Karanlıkta Uyananlar (1964, Ertem Göreç)

“Bursa’da havlucu Recep’e,
Karabük fabrikasında,

tesviyeci Hasan’a düşman,
fakir köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleyman’a düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…”
(Nazım Hikmet)

Türk sinemasının en ilginç ismine sahip filmlerinden Karanlıkta Uyananlar(1964, Ertem Göreç)bir yandan güneş doğmadan işe gitmek üzere evden çıkmak zorunda kalan insanların yaşadığı zorlu hayatı ve içinde bulundukları ‘’karanlıktan’’ uyanışı anlatırken diğer yandan aslında karanlıkta ‘’uyuyan’’ ve uyanma olasılığı bulunmayan asalak bir kitlenin varlığını ortaya koymaktadır. Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı filmin Antalya Altın Portakal Festivali’nde gösterilecek olması üzerine kendilerini milliyetçi ve muhafazakâr olarak tanımlayan kitleler ‘’kızıl yüzbaşı’’ geliyor demek suretiyle halkı kışkırtmak için bir bildiri yayımlamış, filmi izlemek isteyenleri tehdit ederek filmi gösteren salonları taşlamışlar ve en sonunda birçok olayların çıkmasına sebep olduğu için İçişleri Bakanlığının emri ile vizyondan kaldırılmıştır. Ancak aradan geçen zaman içerisinde o gün filmi taşlayanların çocuklarının bugün filmi savunur hale gelmiş olması tarihin garip cilvelerindendir.

‘’Şehrimizde devam etmekte olan film festivali dolayısıyla aşırı sol zihniyet, sanatı kendi ideolojilerine alet etmek üzere bir tertibe başvurmuşlardır… Halen festival dolayısıyla şehrimizde gösterilmekte olan filmlerden ‘’Karanlıkta Uyananlar’’ isimli eserin bir gizli maksat dolayısıyla festivale iştirak ettirilip önceden alınmış bir kararla mükâfatlandırılması planlanmıştır. Şirin Antalya’mızın asil masumiyetini de istismar eden aşırı sol zihniyetin bu emellerine ulaşacaklarına kani değiliz… Her şeye rağmen filmin senaristi olan Vedat Türkali, gerçek ismiyle Abdülkadir Demirkan’ın ‘’Türkiye gizli Komünist Partisi’’ni kurmaktan, partinin yeraltı hücre teşkilatını organize etmekten, partiye aidat sağlamaktan ve bizzat komünizm propagandası yapmaktan dolayı sicilli bir komünist olduğunu muhterem Antalya halkının bilmesi, bu hususu sanat yönünün zayıflığını politik muhtevası ile kapatmaya çalışan bu filmi değerlendirirken dikkate alması bilhassa rica olunur.’’ (Milliyetçi Antalya Gençliği)

Antalya Milletvekili Ömer Eken’in, Karanlıkta Uyananlar isimli filmin senaryosunu yazan şahsın kim olduğuna ve komünistlik suçundan dokuz yıl ağır hapse hükümlü bulunup bulunmadığına dair sözlü soru önergesinin Başbakanlığa gönderildiği haberi 10 Temmuz 1965 tarihli Milliyet gazetesinde yer almış olması film hakkındaki olumsuz görüşlerin yaygınlığını göstermeye yeterlidir. 11 Mayıs 1965 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, ‘’Bütün eleştiricilerin olumlu olarak onayladıkları ve gösterildiği yerlerde halkoyunun sempatisini kazanan ‘’Karanlıkta Uyananlar’’ filminin birinci ödüle lâyık görülmeyişi hem hayret, hem de üzüntü uyandırmıştır.’’ denilerek filmin göz ardı edildiğinin vurgulanması en azından o dönemde de değerini bilenlerin olduğunu göstermektedir.

Vedat Türkali anılarını anlattığı Komünist isimli kitabında, ‘’Emekli edilmesiyle muhalefete geçen, azgın, komünist düşmanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın bile, İnsan Hakları Cemiyeti’nin kuruculuğuna kalkıştığı için, tüm iktidar basınınca “komünist” diye saldırıya uğrayacağı günlere doğru gidilen bir ortamdan’’ bahseder. Muhalif sayılan hemen herkesin komünistlikle suçlanmasına dünyanın her yerinde sıklıkla rastlandığı, henüz 1848 yılında ‘’Avrupa’da bir heyula kol geziyor-komünizm heyulası’’ diye başladıktan sonra ‘’iktidardaki hasımları tarafından komünistlikle suçlanmamış tek bir muhalefet partisi gösterebilir misiniz?’’ diye devam eden Komünist Manifesto’da açıkça ifade edilmiştir.

‘’Komünistlerin görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini açıkça bütün dünyanın gözleri önüne sermelerinin ve bu komünizm heyulası masalına partinin kendisinin bir manifestoyla karşılık vermesinin tam zamanıdır.’’ denilerek Marks ve Engels’e kaleme alma görevi verilen Komünist Manifesto, nasıl komünistler ve en geniş ifadeyle solcular için değerliyse Karanlıkta Uyananlar filminin de Türkiye’deki komünistler için aynı derecede değerli olduğunu düşünüyorum. Vedat Türkali, haysiyetli ve namuslu bir insan sorumluluğuyla, inandığı fikirleri halkına anlatırken ortaya diğer ülke sinemalarında bile eşine ender rastlanabilecek nitelikte bir film ortaya çıkmışsa da hiçbir zaman değeri bilinmemiş, hiçbir zaman tartışılmamış ve unutulmak üzere kaderine terk edilmiştir. Ürettiklerinin büyük bir çoğunluğu çöp olan Türk sinemasının geçmişinde böylesine değerli filmlerin olması gurur verici olmasına karşın temiz bir kopyasının günümüz seyircisine ulaştırılmaması da aynı derecede utanç vericidir.


