanç ve ezici baskınlığı altında yok olmaya yüz tutan Norman gibi bir erkeğin başına geldiğinde çok da şaşırılması ya da rahatsızlık duyulması gereken şeyler değildir yaşananlar. Ancak filmin bunu veriş tarzı, yönetmenin kullandığı dil ve seyirciyi de filme ortak etme başarısı bütün olayların etkisini katlar. Hitchcock’un filmi aslında insanları kaos ve gerçek ortamından uzaklaştıran sinemaya karşı bir başkaldırı olarak nitelendirilebilir. Çünkü insanın ne kadar kolay yoldan çıkabildiğini ve bunun sonuçlarının da bazen hiç de umduğu gibi olmadığını gösterir. Marion odadan çıkarken, Norman’a iyi geceler dediğinde duvardaki kuşlardan birinin gagası direkt olarak Marion’un burnuna hedef almış gibidir. Bu görüntü modern sinema tarihinin en ürkütücü sahnelerinden birinin habercisidir. Norman röntgencilikten vazgeçer, Marion banyoya girer. Bu o kadar mutlu ve huzurlu bir duştur ki, aslında bir yıkanma değil, arınmadır. Marion sonraki gün Phoenix’e dönmeye karar vermiştir ve seyirci de bu kararla birlikte rahatlar. Çünkü Marion’un başının derde girmesini istemez. Marion’un duşa girmeden önce yaptığı hesapların kâğıtlarını paramparça ederek klozete atması geri dönmeyeceği anlamına gelmez. Sadece yaptığı şeyden rahatsızlık duymaktadır ve ortada kanıt kalmasını istemez. Marion’u duşun başından alınan bir çekimle izleriz, daha sonra yönetmen kamerayı duş tarafına yerleştirir. Perde Marion’un arkasında kalır, banyo perdesi ikinci bir çerçeve oluşturur. Daha sonra kamera içeriye doğru yol alır, perdenin borusu giderek çerçeveden çıkar. Banyonun perdesi sinemanın perdesini kaplar, Marion’da yitip gider. Perdeye elinde bıçak taşıyan bir gölge düşer. Gölgeyi Herrmann’ın müziği öylesine destekler ki, kuş benzeri bir şeyin Marion’u öldürmek istediğini açıkça anlarız. Herrmann’ın kemanları kuş gibi haykırır. Perde açılır, gölge kanatlarını açar, alıcı gölgeden yana geçer, Marion’un dehşete düştüğünü ve haykırmak üzere olduğunu görürüz. Atlamayla, Marion’un yüzünü, yine atlamayla haykırmak için alabildiğine açılmış ağzının yakın çekimlerine geçeriz. Alıcı Marion’dan yana geçmeye karar verir. Marion’un bakış açısından gölgenin bıçağının inip, kalktığını görürüz. Banyo ayrımı özdeşleşmenin de bölündüğü bir bölümdür. Cinayetin sonunda banyo deliğinden Marion’un gözü belirir, bir süre onun gözü ile baş başa kalırız, Marion ile kurduğumuz birliktelik sona erer.

 

