Sinema Sosyolojisi Ne İşe Yarar?

Kasım 25, 2024 by  
Filed under Sanat, Sinema

İzlediğim ilk sinema filmini doğrusu hatırlamıyorum ama büyük bir olasılıkla Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ya da Külkedisi olmalı. Her ikisini de aynı dönemde izlemiş olmalıyım. Daha önceleri defalarca bana okunan, anlatılan bir masalı, benim düşlerimde en küçük ayrıntısına kadar yaşatmaya çalıştığım kahramanları ve özellikle de o yakışıklı prensleri kanlı canlı karşımda bulmam kim bilir beni nasıl etkilemişti?..

Sanırım o zamanlar sinemayla ilgili ilk izlenimim, benim düşlerim ile başkalarının düşleri arasında bazı farklılıklar bulunduğuydu. Öyle ya, benim yakışıklı prensim filmde hiç de cazip durmuyordu. Cücelerim sevimsiz, hele Pamuk Prenses ve Külkedisi içler acısıydı. Tabii bu izlenimde minik bir kıskançlık ve bolca da onların bana hiçbir şekilde benzememesinin payı olsa gerek. Her neyse, sonuçta sinema, demek böyle bir şeydi..

Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum, bir gün bir yerlerde okuduğum bir şey bana “Yapma yav!” dedirtti. Okuduğuma göre bu iki masal ve filmleri küçük kızlara aslında diyormuş ki: “Bakın minikler, ilerde siz de böyle yakışıklı ve zengin bir koca bulmak istiyorsanız, işte böyle olacaksınız. İyi, nazik, güzel, sevimli, alçakgönüllü, söz dinleyen, yumuşak başlı, iyiliksever ve ve …” Öf sıkıldım!.. Ha! bir de sabırlı!.. Aslında sadece kızlara değil delikanlılara da epey bir şeyler söylüyormuş ama onu da onlar düşünsün.

“Sinema Sosyolojisi” denilen şeyle benim ilk tanışmam böyle oldu herhalde. Elbette ki resmi bir tanıştırılma söz konusu değildi. Ancak göz aşinalığı diyebiliriz. Resmi olarak tanıştığımda şöyle bir şey duydum: “Her şey her şeye bağlıdır. Bir şey olmazsa hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.”

Sinema Sosyolojisi’nin “Aslında ne diyor?”, “Neden böyle anlatıyor?” gibi soruların yanıtını araştırdığını düşünüyorum. Simgelerle uğraşıyor, göndermelere güveniyor, filmin çekildiği zamandan başlayıp mekana, konuya, yazana, oynayana, ne giyindiklerine ve nasıl aydınlatıldıklarına kadar her veriyi inceliyor.

Böylece ‘temel anlam düzeyi’nden başlayıp, ‘yan anlam düzeyleri’ne ulaşıyor. Sonuçta her karesine gerekli özeni gösterip filmi çözümlüyor ve insanlara diyor ki: “Öyle her gördüğünüze inanmayın. Bu film aslında ‘bunları, bunları’ söylüyor!.. ‘bunları’ da ‘bunun’ için söylüyor ve sizi haince aldatıyor. Rahatladığınızı sanıyorsunuz değil mi? Mutlu oluyorsunuz. Yanılıyorsunuz!.. Bir kandırmacayı yaşıyorsunuz.. Aslında, farkında mısınız bilmem ama yönlendiriliyorsunuz. Ne haber?!”

Bunları söyleyen Sinema Sosyolojisi, işte tam da bu noktada işe yaramaya başlıyor. İnsanları dürtüklüyor, itekliyor hatta hızını alamayıp bazen tepe-taklak ediyor. Planlayarak düşünmeye azmettiriyor. Bunları yaptıkça da sinemayı bir sanat olmaktan çıkarıyor sanki. Çünkü sanatın “Toplumlar için öncü bir güç olduğu” ve “İnsanları aydınlatma, düşündürme, doğruya ve güzele yöneltme gibi bir sorumlulukla çevrelendiği” tanımlamalarıyla büyüyenler: “Eğer sinema bize yalan söylüyorsa, sanata da ihanet ediyordur!” diye düşünebilirler. Yani sinema hem mevcut ‘lanetli’ düzenin devamı için sinsice çaba harcayacak, hem de hiçbir sıkıntı belirtisi göstermeden “Ben 7. sanatım!” diyecek?.. Tam olarak bilemiyorum ama bu günlerde kafamı kurcalıyor bu soru. Belki de Sinema Sosyolojisi’nin bir marifetidir bu, bilemem..
Sonra…

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Benim sinema filmi izleme keyfim sizlere ömür! Hatta reklam filmleri, klipler, afişler, fotoğraflar ve yağlıboya resimler bile tat vermiyor. Vesikalık fotoğraflardan da kuşkulanmaya başladım.