‘’Dünya dolar saltanatının başkenti Amerika’da, bilgisayar programları düzenler gibi, dünyayı elinde tutma yolu olarak cinsellikten dinselliğe her türden en yüksek düzeyde saptırıcı öğretiler, kof ama çekici düşünce-sanat-edebiyat akımları üretiliyor bugün. Tüm medya olanaklarıyla kozmopolit bir evrensellik içinde yeryüzüne sürülen bu ağılı kültürün de bayıltıcı etkisiyle sınıflar arası savaş uyutulmaya çalışılıyor, kişiler, kurumlar satın alınıyor, ulusal kurtuluş kavgası yürüten ülkelerdeki kimi sınıflar, katmanlarla çıkar bağları güçlendiriliyor; bir terslik çıktı mı da, ortalık hiç acımaksızın gizli, açık kana bulanıyor. Bunun en somut, en acı örneklerini gene kendi ülkemizde görüyor, yaşıyoruz. Gerçek vatanseverler vatan haini sayılıp sırasında öldürülüyor, ülkemizi yabancılara, Amerikalılara haraç mezat devredenler vatansever diye dolaşıyor bugün Türkiye’mizde.’’ (Vedat Türkali, Komünist)

Solun, özellikle komünizmin, nereye giderse gitsin her yerde karşısına çıkan ve söylediği diğer şeyleri unutturacak kadar baskın hale gelerek kitlelerin uzaklaşmasına sebep olduğu için sürekli savunmada kaldığı iki önemli konu mülkiyet ve kadın ‘’ortaklığı’’ meselesidir. Manifesto’da her iki konuya değinilerek açıklama getirilmeye çalışılmışsa da insanların şüphelerinin giderilmiş olduğu söylenemez. Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük katkılarına rağmen katıksız Rus düşmanlığı sol düşüncenin Türkiye’de yaşam alanı bulmasını iyice güçleştiren üçüncü etken olmuştur. Komünizm Batı kaynaklı olmasına karşın Ekim Devrimi’nin ardından Rusların iyisiyle kötüsüyle her şeyin sorumlusu sayıldığı bir döneme girilmiştir. En azından bazı sorunları aşabilmek maksadıyla 1935 yılında toplanan Komintern’in son kongresinde ‘’faşizme karşı birleşik cephe’’ çizgisi benimsenmiş, bu çizginin Türkiye’de uygulanabilmesinin ilk adımı olarak Türkiye Komünist Partisi’nin Komintern bünyesinden ayrılarak, ayrı çalışması kararı alınmıştır. ‘’Desantralizasyon’’ veya ‘’Separat’’ olarak adlandırılan bu kararla Türk hükümetinin ve Türk halkının Sovyetler Birliği ile dostluk çizgisine daha kolay çekilebileceği düşünülmüş, partinin gizli teşkilatları kaldırılarak, üyelerin yasal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmesi teşvik edilmişse de başarılı olunamamıştır. Karardan yıllar sonra bile ‘’Tüm aramamıza karşın, gizli çalışan bir TKP örgütü bulamadığımıza göre, böyle bir örgütü biz kendi aramızda kuramaz mıyız diye çoktandır düşünmeye başlamıştık.’’ diyen Vedat Türkali ‘’desantralizasyon’’ kararı ile Kemalizm’e yumuşak yaklaşım döneminin başladığı ancak bu durumun ‘’halk yığınlarının bilinç düzeyine, ülkenin düşünce yapısına, aldatıcı olduğu kadar da yıkıcı etkisi’’ olduğunu yazmıştır.

‘’27 Mayıs’tan sonra, sosyalizm, ilk kez kitleselleşme imkânı bulduğunda, anti-emperyalizm ve bağımsızlıkçılık düşüncesini hegemonik söylemin iki merkezi kavramı olan milliyetçilik ve Kemalizm ile kaynaştırmayı denemiştir. Böylece sol hareket, hâkim ideoloji tarafından, Türk toplumuna ‘’yabancı’’, ‘’kökü dışarıda’’, ‘’içeriye sız(dırıl)mış’’ bir akımmış gibi gösterilmesine karşı, kendisini ‘’yerli’’ ve ‘’milli’’ bir hareket olarak kabul ettirmek istiyordu. Yabancı olana (emperyalistlere) karşı, yerli olanın (milletin) çıkarlarını savunduğunu bildirmek, yerli ve milli bir kimlik kazanmanın kanalı olabilirdi. İkinci olarak, dışarıdan gelen bir düşmana karşı içeride kitlesel bir direnç yaratmak için, daha önce bütün milletin yabancı boyunduruğuna karşı seferber edileceğini kanıtlamış olan Mustafa Kemal’e referans vermenin sağlayacağı üstünlükleri kazanmayı amaçlıyordu. Sol, böylece, yerli, milli, Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve Cumhuriyet’in kurucusunun takipçisi olarak bir toplumsal meşruiyet sağlayabilir, kendisini gayrimeşru gibi göstermek isteyen hâkim ideolojilerin girişimlerini boşa çıkarabilirdi.’’ (Gökhan Atılgan, Anti-Emperyalizm ve Bağımsızlıkçılık (1920-1971)

Manifesto’da komünizmin ayırt edici özelliğinin genel olarak mülkiyete son verilmesi değil, burjuva mülkiyetine son verilmesi olduğu vurgulanarak ‘’Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içerisinde emekçinin salt sermayeyi artırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.’’ denilmiş ve ‘’Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz oysa özel mülkiyet sizin mevcut toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır.’’ denilerek konu açıklığa kavuşturulmaya çalışılmışsa da çoğunluk için ikna edici olmaktan uzak kalmıştır. Vedat Türkali filmde bu konuya açıklık getirmek için, Turgut’un (Fikret Hakan) fabrikanın ‘’mülkiyetini’’ işçilere devretmesine karşın evine, arabasına ve diğer mallarına ilişkin bir ‘’paylaşım’’ fikrine yer vermeyerek ‘’üretim araçlarının ortak mülkiyeti’’ ile ‘’insan yaşamının devamı’’ için olan mülkiyet arasındaki farkı izah etmeye çalışmıştır.

