Godot’yu Beklerken (Samuel Beckett)

Samuel Beckett’in, “Godot’yu Beklerken” adlı oyununda beş kişiyle karşılaşırız. Estragon, Vladimir, Pozzo, Lucky ve Çocuk. Estragon ve Vladimir, Godot’yu bekleyen iki garip insanoğlu; Pozzo ve Lucky, karşılarına çıkan birileri ve Çocuk da Godot’dan haber getiren bir ulaktır. Oyunun geçtiği mekan büyük bir olasılıkla tepsi gibi düz bir tepe ve o tepedeki tek ağacın çevresidir. Mekan ıssız, zaman ise konuşmalardan anladığımız kadarıyla, 20. yy’ın ortalarıdır. Godot’yu bekleyenler, kimi zaman bulundukları yeri ve zamanı unutan, kimi zaman çekip gitmek isteyen ama bunu yapacak cesareti içlerinde bulamayan, ancak yine de neden beklediklerini tam olarak bilemedikleri halde, beklemeyi kendilerine iş edinenlerdir.

Vladimir, Estragon’a göre belki biraz daha aklı başında gözükür. En azından, Estragon gibi unutkanlık sorunu yoktur. Hatta, zaman zaman düşünmeye bile teşebbüs eder. Estragon, Pozzo’nun sıyırıp attığı kemiklere saldırır, Vladimir ise buna yüz vermez. Ancak sonuçta ikisi de sefil yaşamlarına bir anlam kazandırmaya çalışan, bunun için de kendilerine Godot’yu beklemeyi amaç edinen iki insandır. Mekandaki o tek ağaç belki tüm “Dünya”, belki de neden içinde olduklarını çıkaramadıkları “Yaşam”dır.

Oyundaki zaman kavramının belirsizliği ağaçtan bize yansır. Dün ile bugün arasında geçen, saatler de olabilir, yıllar da. Eğer Estragon ile Vladimir’e İnsan ırkının genel özelliklerini yüklersek, onları tek tek kişiler olmaktan çıkarıp daha toplam bir varlığa dönüştürürsek, zamanın belki devaramadıklarını hissetmişlerdir. Durum böyle olunca da, tüm varoluşların sırrına ermek için, hep birinin ya da bir şeylerin gökten inip açıklama yapmasını beklemişlerdir. Ölümü tanımışlar ama daha varoluşu bilemeden, yok oluşu kabule yanaşmamışlardır.

Estragon ile Vladimir’in karşılaştıkları Pozzo, onlara, toprakları üzerinde bulunduklarını söyler. Pozzo, bir toprak ağası olabilir ya da daha geniş anlamıyla bir efendi. Pozzo’nun sermayeyi temsil ettiğini düşünürsek diyebiliriz ki Pozzo aslında iktidara sahip olan egemen sınıftır. Ben Pozzo’yu Devletle eşleştiriyorum.

İnsanların bir araya gelip doğaya ve kendilerince düşman ilan ettikleri başkalarına karşı oluşturdukları bir aygıt olarak görüyorum Devleti. Birlikte olduklarında, bir üst yapıya ait olduklarını hissettiklerinde, uğrunda yaşayıp ya da ölebilecekleri bir amaç edindiklerinde, insanların kendi varoluşlarını, yok oluşlarını pek de umursamadıklarını düşünüyorum. Devletin, insanların yaşamlarına anlam kazandıran bir yanı var. İsyan etmek istediklerinde bile, buna zemin hazırlayan vesayısız yılları kapsadığını düşünebiliriz. Ne de olsa, insanlar genellikle bir şeylerin olmasını beklerler. Yıllardır, yüz yıllardır, hatta bin yıllardır. Ayağa kalktıkları o ilk andan beri hep, neden ayağa kalktıkları da dahil olmak üzere yaşamı, yeryüzünü, yıldızları sorgulamış ve ne kadar bilgi sahibi olurlarsa olsunlar, aslında ulaşmak istedikleri bilginin kıyısına bile  yıkıp, yerine yine bir benzerini getirme sürekliliği sağlayan başka bir yönü de.