Sahnenin asıl yarattığı psikolojik şok ise filmin başından beri bir şekilde özdeşleştiğimiz kahramanımızın bir anda ortadan yok olmasıdır. İzleyici Marion’un suçuna ortak olmuştur, yaptığı şeye onay vermiştir, polise yakalanmamasını dilemiştir, Norman’la küçük flörtüne göz yummuştur ve kendisini kurtarmasını ummuştur. Phoenix’e geri dönmeye karar verdiğinde izleyici rahatlar, çünkü doğru olanı yaptığını düşünür, artık emniyette olacaktır ve endişelenmesi gerekmez. Ama bütün bunlar olurken, Marion bir anda öldürülür. İzleyici içten, içe bırakıp gittiği için Marion’a da kızar. İzleyici yalnız kalır. Alnı zaman da, cinayet sahnesini tam olarak izlediğimiz için çektiği acıyı, çaresizliğini ve ölüme doğru gitmesini de an be an görürüz. Yönetmen burada başka bir yapılmayanı da yapmış ve filmin yıldızını, filmin ortasına bile gelmeden öldürmüştür. Annesinin ne yaptığını bilmeyen ama ürken Norman, Marion’un odasına gelir, Marion’u kanlar içinde yerde yatarken görür, bu sırada fondan ölüm temasını işleyen bir müzik yükselmektedir. Marion ölmüştür, ağzı açıktır ve her yerinden kanlar akmaktadır, düşerken tesadüf eseri küçük bir parça koparır duvardan ve bu parça bir kuşu anımsatmaktadır, aslında Marion bir kuş gibi avlanmıştır. Zaten filmin sonunda avlanan tek kadının Marion olmadığını da öğreniriz. Norman artık kendimizi özdeşleştireceğimiz tek kahramanımızdır. İşini yapmaya, yani temizliğe başladığında, Marion’un odasını, banyoyu, kan izlerini tamamen temizlerken ve cesedi arabanın bagajına koyarken benliğimiz tamamen onunla olur ve yakalanmamasını ve bu işin içinden hemen sıyrılabilmesini dileriz. Norman cinayeti annesinin işlediğini düşündükçe kaygıları daha da artar, öylesine üzgün ve çaresizdir ki, ondan yana olmamamız mümkün değildir. Suç kanıtlarını yok ederkenki öznel çekimler Norman’a suç ortağı olmamızı sağlar. Otomobili bataklığa götürür ve gömülmesini sağlar. Onunla o kadar özdeşleşmişizdir ki, bataklıkta araba bir an duraklayınca hemen batmasını ve Norman’ın bu işten hemen kurtulmasını isteriz. Marion’u polis durdurduğundaki hislerle benzer duygular yaşarız ve bu işten hemen kurtulmasını isteriz. Norman arabanın bataklığa gömülüşünü izlerken bir kuş gibi bit tümseğe tüner. Araba gömülürken defalarca yakın çekimden plakasını görürüz. NFB–418. Bu Norman Francis Bates’in baş harfleri olabilir mi? Bu durumda Marion daha arabasını değiştirip daha açık renk ve farklı eyaletli bir plaka alırken aslında kendini uçuruma sürükleyecek felaketin ufak bir ipucunu da almıştır, ancak bunun bilincinde değildir.

 

Bir sonraki sahne, Sam’in “sevgili, bir tanecik, biricik sevgilisi Marion”a mektup yazması ile açılır. Bir kadın arka planda konuşmaktadır. İçeriden dışarı gören bir kesme ile siyah bir arabadan inip, içeri girmeye hazırlanan Lila Crane’i, Marion’un ablasını görürüz. Bu sefer kamera dışarıdan içeriyi gözetlemektedir, izleyici yine röntgenci konumundadır, çünkü öznel kamera Arbogast’ın gözünden Sam ve Lila’yı gözlemektedir. Ama az sonra onları gözetlemenin anlamsız olduğunu anlayacaktır. Dükkânın atmosferi oteli hatırlatmaktadır, objeler ve dekor dikkatli seçilmiştir. Sam ve Lila’nın içinde bulunduğu çerçevede ayrıca bambu sandalyeler ve eşyalar vardır, Arbogast Lila ve Sam’i gözetlemekten vazgeçer ve bir sonraki sahnede Arbogast’ı otelde Norman ile konuşurken görürüz. Norman otelin girişinde oturmaktadır, üzerinde koyu renk, haki bir süveter vardır ve tıpkı bir kuş gibi bir şeyler çiğnemektedir. Arbogast Norman’a Marion’un bir fotoğrafını gösterir ve oraya daha önce gelip, gelmediğini öğrenmek ister. Burada kamera muhteşem bir açılma ve dönüş hareketi ile Norman’ın yakın plandan alınan yüzünden açılır ve Norman doldurulmuş bir kuşun tam altına konumlanır. Arbogast Norman’ı sorgulamaya başlar, sorgulama Marion ile Norman’ın ilk kez karşılaştıkları büroda, aynanın önünde gerçekleşir. Marion’un yerinde bu kez Arbogast durur, yansıyı izleriz. Bu kez kurbanın Arbogast olup olmadığını düşünürüz. Arbogast Norman’ın annesini görmek ister, Norman bunun imkânsız olduğunu söyler, Arbogast kuşkulanır. Norman’ın annesi hakkında konuşma tarzı son derece kasvetli ve klostrofobik bir havadadır. Arbogast uzaklaşır, bir kulübeden Lila’ya telefon eder ve gizlice eve gireceğini söyler. Yeniden motele döner ve araştırmaya başlar, kaydırmalı öznel çekimler bizim de araştırmaya katılmamızı sağlar. Sonunda ancak bir kuşun bakış açısı ile olabilecek bir çekim gelir, Arbogast da kuşun yakınlarda olabileceğini sezinler, Bates diye bağırır, Bates’in İngilizce’de okunuşu ile Baits’in okunuşunun benzeşmesi yine gündeme gelir. Arbogast Bates diye bağırınca kendi ölümünü çağırmış olur. Kuşun yukarıda olduğunu sezinler, merdivenlerden çıkmaya başlar.