Yasaların çiğnenmediğinin ve kanunlara uygun hareket edildiğinin birçok yerde dile getirilmesi, komünistlerin Moskova’dan gizli talimatlar almadığı, ülkesinin kanunlarına uygun olarak çalıştığı yönünde halkın ikna edilmesi yönündeki gayretlerden birisidir. İşçi Ekrem’in bir kızı sevmesi ve evlilik hazırlığı yapması, ‘’kadın ortaklığı’’ meselesinde komünizm evlenmeye, aile kurmaya karşı değildir ve kadın ortaklığı diye bir şey yoktur vurgusundan başka bir şey değildir. Niyazi Berkes bu iki konu ile ilişkili olarak anılarında şöyle yazar.

‘’Ansızın beni ilgilendiren bir konu üzerinde yarı şaka yarı ciddi bir konuşma başladığını fark ettim. On, on bir yaşlarında olmalıydım. Ansızın bir ‘’Bolşeviklik’’ konusu açılmıştı. O zamana değin bu sözcüğü duymadığım halde o gün söylenenler beni ilgilendirmişti çünkü ilk kez duyduğum şeyler söyleniyordu. Konu üzerinde fazla bir bilgileri yoktu ama söylediklerine yarı inanır, yarı inanmaz bir halleri vardı. Bir de arada bir kıkır kıkır gülüşmeleri, arada sırada çocukların anlayamayacağını sandıkları sözlerle konuşmaları ilgimi çekmişti. Sert bir düşmanlık belirmiyordu. Yalnızca iki konu gelince birbirine karşıt sözler ediliyor, ötekine karşı da kıkır kıkır gülüyorlardı. Birincisi mal mülk paylaşıklığı sorunu, ikincisi kadınların paylaşık olacağı. Ben birinci soruna olmaktan çok ikinciye kulak kabartmıştım. O konuya kulak kabartacak yaşa gelmişim demek.’’ (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)

İthal edilenler kadar kaliteli boya yapabilen ve mühendislerinin başarısıyla gurur duyan Yetimoğlu Boya Fabrikası yerli sermaye ile kurulmuş hatta patron Şeref Bey geçmişte işçi olarak çalışmış, inşaatlarda boya tenekelerini sırtlamıştır ancak o günlerin artık geride kaldığı açıktır. ‘’Biz en iyi boyayı yapıyoruz, hâlâ dışarıdan boya geliyor.’’ diyen patron siyasi bağlantılarını kullanarak ‘’boya ithalinin yasaklanmasına’’ çalışmakta ve dolayısıyla ‘’tekel’’ haline gelerek sermayesini artırma peşindedir. Fabrikanın adının Yetimoğlu olması geçmişten yani Osmanlı Devleti’nden miras kalmadığı, Cumhuriyet ile kurulan ‘’milli’’ fabrikalardan olduğu, patronun isminin Şeref olması ise zenginleştikten sonra halkı için değil işbirlikçiler için çalışan, halkını küçük görerek kendisine emanet edilen ‘’yerli’’ sanayiyi yabancılara peşkeş çeken ve ülkesine ihanet eden bir ‘’şerefsiz’’e dönüşümü adım adım göstermek içindir.

‘’Ben ne kazanıyorum ki size vereyim’’ diyen patron Şeref’in, işçilere ‘’Sendika ne demek, sendikanız yere batsın. Hakkı yenen bana gelsin, fesatçılık, bozgunculuk yapanlarla, açıktan para isteyenlerle işim yok.’’ demesi ve sendikaya yeni üye olan üç kişinin, diğerlerine gözdağı vermek üzere işten çıkartılmaları karşısında hak arama mücadelesine başlayan işçilerin aralarındaki tartışmaları, kavgaları ve en nihayetinde birlik olarak ‘’sınıf bilincine’’ vararak ‘’demokratik devrim’’ yapmaları filmin konusunu oluşturur. İşçilerin bir grev teşebbüsü sırasında onların da işten atılacağını düşünen işsizlerin fabrika önünde toplandıkları sahne anlamlı ve bir o kadar da acıdır. Engels, ‘’Eğer tüm proleterler burjuvazi için çalışmak yerine açlıktan ölmekte kararlı olduklarını açıklasalardı, burjuvazi, tekelinden vazgeçmek zorunda kalırdı. Ama böyle olmuyor –zaten olması da olanaksız.’’ dedikten sonra işçiler arasındaki rekabete ilişkin şöyle devam etmektedir:

“Rekabet, modern sivil toplumda egemen olan herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, varolma savaşı, her şey için savaş, gereksinim durumunda ölüm-kalım savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet halindeyseler, işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler. Mekanik dokuma tezgâhındaki dokumacı, el-tezgâhı dokumacısıyla, işsiz ya da düşük ücretli el-tezgâhı dokumacısı işi olanla ya da daha iyi ücret alanla rekabet halindedir; her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere karşı duyduğu nefret ve bu birliklerin başına çöken her yenilginin burjuvazinin utkusu olması bu nedenledir.” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu)

Fabrikanın işçileri yoksuldur, hak ettikleri paranın altında, boğaz tokluğuna, açlık sınırında bir ücrete çalışırlar. Bazı işçiler ekmeklerinden olmalarını sendikaya üye olmalarına bağlamakta ve ‘’batsın sendikanız’’ diyerek ‘’yanlış bilince’’ saplanırken, gerçeği görebilenler ‘’biz bu korkaklıkla hiçbir şey yapamayız’’ karamsarlığındadırlar. “Sendika sensin, sen, ben, o, hepimiz’’ diyen Ekrem ürettikleri boya kutusunu eline alıp göstererek, ‘’Şu meydana gelir miydi emeğimiz olmadan? İşte, bunu yaratan emeğimizin hakkını biz almazsak kim verir bize? Kanun bir hak vermiş size, köpek gibi korkup titreşeceğinize, hele bir sımsıkı tutunun birbirinize, bakın o zaman kimse sizin ekmeğinizle, insanlığınızla oynayabilir mi?’’ diye işçilere seslenir. İşçilerin arasında Ermeni, Rum ve Yahudilerin olması ‘’işçinin vatanı yoktur’’ vurgusu yapmaktadır.