Peki, Pozzo eğer Devlet ise ya da gerçek iktidarı ellerinde bulunduran egemen sınıflar, Lucky ne oluyor? Oyunda Lucky, efendisinin yanından ayrılmayan bir köle gibi. Aşağılanmayı kaldırıyor, hatta Pozzo’ya göre, terk edilmemek için tüm bunlara seve seve katlanıyor. Ancak diğer yandan, efendisini çileden çıkarabiliyor. Eskiden onu eğlendirirken, oyalarken ve düşündürürken, şimdi ağzını açmıyor. Açtığında da kafalar karışıyor, sinirler geriliyor. Efendisinin yükünü o taşıyor, hizmetini görüyor ve belki de, efendi ile diğerleri arasındaki iletişimi sağlıyor. Yani, ona eskiden anlattığı hikayeler, oradan buradan duyup getirdiği haberler ya da eğlenip dinlensin diye yaptığı her şey, aslında efendisiyle, hükmettiği ahali arasındaki köprüyü oluşturuyor.

İktidarlara egemen olan sınıfların sahip oldukları ideolojik aygıtlara denk düşüyor, Lucky. İstenince, güdülen halk için dans ediyor, istenince düşünüyor. Ancak, ucu elden kaçınca gevşeyen ipler gibi, gün gelip de işlevini yitirmeye başlayınca, efendi tarafından gözden çıkarılabiliyor. Tabii yerine yenisi konmak koşuluyla. Lucky’nin o tek söylevini ben, belki biraz komik olacak ama bizim medyanın bu günlerdeki haline benzetiyorum. Baskıdan kurtulunca “konuşmaya başlayan” ancak, her şeyi aynı anda yılların sabırsızlığıyla söyleyip bitirmek isteyen, rüştünü ispat etme isteğiyle, efendiye karşı kusur işlememe dürtüsü arasına sıkışıp kalan bir hali var.

Pozzo’nun zamanın bir yerinde kör olmasıyla, Lucky’nin de dilsiz olması, temsil ettiklerini düşündüğüm sistemlerin yapısına aykırı olmasa gerek. Egemenlerin zaafa düştükleri anlarda, onları ayakta tutan, bir sonraki bahara çıkaran birileri hep olmuştur. Ya uyguladıkları korku dozu yüksek baskı metotları, ya da geleceğe yönelik teklif edilen pay almalar, rüşvetler. İdeolojik aygıtlar, sistemin bu gününü pekiştirirken, yarınını da kotarma görevine ve gücüne sahip değiller mi? Biri kör olduğunda diğerinin dilsizliği veya sağırlığı sürpriz mi sayılmalı?

Tüm bu karmaşanın ortasında, bir şekilde Dünya’ya gelmiş olmanın dışında bir suçu ve aslında pek de bir işlevi bulunmayan insanoğlu ise, içinde olduğu, ne alınır ne de satılır bu durumuna bir anlam vermeye çalışıyor. Ne yapıyor? Sığınacak bir kuytu arıyor, elinden tutacağı bir veli ve dayanacağı bir ağaç. Estragon ile Vladimir’in bekledikleri Godot, aslında Tanrı mı? Eğer öyleyse, bu Tanrı’dan neden Pozzo’nun ve Lucky’nin haberleri yok? Dahası, neden Pozzo’yu gördüklerinde onu Godot sanıyorlar? Godot eğer Tanrı oluyorsa, ondan haberler getiren Çocuk bir tür peygamber olabilir mi? Ya da bir melek? Öyleyse bu nasıl bir elçi, ya da melek ki, yalan söylüyor? Çok iyimser bir yaklaşımla, Çocuk için diyebilirim ki, o bir gelecek umududur. Ancak bir çocuk söylediğinde yalan sayılmayan şeyler söyler ve tüm saflığıyla der ki: “Ümit etmekten vazgeçmeyin.” Belki de Godot, hepimizin içinde zaman zaman belirip yok olan “çekip gitme” isteğini bastıran bahanelerin toplamıdır. Ayağa kalkan ama aslında kendi ayakları üzerinde duramayan insanoğlunun, varoluşunun ve yok olacak olmasının acımasız gerçeğiyle yüzleşmesini önleyen bir tür supaptır.

Sonuç olarak bence “Godot’yu Beklerken” bir insanlık öyküsüdür. Absürd tiyatronun bir örneğidir. Bu oyunu izleyenler, salondan ayrılırken pek de mutlu sayılmazlar. Hoşça bir-iki saat geçirip, sıkıntılarını unutmamışlardır. Yoğun bir söz ve mimik bombardımanına uğramış, silkelenmiş ve biraz da hırpalanmışlardır. Çoğunun aklında, o bildik! sorular şekillenmiştir: “Ben kimim?”, “Burada ne işim var?”, “Nasıl yani?!” Oyunun bir başı ya da sonu olduğunu kimse iddia edemez. Her an, bittiğini sandığımız noktadan başlayabilir. “Saçma” kavramına açıklama getirmenin bir yoludur bu, tıpkı insanoğlunun halleri üzerine edilecek ciltler dolusu sözler gibi.