 

Arbogast tam merdivenlerden çıkarken saldırıya uğrar, yüzünde tıpkı bir kuş çizmişcesine çizikler oluşur ve kanlar fışkırır, Arbogast ölür. Bu sırada Sam ve Lila, kasabada şerifin evindedirler. Çerçevede iki adam profildedir ve kadınların yüzleri kamerayla dönüktür. Sam ve Lila giyiniktirler ama şerif ve karısı belli ki yataktan kalkmışlardır, yatak kıyafetleriyledirler. Bu dört insanın yarattığı sahne tam anlamıyla kontrastlıklar zinciridir. Genç ve yaşlı, meraklı ve umursamaz, canlı ve bezmiş insanlar olarak ikiye ayrılırlar. Konuşmanın ilerleyen dakikalarında Sam ve Lila ve tabii ki izleyiciler filmin gidişatı açısından çok önemli bir şey öğrenirler; Mrs. Bates bundan 10 yıl kadar önce ölmüştür, üstelik de o eski evde, sevgilisi ile beraber. Bu andan itibaren “Sapık”ın cinsel anlamları yüklenmeye başlanır. Şerif anlatmaya devam eder, Norman her ikisini de ölü bulmuştur. Bu sırada Norman annesini mahzene taşımaktadır, biz ilerleyen sahnelerde ünlü sandalye çevirme bölümünü bu mahzende izleriz. Arbogast’ın dönmeyeceğinden artık emin olan Lila ve Sam onu aramak ve neler olduğunu öğrenmek için otele gitmeye karar vermişlerdir. Bu kez bürodaki aynanın önünde Lila ve Sam durmaktadır. Seyirce bu kez de onlar için endişelenir. Norman da onlardan kuşkulanır ve onlara bir numaralı oda yerine 10 numaralı odayı verir. Lila ve Sam gizlice 1 numaralı odaya girip ortalığa bakarlar, Lila üzerinde Marion’un yazısı olan bir kâğıt parçası bulur, Lila Sam’den Norman’ı oyalamasını ister, kaydırmalı öznel çekimler bu kez Lila Crane içindir. Sam Norman’la konuşmaya başlar, Lila eve doğru yönelir. Öznel kamera ile aslında biz de eve doğru gideriz. Lila merdivenleri çıkar, Mrs. Bates’in odasına ulaşır. Odaya girer, göz gezdirir, şömine, boş sandalye, giysiler, tuvalet masası, masanın üzerinde çapraz konumda bir çift el. Lila ellerin gizemini çözmeye çalışır, tuvaletin önünde düşünür, kalır. Bu sırada kamera konum değiştirir ve Lila’nın arkasına geçer. Lila’nın gövdesi aynaya yansır, arkadaki bir başka ayna Lila’nın sırtını tuvalet masasındaki aynaya yansıtır, Lila ellerden gözlerini kaldırdığını ikinci yansıyı görür. Boş bulunur, ürker, arkasında duranı görmek için döner, kendisi ile yüzyüze gelir. Lila ile birlikte seyirci de yerinden sıçrar. Bu sırada aşağıda Sam Norman ile konuşmaktadır. Norman ona bütün çocukluğunun bu evde geçtiğini, çok mutlu bir çocuk olduğunu ve annesi ile çok güzel günler geçirdiğini anlatır. Lila, Mrs. Bates’in odasını inceler, oda ağır Victoria dönemi eşyalarla döşenmiştir, antika dekorlar vardır. Düzenli bir şekilde elbiselerin asıldığı gardırop dikkat çeker. Odada tam anlamıyla yaşanıyormuş havası esmektedir. Buradan Norman’ın çocukluk odasına geçer. Odada hala oyuncaklar ve çocuk kıyafetleri durmaktadır. Lila merdivenlerden inerken karşıdan Norman’ın eve doğru geldiğini görür. Freudyan bakış açısında merdivenlerden aşağıya inmek bilinçaltındaki bastırılmış isteklerin açığa çıkmasıdır. Müziğin ritmi de Lila’nın merdivenlerden inişi ile birlikte düşer. Mahzene kadar iner, bir kapı görür. Açar, karşısına başka bir kapı çıkar, onu da açar. Öznel kamerada Lila’nın gözleri oluruz, bir kadını arkadan görür, kadının yüzünü göremeyiz. Çünkü kamera kadını arkadan görmeyi yeğler, aynı çekimi bundan bir iki dakika önce Mrs. Bates’in odasında görmüşüzdür. Bu hemen aklımıza odadaki ikinci yansımanın Mrs. Bates’in olabileceği fikrini getirir. Sandalye döner, Lila haykırır, karşımızda bir kadın iskeleti vardır. Mrs. Bates’in yüzü korkunçtur, aklımıza doldurulmuş kuşlar gelir, kuşlar çok güzeldir, oysaki Mrs. Bates’in yüzü korkunçtur. Lila arkasına döner ve kuş gibi haykıran keman sesleri eşliğinde elinde bir bıçakla Norman’ın kendine doğru geldiğini görür. Kemandan çıkan kuş sesleri kadınlığı, Norman’ın elindeki bıçak ise erkekliği simgelemektedir. Ama Norman annesi gibi giyinmiştir. Müzik gizemlidir. Sam içeri girer ve Norman’ın elindeki bıçağı biraz boğuşarak düşürür. Son sahnede görüntü yerde yatan ve histerik bir gülme krizine girmiş olan Norman’ın yüzüdür.