Eskiden o mutlu günlerimde örneğin, dikey çizgilerin ve çaprazların, o karmaşanın insanın üzerinde yarattığı gerilimi bilmeden, ağız tadıyla gerilmekteydim. Ama şimdi? Ne yani, bana ne yapmak istediklerini bile bile mutlu mu olmalıyım? O uzun gölgelerin neden kullanıldığını bilerek ya da tam o anda giren melodinin, başlamak için neden tam da o anı seçmek zorunda olduğunu anlayarak, nasıl keyifleneyim?

Yaram taze onun için fazla deşmek istemiyorum. Yoksa daha çok örnek verebilirdim bu konuda, ancak yüreğim dayanmıyor. İşte bu dayanılmaz durumu biraz çekilir hale getirmek için “Aslında ne diyor?” oyunu oynuyorum. Evet, keyif vermeye başladı ama bazı sakıncaları var tabii. Öncelikle birçok şeyin aslında ne demek olduğunu daha tam olarak anlayamıyorum. Okuyup öğrenmek gerek. Yine de bir filmi izleyerek toplumun ne halde olduğunu ya da insanlara bakarak: “Hıım.. Bunlardan çıksa çıksa şöyle bir film çıkar” deme yolundayım. Bakalım zaman gösterecek?..
Ve zamanla..
1) Hiçbir filmin eski tadı olmayacak.
a) Beni bir tür ‘keriz’ yerine koyanların niye koyduklarını bileceğim.
b) Beni insan yerine koyanların niye koyduklarını da bileceğim.

2) Bende bir paranoya başlayacak. Filmden, klipten, afişten, fotoğraftan, resimden ve derken, derken… karşıma çıkan insanlardan bile huylanmaya başlayacağım. İçimden yükselen, o ısrarcı ses şöyle diyecek bana: “Çözümle onu!” Mesleki açıdan durum pek parlak gözükmüyor. Bildiklerimi ve bileceklerimi uygulayarak insanları etkileyebilirim. Onları akıllarının ucundan bile geçmeyen şeylere yönlendirebilirim. İstediğimi yedirip, istediğimi giydirebilirim. Onlara seyrederek mutlu olacakları filmler çekebilirim, şarkılar söyleyebilirim. Ben var ya ben!, onları ertesi güne hazırlayanların arasına katılabilirim! İşin acı tarafı bunu yaptığımı bile bile yine de bunu yapabilirim. Kötü bir düş gibi..

3) Başka ne yapabilirim? Bildiklerimi insanları ayıltmak! için kullanabilirim belki. O zaman da ben ve benim gibilerin uzun yıllar süren bu çabası sonunda herkes başlarına örülen çorabı anlar. Sonra ne olur?.. Belki yeni bir düzen kurulur, yani anlatamayacağım kadar mükemmel bir düzen. Ütopyalar gerçekleşir belki. Şahane olur her şey, olağanüstü! harika!.. İyi de sonra ne olur? O inanılmaz mükemmellikteki düzeni sürdürmek için birileri durumdan vazife çıkarır. Yeniden bir mekanizma işlemeye başlar. Yeni kuşakları yetiştirmek için, güzelliğin devamı için ve düzenin bekası için. İnsanların yine ertesi güne hazırlanmaları gerekir mi? Hayır, bu soruyu soruyorum çünkü eğer böyle bir şey olmayacaksa ben işsiz kalacağım demektir.

4) Görüldüğü üzere durumum gerçekten vahim. Umarım ilerde şöyle demem: “Sinema Sosyolojisi mi?? Keşke hiç karşılaşmasaydık!!”