Yazan:

Sinema Sosyolojisi Ne İşe Yarar?

25 Kasım 2024 Yazan: admin  
Kategori: Logos, Sinema

İzlediğim ilk filmini doğrusu hatırlamıyorum ama büyük bir olasılıkla Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ya da Külkedisi olmalı. Her ikisini de aynı dönemde izlemiş olmalıyım. Daha önceleri defalarca bana okunan, anlatılan bir masalı, benim düşlerimde en küçük ayrıntısına kadar yaşatmaya çalıştığım kahramanları ve özellikle de o yakışıklı prensleri kanlı canlı karşımda bulmam kim bilir beni nasıl etkilemişti?..

Sanırım o zamanlar sinemayla ilgili ilk izlenimim, benim düşlerim ile başkalarının düşleri arasında bazı farklılıklar bulunduğuydu. Öyle ya, benim yakışıklı prensim filmde hiç de cazip durmuyordu. Cücelerim sevimsiz, hele Pamuk Prenses ve Külkedisi içler acısıydı. Tabii bu izlenimde minik bir kıskançlık ve bolca da onların bana hiçbir şekilde benzememesinin payı olsa gerek. Her neyse, sonuçta , demek böyle bir şeydi..

Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum, bir gün bir yerlerde okuduğum bir şey bana “Yapma yav!” dedirtti. Okuduğuma göre bu iki masal ve filmleri küçük kızlara aslında diyormuş ki: “Bakın minikler, ilerde siz de böyle yakışıklı ve zengin bir koca bulmak istiyorsanız, işte böyle olacaksınız. İyi, nazik, güzel, sevimli, alçakgönüllü, söz dinleyen, yumuşak başlı, iyiliksever ve ve …” Öf sıkıldım!.. Ha! bir de sabırlı!.. Aslında sadece kızlara değil delikanlılara da epey bir şeyler söylüyormuş ama onu da onlar düşünsün.

Sosyolojisi” denilen şeyle benim ilk tanışmam böyle oldu herhalde. Elbette ki resmi bir tanıştırılma söz konusu değildi. Ancak göz aşinalığı diyebiliriz. Resmi olarak tanıştığımda şöyle bir şey duydum: “Her şey her şeye bağlıdır. Bir şey olmazsa hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.”

Sosyolojisi’nin “Aslında ne diyor?”, “Neden böyle anlatıyor?” gibi soruların yanıtını araştırdığını düşünüyorum. Simgelerle uğraşıyor, göndermelere güveniyor, filmin çekildiği zamandan başlayıp mekana, konuya, yazana, oynayana, ne giyindiklerine ve nasıl aydınlatıldıklarına kadar her veriyi inceliyor.

Böylece ‘temel anlam düzeyi’nden başlayıp, ‘yan anlam düzeyleri’ne ulaşıyor. Sonuçta her karesine gerekli özeni gösterip filmi çözümlüyor ve insanlara diyor ki: “Öyle her gördüğünüze inanmayın. Bu film aslında ‘bunları, bunları’ söylüyor!.. ‘bunları’ da ‘bunun’ için söylüyor ve sizi haince aldatıyor. Rahatladığınızı sanıyorsunuz değil mi? Mutlu oluyorsunuz. Yanılıyorsunuz!.. Bir kandırmacayı yaşıyorsunuz.. Aslında, farkında mısınız bilmem ama yönlendiriliyorsunuz. Ne haber?!”