 

Polis departmanında psikiyatristin söylediklerini dinleriz. Ona göre babasını yitiren Norman, annesinin başka bir erkekle olmasına dayanamaz, annesini ve aşığını öldürür. Bu suç onda dayanılmaz bir baskı oluşturur ve bu baskıdan kurtulmak için kendini annesinin yaşadığına inandırır, cesedi çalar, mumyalar ve mahzene saklar, ama tüm bu yaptıkları Mrs. Bates’in yaşaması için yeterli değildir, Norman annesinin de kişiliğini üstlenir. Mrs. Bates oğlu Marion ile birlikte olmak istediği için ve Marion da onu tımarhaneye kapatmak istediğinden Marion’u öldürür. Cinayet çoğu kez olduğu gibi kıskançlık yüzünden işlenmiştir. Ama bu kez bu kıskançlığı yaratan iki kişilik taşıyan bir bedenin kişiliklerinden biridir. İki kişilik barındıran bir kişinin çatışmalar yaşaması son derece doğaldır. Filmin sonunda Norman artık çatışmadan kurtulmuştur, çünkü artık Norman diye biri yoktur ve o artık tamamıyla Mrs. Bates olmuştur. Annenin kişiliği baskın gelmiş ve oğlu yenmiştir. Polis departmanında Lila ve Sam’in de bulundukları odadaki bazı dekorlar alıcıya takılır ve izleyicinin ilgisini çeker. Bunlardan ilki filmin açılış sahnesinde karşımıza çıkan ve bize kısır döngüyü anlatan vantilatördür, ilk sahnede Sam ve Marion’un ilişkilerindeki kısır döngüyü simgeleyen vantilatör bu kez Norman ve annesinin içinde bulundukları kısır döngüyü anlatır. Diğer dikkat çekici bir dekor ise motosikletli bir polis resmidir ve bize hemen Marion’un Bates Motel’e gelmeden önce karşılaştığı ve bizim ondan kurtulmasını ümit ettiğimiz polis memurunu hatırlatmaktadır. Seyirci bir anda “keşke polis memuru Marion’u bırakmasaydı, eğer öyle olsaydı Marion ölmeyecekti.” Ama polis memurunun tavsiyesi aslında Marion için ölümcül olmuştur. Finaldeki kısa sahnede yönetmen, psikiyatristin yapamadığını yapar ve bize anlatmak yerine Norman’ı görmemizi sağlar. Norman boş ve aydınlık, hatta tamamen beyaz aydınlatılmış bir odada yalnız başına oturmaktadır. Bu Norman’ı Bates Motel dışındaki bir yerde ilk görüşümüzdür ve ilk defa bu kadar aydınlıktadır. Artık tam anlamıyla annesinin yerine geçmiştir ve annesinin sesiyle konuşmaktadır. Ses sanki mezardan geliyormuş etkisi uyandırır. Konuşurken “onlar”dan söz eder. Bahsettiği “onlar”, onu izleyenlerdir ve Norman (ya da Mrs. Bates) izlendiğini bilir. Norman’ın filmin sonundaki bakışı ve histerik gülüşü tamamen seyirciye yöneliktir ve sadece kameraya bakar, gözlerini üzerimize diker ve bu bakış seyircinin -deyim yerinde ise- tüylerini diken, diken eder. Artık Mrs. Bates tamamen kazanmıştır ve aslında bize bakan da odur. Ama bu da filmin son sahnesi değildir. Son sahnede Marion’un arabasını bataklıktan vinç ile çıkartırlar. Film karanlıkta başlamıştır ve derinlerde kalanlar araba ile birlikte gün ışığına çıkarlar. Hitchcock bizi bilinçdışında bir yolculuğa çıkarır ve yolculuk oldukça yararlıdır. Film boyunca derinlerde gizli güç olarak barındırdığımız kötülüklerin bilincine varırız. Saplantılarımız ve dürtülerimiz hakkında daha gerçekçi oluruz. Yapılan tam anlamıyla bir terapidir ve başarıya da ulaşır. Seyirci filmden çıkarken kendisi ile buluşmuş ve hesaplaşmıştır.

