Issız Adam’da Issızlığın Niteliği Üzerine

Başı öne eğik, yaşadıkları beyninde bir uğultu şeklinde sıralanıyor, sokağa doğru sessizce süzülüyor. Gittiği yön içindeki acelecilik ve sancıyla çelişiyor; tıpkı aldığı komutları bir mekanik arızadan dolayı yerine getiremeyen robot gibi, beyin ve yürekteki uyumsuzluğun çelişkisi adımlarına yansıyor. Varlığı ve yokluğu belli belirsiz bir duyguyu ve bulanıklığı yaşatmak istercesine gidiyor, geliyor, sonra aynı yöne tekrar dönüyor; bir yangın yerinde yüreği ateşlerde, kendi dışarıda acılı bir annenin her defasında uzaklaştırılıp tekrar kendini ateşlere atması gibi…

Alper (Cemal Hünal) ve Ada (Melis Birkan) her ikisi de aşk ve yaşam biçimi üzerine farklı gerçeklikle ilşkilendirilebilecek karakterlerdir. Kent yaşamı üzerine kurgulanmış ve bu yaşamda herkesin kendi payına düşeni aldığı bir anlatı diyemeyeceğim. Paylaşmak her şeyden önce adil olması gereken, insancıl birlikteliğe işaret eder. Filmimizde paylaşılanın ne olduğu ve izleyiciyi bu kadar etkileyen kurgunun ve dilin (hatta sinema büyüsünden sıyrılarak insanların öykündüğü durum) üzerinde durmak istiyorum. Filmin konusu üzerine biraz eğildiğimizde ortaya çıkan kahramanımızın çarpık yaşantısı, düzene sokamadığı duyguları; ilişkilerindeki yer yer sapkınlık derecesine varan gel-gitler; hepsi çağımızın insan üzerine düşmüş ağır gölgesidir.

Alper

Ada bir bakıma Alper tarafından kullanılmaya çalışılan bir denek rolündedir. Bir karşıtlığın sunumu gibi algılanabilir. Bir tarafta olanca saflığıyla başlangıçta sevmekten ve aşktan korkan; ama kendince büyülü dünyayı, aşkı keşfettiğini sanarak karşı tarafın akış yönüne teslim ettiği duyguları… İlişkiler yumağı izlence süresince insanda hem tiksinti hem de acıma dürtüsünü birçok kez harekete geçiriyor. Modern zamanlarda gerek edebiyat gerekse sinema ve sanatın birçok dalı tarafından sıkça işlenen kimlik karmaşası ve kent yaşamının çarpıklığının insan ruhu üzerindeki yansımaları derin bir izlek oluşturuyor. Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanından uyarladığı Anayurt Oteli (1987) filmdeki Zebercet isimli hastalıklı karakterle yukarıda bahsettiğim çelişkili kimlik bir yönüyle uyuşmakta.

Yönetmenimizin (Çağan Irmak) filmin asıl yükünü son sahnelere bindirmesi ve birçok kişiyi duygu yüklü sahnelerle baş başa bırakarak ve gözyaşlarıyla mendili yine klasik biçimde buluşturması, Alper kahramanımızıa realite açısından hiç de hak etmediği bir üne kavuşturmuştur. Asıl sorgulanması gereken noktanın bu olduğu kanısındayım. Neden izleyici birden film boyunca yaşananları bir kenara atarak kendini bırakır? Hak edip etmediğini düşünmez ve kavuşamadıkları için üzülürüz. Yoksa üzüldüğümüz orada baskın olmayan Ada’nın düştüğü durum mudur acaba? Tutulan safta ortada modern bir aşk öyküsünün dramı olarak mı algılanmıştır izleyici tarafından? Yazının giriş paragrafında yapılan betimleme, aslında izleyici kitlesinin film sonundaki genel ruh halidir. Buradan da neyi ve nasıl izlediğimiz sorunsalı ortaya çıkıyor. Elbette ki insanların beğenisi ve nelere karşı tepki göstereceği farklıdır; ama beğeni ve etkileşim de yetişme tarzı ve kültürle alakalıdır. Yıllarca sinemamızda geniş izleyici kitlesine sunulan ve beğenilen filmler, arabesk bir çığırtkanlık ve yoğun bir duygu istismarı kimliğiyle öne çıktılar. (Sanatının doruk noktasına çıkmış ve belli başlı filmlerimizi de ayrı tutuyorum tabii ki.) İnsanın beğenisini sorgulamak haklı mıdır bu da ayrı bir soru; ama üretkenlik güdülen amaçsa tabii ki sorgulanabilir.

Ada

Yine Babam ve Oğlum (2005) filmini izleyenlerin gönlünde taht kuran sahneler duygu yüklü bölümlerdir. Demek istediğim sinemamızda işin içine biraz duygu yoğunluğu, biraz da aşk soslandığı zaman oluyor mu bu işler? İzleyici oranı kriter ise oluyor demek ki… Issız adam filminde de bu bakış açısından yer yer bölümler olduğunu da belirtmek isterim.

Her şeye rağmen film, “aslolan aşktır” felsefesini sağlam bir örgü ve müzikle süsleyerek ruhlarımıza “ıssız adam” motifini yüklemiş ve birçok izleyiciyi etkisi altına almıştır.

Yazan: Zebercet