Bunları söyleyen Sosyolojisi, işte tam da bu noktada işe yaramaya başlıyor. İnsanları dürtüklüyor, itekliyor hatta hızını alamayıp bazen tepe-taklak ediyor. Planlayarak düşünmeye azmettiriyor. Bunları yaptıkça da sinemayı bir olmaktan çıkarıyor sanki. Çünkü ın “Toplumlar için öncü bir güç olduğu” ve “İnsanları aydınlatma, düşündürme, doğruya ve güzele yöneltme gibi bir sorumlulukla çevrelendiği” tanımlamalarıyla büyüyenler: “Eğer bize yalan söylüyorsa, sanata da ihanet ediyordur!” diye düşünebilirler. Yani hem mevcut ‘lanetli’ düzenin devamı için sinsice çaba harcayacak, hem de hiçbir sıkıntı belirtisi göstermeden “Ben 7. ım!” diyecek?.. Tam olarak bilemiyorum ama bu günlerde kafamı kurcalıyor bu soru. Belki de Sosyolojisi’nin bir marifetidir bu, bilemem..
Sonra…

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Benim filmi izleme keyfim sizlere ömür! Hatta reklam filmleri, klipler, afişler, fotoğraflar ve yağlıboya resimler bile tat vermiyor. Vesikalık fotoğraflardan da kuşkulanmaya başladım.

Eskiden o mutlu günlerimde örneğin, dikey çizgilerin ve çaprazların, o karmaşanın insanın üzerinde yarattığı gerilimi bilmeden, ağız tadıyla gerilmekteydim. Ama şimdi? Ne yani, bana ne yapmak istediklerini bile bile mutlu mu olmalıyım? O uzun gölgelerin neden kullanıldığını bilerek ya da tam o anda giren melodinin, başlamak için neden tam da o anı seçmek zorunda olduğunu anlayarak, nasıl keyifleneyim?

Yaram taze onun için fazla deşmek istemiyorum. Yoksa daha çok örnek verebilirdim bu konuda, ancak yüreğim dayanmıyor. İşte bu dayanılmaz durumu biraz çekilir hale getirmek için “Aslında ne diyor?” oyunu oynuyorum. Evet, keyif vermeye başladı ama bazı sakıncaları var tabii. Öncelikle birçok şeyin aslında ne demek olduğunu daha tam olarak anlayamıyorum. Okuyup öğrenmek gerek. Yine de bir filmi izleyerek toplumun ne halde olduğunu ya da insanlara bakarak: “Hıım.. Bunlardan çıksa çıksa şöyle bir film çıkar” deme yolundayım. Bakalım zaman gösterecek?..
Ve zamanla..
1) Hiçbir filmin eski tadı olmayacak.
a) Beni bir tür ‘keriz’ yerine koyanların niye koyduklarını bileceğim.
b) Beni insan yerine koyanların niye koyduklarını da bileceğim.

2) Bende bir paranoya başlayacak. Filmden, klipten, afişten, fotoğraftan, resimden ve derken, derken… karşıma çıkan insanlardan bile huylanmaya başlayacağım. İçimden yükselen, o ısrarcı ses şöyle diyecek bana: “Çözümle onu!” Mesleki açıdan durum pek parlak gözükmüyor. Bildiklerimi ve bileceklerimi uygulayarak insanları etkileyebilirim. Onları akıllarının ucundan bile geçmeyen şeylere yönlendirebilirim. İstediğimi yedirip, istediğimi giydirebilirim. Onlara seyrederek mutlu olacakları filmler çekebilirim, şarkılar söyleyebilirim. Ben var ya ben!, onları ertesi güne hazırlayanların arasına katılabilirim! İşin acı tarafı bunu yaptığımı bile bile yine de bunu yapabilirim. Kötü bir düş gibi..

3) Başka ne yapabilirim? Bildiklerimi insanları ayıltmak! için kullanabilirim belki. O zaman da ben ve benim gibilerin uzun yıllar süren bu çabası sonunda herkes başlarına örülen çorabı anlar. Sonra ne olur?.. Belki yeni bir düzen kurulur, yani anlatamayacağım kadar mükemmel bir düzen. Ütopyalar gerçekleşir belki. Şahane olur her şey, olağanüstü! harika!.. İyi de sonra ne olur? O inanılmaz mükemmellikteki düzeni sürdürmek için birileri durumdan vazife çıkarır. Yeniden bir mekanizma işlemeye başlar. Yeni kuşakları yetiştirmek için, güzelliğin devamı için ve düzenin bekası için. İnsanların yine ertesi güne hazırlanmaları gerekir mi? Hayır, bu soruyu soruyorum çünkü eğer böyle bir şey olmayacaksa ben işsiz kalacağım demektir.

4) Görüldüğü üzere durumum gerçekten vahim. Umarım ilerde şöyle demem: “ Sosyolojisi mi?? Keşke hiç karşılaşmasaydık!!”

Yazan:

« Önceki Sayfa