 

Hitchcock gerilimi izleyiciye yaşatırken, filmin özünde Norman ve Marion’un yüzleşmesi üzerine kurar. Normal ve anormal arasındaki farklılık sergilenir. Marion’un zorlayıcı davranışlarıyla Norman Bates’in psikoz davranışları sergilenir. Burada Freudyen analiz yöntemine yakın bir davranış sergilenir. İzleyici ana karakter üzerinde bir tür araştırma ve incelemeye itilir. Ne zaman normal, ne zaman anormal olacağını beklemeye başlar. Hitchcock bizi bir psikolog gibi yönlendirir. Karakterleri izledikçe daha çok bilmek isteriz, ama bildikçe, öğrendikçe korkar, endişe duyarız araştırmacıların gerçeği bulmalarını isteriz. Öğrendikçe daha çok merak ederiz, merak duygusu bizi bilmediğimiz şeylere doğru daha çok yönlendirir. Yaşadığımız gerilim artmaktadır. Ancak hep bir şokla son bulur.

 

Filmin yapısını üç bölümde okumak mümkündür. İlk bölümde kadın objesinin cinselliği ve suçu Marion Crane’de, ikinci bölümde erkek objenin arzu ve korkuları Norman Bates’de ve son bölümde kayıp bir kadının sosyal aramasını Norman Bates bedenindeki Mrs. Bates’de görmek mümkündür.

 

Sapık, klasik trajedyanın günümüze yansımasıdır, 20. yüzyılın “Macbeth”i ya da “Suç ve Ceza”sıdır. Modern sanatın en büyük başyapıtlarından biridir.

Kaynakça

1- Atilla Dorsay, 100 Yılın 100 Filmi. İstanbul, Remzi Yayınları, 1996

2- Tania Modleski, The Women Who Knew Too Much: Hitchcock and Feminist Theory. Methuen & Co, New York, 1988

3- David Sterritt, The Films of Hitchcock. Cambridge, 1993

4- Donald Spoto, The Art of Alfred Hitchcock: Fifty Years of His Motion Pictures. Doubleday Dolphin, New York, 1992

5- Donald Spoto, The Dark Side of Genius: The Life of Alfred Hitchcock. Little Brown, New York, 1982

6- Seçil Büker, Kim Korkar Hain Hitchcock’tan. Ankara, Öteki Yayınları, 1994

7- Robin Wood, Hitchcock Sineması. Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2024

İbrahim Karabiber

ikarabiber27@gmail.com