Sendikalaşmanın ve birlik olmasın menfaatlerine olduğunun bilincinde olmayan ve haklarını alamadıklarını düşünen bazı işçiler makineleri parçalamak için harekete geçse de, kırıp parçalamanın çare olmayacağını dile getiren sendikalı yani ‘’bilinçli’’ olanlar tarafından engellenirler. Sanayileşmenin bütün acımasızlığı ile kendisini hissettirip, eskiye ait ne varsa yok ettiği ve toplumsal bütün bağları parçaladığı dönemde içine düştükleri durumdan nasıl çıkacağına dair fikri olmayan işçilerin tepkilerini, bu durumun sorumlusu olarak gördükleri makinelere gösterdikleri işçinin ilkel eylemi makine kırıcılığı şöyle anlatılır:

‘’Önce tek tek işçiler, sonra bir fabrikanın işçileri, daha sonra da bir bölgede aynı işkolunda çalışan işçiler kendilerini doğrudan sömüren tek tek burjuvalara karşı mücadele ederler. Bunlar saldırılarını yalnızca burjuva üretim ilişkilerine değil, doğrudan doğruya üretim araçlarına yöneltirler; yabancı rakip malları kırıp döker, makineleri parçalar, fabrikaları ateşe verir, Ortaçağ işçisinin yitip giden konumunu yeniden kazanmaya uğraşırlar.’’ (Manifesto)

Patron, zaten işler gevşek, sendikasızlar bana yeter, yevmiye ödemekten kurtarırlar beni diyerek grev çağrısı yapan işçilerin eylemini gizli bir ‘’memnuniyetle’’ karşılar. Filmde sendika, işçinin yanındadır ancak tarihte patronla anlaşıp stoklar bitene kadar grev kararı alan ve işçiyi sefil eden alçakların olduğu bilinmektedir. İşçinin hakkını koruduğu bahanesiyle hareket eden ancak patronun adamı olmaktan ileri gidemeyen bu soysuzlar ‘’ispiyoncu’’ karakteri ile temsil edilmektedir.

‘’Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla sadece sendika bilincini yani sendikalar içerisindeki birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların iyi eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marks ve Engels de, burjuva aydın tabakasına mensupturlar.’’ (V.İ. Lenin, Ne Yapmalı?)

Marksist yazındaki önemli kavramlardan biri sınıf bilincidir. Manifesto’da sürekli bir kavganın içerisinde yer alan burjuvazinin, yanında mücadele etmesi için siyasi harekete çekmek zorunda kaldığı proletaryaya kendi eliyle eğitim sağladığı ve böylece ‘’proletaryayı kendine karşı savaşması için gerekli silahlarla donattığı’’ ayrıca ‘’burjuva ideologlarının ve hâkim sınıfın küçük bir kesiminin devrimci sınıfa katılacağı’’ iddia edilmektedir. Feodal toplum yapısında ‘’sınıf bilincini’’ burjuvaziye aşılayacak bir kesimin olmadığı, ‘’tarihte son derece devrimci bir rol oynayan burjuvazinin’’ açtığı yolda kendi çabalarıyla yürüdüğünün belirtilmesine ve ‘’burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar arasında yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır’’ denilmesine karşın, proletaryanın ‘’dışarıdan’’ bir bilinç getirilmediği takdirde aynı işi sonuna kadar götüremeyeceği ima edilir. Lenin daha sonra bu görüşü çok daha ileri götürerek proletaryanın bilinçlendirilmesi uğruna ‘’yapay’’ bir aydın kesimi icat ederek ona asla hak etmediği ‘’tarihsel’’ bir rol biçmiş, emek ve üretimle, hak ve adaletle, haysiyet ve ilkeyle hiçbir ilgisi olmayan asalak bir aydınlar topluluğunun türemesine neden olmuştur. Zamanında insanın, halkın ve emekçinin yanında durduğunu iddia eden ve kendisine ‘’aydın’’ diye rol biçen soysuzların şu an burjuvazinin en haysiyetsiz ve insanlık düşmanı kesimini oluşturduğu unutulmamalıdır.

‘’Halkla bağlarını koparan birçok aydınımız bütün sahte aydınlar gibi, bir fasit daire içindeler. Kendi dünyalarında, manasız kavgaları ile meşguller. Politikacılarımız? Onlar da sahte aydınlarımızın bir kolu zaten. Memleketle, halkla tek ilgileri, halkın, memleketin lafını etmekten ibaret… Bütün ümitleri Amerika’da; İktidar partisi Amerikalılara dayanarak iktidarda kalacağına, muhalefet de Amerikalıları gücendirmezse iktidara geçebileceğine inanmış. Ve arada büyük laflar, demokrasi, hürriyet, insan hakları falan filan. Fakat halktan yana olan aydınları, halk çocuklarını ‘’vatan haini’’ diye ezmekte, hepsi müttefik.

Mütareke yıllarını sanki yeniden yaşıyoruz. Aynı bozguncu ruh, aynı teslimiyet… Aydınlar, politikacılar halka inanmıyorlar; bağımsız yaşayabileceğimize inanmıyorlar. Bir yandan Atatürk ideallerinin mirasçısıyız diye haykırırken, diğer yandan da bağımsızlığımızın Amerikan himaye ve hibeleriyle sigortalandığını söyleyen bu yeni mandacılar, halkı görmez ve duymaz sanıyorlarsa, aldanıyorlar. Atatürk’ün Amerikan mandacılarına verdiği şu cevabı biz unutmadık, onlar da hatırlar elbet:

‘’Ecnebi bir devlet himaye ve sahabetini kabul etmek, insanlık evsafından mahrumiyeti, aciz ve meskeneti itiraftan başka bir şey değildir. Adalet dilenmekle ve kendine acındırmakla millet ve devlet işleri görülemez; millet ve devlet bağımsızlığı sağlanamaz. Adalet dilenmek ve kendine acındırmak gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin müstakbel çocukları bunu, bir an hatırdan çıkarmamalıdır.’’ (Mehmet Ali Aybar, Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm)

Bu yazı teorik bir tartışmaya girmek için yetersiz olsa da ‘’sınıf bilinci’’ sorumluluğu verilmiş ‘’aydın’’ kesimi kavramına ve böyle davrandığını iddia edenlere karşı olduğumu ve eleştirimin temelinde bu şekilde davranmaktan utanmayan ikiyüzlü insanlar olduğunu söylemeliyim. Yazdığı yazıda, çektiği filmde, söylediği şarkıda ezilenin yanında, sömürenin karşısında olduğunu iddia eden ancak emekçinin bir aylık kazancını bir saatte harcarken asla utanmayan, ‘’yattığı yerden’’ iş, işçi, üretim, hak, adalet, praksis, yabancılaşma, sınıf bilinci, devlet, emek, sermaye kavramları üzerine ‘’mangalda kül bırakmayan’’ ve kendilerine aydın sıfatını layık gören birçok asalak yanında durduğunu iddia ettiği ‘’sınıftan’’ çok ‘’düşman’’ olarak nitelediği sınıfın ‘’kamplarında’’ gününü gün etmektedir. Samimi, haysiyetli, eleştirel düşünceye açık, mücadeleci bir avuç insan ise hapishane duvarları arasında ömür tüketmiş veya ülkesine hasret kalarak yabancı diyarlarda ölüp gitmiştir. ‘’Hüner kafayı doğru yolu bulmaya işletmekte, yoksa yaptığın ne işe yarar’’ diyen Karanlıkta Uyananlar bu açıdan bakıldığında ülkesindeki mücadelede proletaryayı yalnız bırakan ‘’aydınları’’ kıyasıya eleştirmektedir.

‘’Bir de bizim Amerikalara, İngilterelere gönderdiğimiz delikanlıları düşün; üç yılda bir sınıf atlayıp kadın kız peşinde pabuç eskitenleri… Dönüşlerinde ne getiriyorlar memleketlerine? Marihuananın pis kokusunu, viskinin faziletini ve yanlış bir Batı hayranlığını… Bu yüzden, biz İkinci Dünya Savaşına girmediğimiz halde, ekonomik güçlükler içinde debeleniyor, çalkalanıyoruz; Fakat bizim Batıcılarımız uygarlığı bilimde, teknikte, laboratuvarda aramıyor, genç kızların babalarının karşısında bacak bacak üstüne atıp sigara içtiğinde; delikanlıların babaları ile içki kadehi tokuşturduklarında buluyorlar… Ama o delikanlı kendi hayatını kendi kazanıyormuş ama genç kız evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş; bizim Batıcı oğlanlar buna bakmıyorlar, hem baba kesesinden hovardalık etmek, hem de babayla kadeh tokuşturmak istiyorlar.’’ (İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri)

Şeref Bey’in ölümünün ardından fabrikanın başına geçen oğlu Turgut, fabrikanın duvarlarına resim yapan -ressam kızın ve onun şahsında sanatçıların halka uzaklığı bir işçinin ağzından ‘’badana yapmak’’ olarak dile getirilir- Nevin’le yakınlaşır. Nevin, Turgut’u şairlerin, ressamların, yazarların kısaca ‘’aydınların’’ uğrak yeri bir mekâna götürür. Kendi ülkesinin sorunlarına alabildiğine uzak, asalak, Batı taklitçisi, vasıfsız, eğlence düşkünü, içkinin ve yoz cinselliğin içinde kaybolmuş, halkından soyutlanmış ‘’aydınlar’’ arasında dolaşan Turgut’un şahsında Vedat Türkali belki de kendi yaşamında sık karşılaştığı insanların ve ortamların rezilliğini anlatmaya çalışmaktadır. Orada bulunan bir gazeteci, Turgut’un ‘’bunlar kim?’’ sorusuna ‘’Fransa’da krallık ilan edilse burada padişahlığı savunacak olanlardır’’ diye cevap verir. Gazetecinin isminin ‘’Aydın’’ olması ise anlamlıdır. Bu zihniyete ilişkin Falih Rıfkı Atay’ın kelimesi kelimesine katıldığım tespitlerini okuyunca tarihte söylenmemiş hiçbir şey olmadığına, herkesin her şeyi işine geldiği kadarıyla bildiğine olan inancım bir kez daha doğrulanmış oldu:

‘’Tanzimat’tan sonra iki çeşit adam yetişmiştir: Biri Garp taklitçisi ve Garp mahkûmu… Tepeden tırnağa ‘’alafranga’’ cilâlı adam… Milletinden ve memleketinden de uzaklaşmıştır. Milletinden umutsuzdur. Ve memleketinin kendisini benimsemediğini de bilir. Frenk doğmadığına pişmandır. Ancak Düvel-i muazzama kontrolü altındaki bir Türkiye’de hayat hakkı olduğuna inanmıştır. ‘’Bu millet adam olmaz’’ ona göre. Bu milletin ona borcu, ya içeride rahat ve refah içinde yaşatmaktır, ya elçilikler kadrosunda ona yer, konak ve araba ve altın vermektir.’’ (Falih Rıfkı Atay, Çankaya)

Attila İlhan, Nurullah Ataç’ın Ulus gazetesindeki köşesinde, ‘’Bizim devrim dediğimiz hareketin amacı, bu ülkeyi Batı ülkelerine benzetmektir: devrimcisi ile gelenekçisi ile’’ yazdıktan sonra ‘’biz görüyoruz eksiğimizi: Yunanca öğrenmedik, Latince öğrenmedik, Avrupalıların eğitiminden geçmedik; onun için, ne denli uğraşsak, Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz. Gençleri, kendilerine hür edebiyatı öğreterek kurtarabiliriz. Eski Yunan’ın, eski Roma’nın edebiyatını; Platon’un, Aristophanes’in, Euripides’in, Herakles’in, Vergilius’un eserlerini okusunlar; onların etkisi ile Avrupa edebiyatlarının eserlerini okusunlar.’’ dediğini yazar ve şöyle devam eder:

‘’Atatürk, ileri atılışlarında; daima statükocu, el altından sinsi sinsi, Tanzimat bürokratlarının, pasif dayatışına uğramıştır. Gerçekte Atatürk Partisi, ‘millet içinde’ değil ‘kendi partisi içinde’, azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü, bu inançsızların eline geçti. Türkiye’nin Atatürk sonrası ve demokrasi tarihi; dünya tarihine, karaktersiz aydınların, bir millete yapabilecekleri kötülüklerin örneği olarak ve Kurtuluş tarihi ise, sağlam karakterde bir aydının, nasıl mucizeler yaratabileceğinin örneği olarak geçecektir…’’ (Attila İlhan)

karanlikta-uyananlar-ertem-gorec

Babasının sağlığında işçilerle arkadaşlık eden ve babasının tutumunu eleştiren Turgut, haklarını almaları gerektiğini düşündüğü işçilerin gevşek davranması üzerine ‘’müstahak size’’ der, ‘’bir grev yapamadınız.’’ Turgut işçi arkadaşlarıyla gezip tozmakta, içmekte, eğlenmekte ancak gecenin sonunda küfrettiği zengin babasının evine dönmekte, rahat yatağına uzanmakta ve çalışıp üretmediği için baba parası yemektedir. Babasının Turgut’un cebine koyduğu para arkadaşım dediği işçilerden esirgenen paradan başka bir şey değildir aslında. Bir asalak olan Turgut patron olunca arkadaşları için hiçbir şey yapmayacaktır zaten. Turgut karakterinin aslında neye karşılık geldiği Manifesto’da şöyle izah edilmiştir:

‘’Sosyalist burjuvalar isterler ki hem modern yaşam koşullarının nimetlerinden yararlansınlar hem de bu koşulların kaçınılmaz sonucu olan mücadelelerden ve tehlikelerden uzak dursunlar. İsterler ki mevcut toplum sürsün ama onu devrimcileştiren ve çözen unsurlar olmasın. Proletaryasız burjuvazi isterler. Burjuvazi doğal olarak kendisinin hâkim olduğu bir dünyayı dünyaların en iyisi sayar.’’ (Komünist Manifesto)

Patron olduktan sonra kendisinin de kandırıldığını ve sömürüldüğünü anlayamayan Turgut’un haklarını görmezden geldiği işçilerin greve çıkması üzerine ‘’beraber çalışsak olmaz mıydı’’ demesi ‘’kendi suretinde bir dünya yaratmak’’ isteyen burjuvazinin her şeyi kendi egemenliği altında tutma gayretinin dışavurumudur. Sarhoş olduğu bir akşam arabayı yolun ortasında durdurup direksiyonun üzerine eğilerek ‘’anlayamıyorum, neler oluyor’’ derken karşı yönden gelen bir arabacının ‘’uyan taş arabası uyan’’ demesi, gerçekleri görmesi için yapılan son ikazdır. Ve çok başarılı bir şekilde işlenmiştir. Bu ‘’uyan’’ çağrısı aynı zamanda Türk halkına yapılmış bir çağrı olarak değerlendirilebilir. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu isimli eserinde ‘’burjuvazinin proletaryayı zincirlediği kölelik, hiçbir yerde, fabrika sisteminde olduğundan daha belirgin değildir’’ diyerek patronun oturduğu, emekçinin karın tokluğuna razı olduğu ‘’beraber çalışmanın’’ ne demek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

‘’Özel mülkiyete son verilecek olursa her türlü faaliyet durur ve genel bir tembellik yayılır diye bir itirazda bulunulmuştur. Öyle olsaydı burjuva toplumu atalet yüzünden çoktan yıkılıp gitmiş olurdu çünkü bu toplumda çalışanlar kazanmazken kazananlar çalışmamaktadır.’’ (Manifesto)

Babasının öldüğü akşam geç saatlerde ‘’eski’’ arkadaşlarının yanına gelen Turgut onlarla içer. ‘’Fabrikanın kuruluşunda ben dâhil hepimiz çalıştık, bu fabrika hepimizin’’ diyen Turgut işçilerle birlikte fabrikanın kapısına dikilerek ‘’fabrika bizim’’ sloganı atmaya başlarlar. Gürültü üzerine bekçinin kapıyı açıp, şaşkınlıkla kalabalığa bakması ve sarhoş olduğu için sızan Turgut’u içeriye/em alarak, ‘’haddinizi bilin’’ dercesine demir kapıyı işçilerin suratlarına kapatması ‘’kurtuluşu’’ başkalarında arayanların içine düştüğü durumun içler acısı halini anlatan filmin en anlamlı sahnelerinden birisidir. Vedat Türkali yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:

‘’Samsun’da rakı fabrikası olan bir ünlü varsılın, Aslan Bey’in adı bizim mahallede “yoksul babası”na çıkmıştı. Yakınımızdaki bir göçmen köyüne neler neler bağışlamıştı bu iyi yürekli adam! Çocuklara da okul kitapları yardımı yapıyormuş! Ortaokul ikide olmalıyım. Okul çoktan başlamış; kitabım yok. Çevrem, ev de içinde, beni zorluyorlar, gidip Aslan Bey’den kitap istemeye: Gittim sonunda. Yazıhanesinde oturmuş adama utana sıkıla sokulup isteğimi söyler söylemez nasıl kovulduğumu anımsadıkça bugün bile ürperti duyuyorum.’’ (Vedat Türkali, Komünist)


Turgut işlerden anlamadığı bahanesiyle yönetimi müdürlere bırakmaya razı bir görüntü çizer, zaten başka çaresi de yoktur. Eski günlerin hatırına işten atılanların geri alınmasını istese de ‘’babanızın kurduğu düzeni sürdürmek’’ istiyorsanız bunu yapmayalım diyen müdürler karşısında geri adım atar. Kendi uzmanlık alanlarına ilişkin birçok teknik detayla Turgut’u boğan müdürler fabrikanın kontrolünü tamamen ele geçirdikleri gibi işçilere hiçbir şey vermemeyi başarırlar. Turgut işçilere merhamet etse de içinde yer aldığının yeni farkına vardığı ‘’sınıfsal çıkarları’’ buna izin vermez. Sınıfsal çıkarlar müdürler ve diğer işverenler tarafından temsil edilir.

Boya ithalinin yasaklanmasının ardından büyük bir iş almalarına karşın hammadde bulamadıkları için düşük kalite boya yapmaktan başka çare bulamazlar ancak yapılan analizler sonucu üretilen boyanın şartnamedeki kaliteyi taşımadığı ortaya çıkınca anlaşma iptal edilerek fabrika tazminat ödemeye mahkûm edilir. Böylece yerli sanayi içerden ve dışardan yapılan ‘’ayak oyunlarıyla’’ yok olmanın eşiğine getirilir. Devlet adına ihaleye katılan yetkililer arasında da işbirlikçi alçaklar vardır. Boyanın şartnameye uymadığının kesinleşmesi üzerine boya ithaline karar verilir. Her şey önceden planlandığı için gümrüklerde boya bekleten ithalatçı firmalar yasağın kalkmasıyla boyaları derhal ülkeye sokarlar.

Fabrika sahibi bir burjuva olan Turgut’un komiserle konuşarak gözaltında bulunan arkadaşı Ekrem’i serbest bıraktırması, komiserin Turgut’u görünce ayağa kalkması sahnesinin Manifesto’da ‘’Modern devlet iktidarı bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir kuruldan başka bir şey değildir.’’ ilkesinin hayata geçirilmesi olarak görebiliriz. Yıllar sonra Yılmaz Güney’in Umut isimli filminde de benzer bir sahneyle karşılaşılması tesadüf değildir.

‘’Her çağda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleri olmuştur.’’ diyen Marks, burjuvazinin, proletaryayı sömürmeye başladığı andan itibaren, sınıf mücadelesini iyi ve kötü arasındaki ahlaki savaşa indirgemeye çalıştığını söylemiştir. Ahlâkî etiket, çatışmanın ekonomik kökünü gizlemeyi ve sınıf düşmanının faaliyetini gizleyerek işçi sınıfının eksikliklerini onları zayıflatmak amacıyla, ahlaki kusura ve alay konusuna dönüştürür. İşbirlikçi ithalatçı firmaların alaycı bir ifadeyle ‘’Kayseriliden, Sivaslıdan adam olacak da bizim boya sanayimiz olacak öyle mi’’ demeleri işçilerin küçümsenmesi ve halkından utanç duyularak ona beceriksiz rolünün biçilmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca Nevin’in işçilerin toplantısına katılarak ‘’size insanca hiçbir şey layık değil’’ diyerek işçileri ‘’hayvanlıkla’’ suçlaması bu zihniyetin dışavurumudur. Bir zamanlar kendisi de bir işçi olan Şeref, şimdi Şeref Bey olmuş hatta omuz omuza çalıştığı insanları ‘’çalışmamakla’’ suçlayabilecek duruma gelmiştir.

’Boya sanayisi kurmaya ne gerek var, der. Dışarıdan gelen boyaları birbirine karıştırmak ve ambalajlamak neyimize yetmiyor ki diyen, ‘’kendi çıkarını vatanın menfaatlerinden yüksek tutan’’ alçaklar ve ‘’kökü dışarıda kan emici sülükler’’ yerli sanayinin yok edilerek yabancılara peşkeş çekilmesi ve ülkenin sömürgeleştirilmesi için çalışmaktadırlar. Turgut boyaları teslim edemediği için borcunu ödeyemez ve fabrika bir ülkenin sanayisini kendi eliyle yok etmesi karşılığında kendisine layık görülen ambalaj atölyesine dönüştürülür. Yerli sanayinin yabancılara peşkeş çekilmesi gece kulüplerinde, hamamlarda dansöz eşliğinde yapılır. Bunlar Batılının zihnindeki oryantalist imgelerdir ve işbirlikçiler bu imgeleri sömürmek suretiyle yaltaklanırlar.

İşçiler bu durumu kabullenmez ve fabrikalarına sahip çıkarlar. İşçilerin yaktığı bir kıvılcım sonucu bütün mahalleli, bütün bir halk, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar hepsi birden fabrikanın etrafına toplanarak oynanan oyunu bozmaya çalışırlar. Halk fabrika grevi aracılığıyla ülkesinin ekonomisine, sanayisine, bağımsızlığına sahip çıkar. Vedat Türkali çocukluğunda bile ‘’hakkını arayan’’ insanların yanında olduğunu ve sevinç duyduğunu şöyle anlatır:

‘’Okula gidip gelirken, reji’nin, tütün mağazalarının önünden geçiyoruz. Bir akşam dönüşü yolları doldurmuş işçi kalabalığıyla karşılaştım; gündeliklerinde anlaşmazlık çıkmış, iş bırakmışlar. Nasıl bir sevince, heyecana düşmüştüm! Gizlice tuttuğum yolda arandığım bir şeyle buluşuyordum ilk kez. Gençliğimin imge gücüyle düş dünyamı en etkileyen olaylardan biri olup kaldı, aralarından geçtiğim sokaklarda gezinen, öbek öbek yığılıp söyleşen o işçi kalabalığı. Anımsadığım, ikinci günde bitti olay. Benim için sürüp gidiyordu. En doğruyu yapmışlardı yoksul işçiler; daha da neler yapacaklardı kim bilir?’’ (Vedat Türkali, Komünist)

Her şeyi yitiren Turgut fabrikayı işçilere verir. Böylece üretim araçlarının kolektif mülkiyetine geçilir ve hak aramanın meşru olduğu, komünizmin korkulacak bir şey olmadığı, işbirlikçiler ve sömürgecilerle mücadele edilebilmesi için birlikte hareket edilmesi gerektiği vurgulanır. ‘’Türk işçisi anayasanın bekçisidir’’ afişi de bu amaca hizmet etmektedir. Grev alanındaki çadırda bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Bebeğin adı Umut olsun derler, bir diğeri Vur-al olsun diye bağırır ve oybirliğiyle Zafer olmasına karar verilir. Böylece ‘’zafer’’ ülkesine ve sanayisine sahip çıkmak için omuz omuza veren ve ‘’emperyalist güçlerin’’ oyununu bozan ve ‘’Bu milleti sömürmeye, köle etmeye gelenleri karşısında biz varız’’ diyen Türk halkının olacaktır.

‘’Yaşadığım toplumu gerçek boyutları içinde kavramamda, yaşadığım bu koşulların payı olmuştur kuşkusuz; ancak kardeşçe bir dünya özlemimde, beni kuşatan ortamda soluduğum egemen kültür de en az o kadar etkili olmuştur diye düşünürüm. Temelinde ilkel komünal dayanışma, paylaşma duygularına dayalı, yoksulları birbirine bağlayan İslam kültürüydü bu. Mahallemizdeki konu komşularımız, “teyze”ler, “dayı”lar, “emmi”ler, “ağabey”ler, “abla”lar, kiminde kavgalara, küskünlüklere varan günlük sürtüşmelere karşın, birbirini sayan, kollayan, sırasında dert ortağı olan bir topluluk içinde yaşıyorlardı. Bu yoksullar, güç durumda kalmış birinin tarlasına imece çalışmaya gidiyorlar; güçleri ölçüsünde birbirlerine ödünç araç gereç, sıkışanlara elleri yettiğince, faizsiz, senetsiz-sepetsiz borç, küçük paralar veriyorlar; Ramazan ayı yaklaşırken değişik evlerde toplanan kadınlar, haftalar boyu birlikte çalışarak her evin gereksinimi kadar yufka yapıyorlar, birbirlerine yemek, belirli kutsal günlerde kardıkları helvayı gönderiyorlar; doğumunda, düğününde, ölümünde, hastalığında, bayram günlerinde dertlerini, acılarını, mutluluklarını birbirleriyle paylaşıyorlardı. Yabanıl kapitalizmin, bugün bizde, yerine bir şey koymadan çiğnemeye zorladığı bu Müslüman’ca dayanışmalı yardımlaşmalar, ileri kapitalist ülkelerde sosyal demokrat uygulamalarla karşılanan insanlık gereksinimidir. Bizde, sosyal demokrat geçinen partiler halka hiçbir şey vermedikleri için, kimi dinci partilerin halkça benimsenmesinde, salt dinsel inançlara bağlılıktan çok, halkın bu geleneksel dayanışma duygularını, mahallelerde kimi gösterişli yardımlarla ustaca sömürmeleri etken olmuştur. Büyük kuramcı kasıntısıyla İslam kaynaklı özelliklerin sınıflar arası çatışmayı gevşetip halkın bilincini körelterek toplumu gerilettiği yargısına varırken, o ilişkilerdeki bu insancıl yanın görülüp doğru değerlendirilmesi gerektiği de düşünülmelidir.’’ (Vedat Türkali, Komünist)

Vedat Türkali anılarında, ‘’Yaptığımız, Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını okuyup Marksist bilgimizi genişletirken, ülkemizin sorunlarına çözüm üretmeye çalışmaktı. Hiç güç değildi o da. İşçi sınıfı ile köylü emekçiler sömürüye karşı el ele vererek burjuva iktidarını yıkıp “inkılâp” yaptılar mı çözülmeyecek hiçbir sorun yoktu.’’ diye anlatır. Bu anlatımda bir ironi olduğu ve ‘’kolaycılığa kaçıldığı’’ sezilir çünkü daha sonra şöyle devam etmektedir:

‘’Emekçi yığınların desteğinden yoksun, kendi halkıyla bütünleşmemiş hiçbir devrimci atılımın, küçük burjuva serüvenciliğinden öteye geçip başarıya ulaştığı görülmemiştir. Burjuva devlet aygıtını yıkıp proleter devletini kurmak, tüm dünyada uzun yıllar denenip çıkmazlığı kanıtlanmış küçük burjuva kökenli anarşizmin anladığı anlamda, yolda, bireylerin silaha davranmalarıyla değil, bilimsel devrimci öğreti çizgisinden sapmayan gerçek devrimcilerin emekçi yığınlardan kopmadan yürütecekleri örgütlü savaşımlarıyla varabilecekleri iktidar aşamasında yapmaları gerekli, kiminde zorunlu, yeğlemedir. İktidara ulaşmanın biçimini -demokratik seçim yolu da içinde-, her ülkenin kendi tarihsel koşulları belirler. Çıkış biçimi özgün Fidel Castro, halkınca bağrına bastırıldığı için başarmıştır. Başına ödül konarak aranırken dağda kendini yakalayınca adını söylememesi için uyarıp kurtulmasını sağlayan yüzbaşı, salt kendinin değil, Küba halkının da isteğini yerine getirmişti.’’ (Vedat Türkali, Komünist)

Karanlıkta Uyananlar ‘’sol’’ düşüncenin ‘’kökünün’’ dışarıda olmadığının vurgulanarak komünizm düşüncesinin milli unsurlarla harmanlandığı ve halkla bütünleşilerek, kitlelerin desteğinin kazanılması yollarının aranma çabasını gösteren filmdir. Belirli bir zaman dilimi verilmemiş olsa da çekildiği dönemi anlatan filmde ana izlek olarak Komünist Manifesto esas alınmış, işçi sınıfının oluşumu, tarihsel gelişimi ve bilinçlenmesi anlatılmış ve başta Mihri Belli olmak üzere dönemin solcu önderlerinin ‘’millici’’ görüşlerinin etkisinin hissedildiği rahatlıkla söylenebilir. Bir edebiyat eseri olarak nitelendirilmese de çok değerli bir metin olduğu asla inkâr edilemeyecek Manifesto’nun durumu neyse, bazı yönlerine ciddi eleştiriler getirilecek olmasının değerini azaltmayacağı ve bugün bize izlememiz için dayatılan ucuz, bayağı ve haysiyetten yoksun yoz ‘’sinemanın’’ ötesinde yer alan Karanlıkta Uyananlar’ın durumu odur.

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.