Yazan: Ayşegül Engin

Delicatessen {1991; Şarküteri} - Jean-Pierre Jeunet & Marc Caro

Kasım 25, 2024 by  
Filed under Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema

Film başından yakalıyor izleyiciyi. Tüm binayı saran kapalı devre bir telefon sistemi şeklindeki borular her hareketi, her sesi duymaya göre tasarlanmış ve borulardan gelen, iri yarı kasabın satır bileme sesini dinleyen, korkudan gözleri açılmış bir adamın yıkık dökük bu apartmandan, kendisini paket kâğıtlarıyla sarıp çöp bidonuyla kaçma planlarının, kafasına inen satırla son bulmasıyla… Sonrasındaysa İranlı muhteşem Görüntü Yönetmeni Darius Khondji’nin sepia filtre tonlamasını kullandığı film başlıyor ve ardından jeneriğiyle içeri alıyor sizi. Jenerikte birer birer tüm filmde emeği geçenler kırık, dökük veya yırtık imgelerin üzerine yazılmış isimleriyle tanıtılıyor: Görüntü yönetmenin adı fotoğraf makinesinin üstünde, müzik editörününki plakta, kostümcününki kumaşa işlenmiş halde, dekor yönetmenininki tahta parçalarına kazınmış, yapımcınınkiyse aynaya yansıyor.

Yiyecek kaynaklarının tükendiği, buğday ve mısır tanelerinin para yerine geçtiği, etin ise tamamen bittiği post apokaliptik zamanda geçiyor öykü. Her ne kadar görsel olarak geleceğe dair imgelemler görmesek de –sanki film İkinci Dünya Savaşı zamanında geçiyor gibi- bir distopik film olduğundan geleceğe dair derin kaygıları izleyiciye yaşatıyor; bir yandan da özgün ve yaratıcı senaryosu ve kara mizahıyla dudaklarımıza gülümseme konduruyor.

Sanki bomba düşmüş gibi duran bir sokaktaki apartmanında, kiracılarıyla yaşayan Kasap Clapet, giriş katında bir şarküteri işletiyor. Yanına aldığı çalışanlarını bir süre sonra doğruyor ve apartman halkına satıyor; aslında kiracılarının bu duruma hiç itirazı yok; onlar da payına düşen eski kapıcılarının ya omuz ya göğüs kısmıyla bir süre idare ediyorlar, karşılığında iki ya da üç ölçü mısır veya buğday vererek; tek kuralla: kendilerine dokunmak yok.

Vejetaryen, eski palyaço, nazik Stanley Louison tam bu sırada geliyor elinde kasabın “Zor Zamanlar” (!) gazetesine verdiği “kalacak yer karşılığı apatmanda yapılacak işler” ilanıyla ve apartmanda kendi dairesinde yaşayan Kasap Clapet’in kızı Julie’ye gönlünü kaptırıyor. Julie, Louison’un akıbetini bildiğinden, sevgilisini kurtarmak ve babasının elinden kaçırmak için çözümü vejetaryen bir topluluk olan Troglodistlerden yardımlarını isemekte buluyor.

Romantizm, her ne kadar filmin tümüne hâkim olmasa da aşağıdaki cümle pek hoştu:

Julie: “Bir köstebek kadar körüm, her şey sisli.”

Louison: “İçinde kaybolabilirim…”

Bu gerçeküstü kara komedi; filmin diğer karakterleri de birbirinden renkli ve tuhaf; kaba ve her zaman silahla dolaşan bir postacı; biri, sürekli başarısız ama bir o denli yaratıcı intihar girişimlerinde bulunan nazik kocasıyla yaşayan ve mutsuz, aristokrat kiracı kadına âşık, oyuncak bebekler için “moo kutuları” yapan iki kardeş; gerektiğinde kayınvalidesini yem olarak vermekten çekinmeyen satıcı; açgözlü şişman karısı ve haylaz iki oğulları; apartmanın bodrum katında yaşayan ve salyangoz ve kurbağalarıyla yaşayan ve onlarla beslenen tuhaf ihtiyar…

Yönetmenlerdeki ritim duygusu o kadar gelişmiş ki yaylı yataktaki yay gıcırtısıyla oluşan ritmi, çello sesi, bisiklet pompası, halı dövme sesi, metronom, oyuncak sesi, tavan boyama ve örgü şişlerinin sesiyle yan yana koyup ortaya müthiş bir işitsel şölen çıkarıyor. Hatta filmin ilerleyen bölümlerinde bunu müzikal testere ve çello ikilisiyle tam anlamıyla resitale dönüştürüyor.

Görsel anlamdaysa filmi bir fotoğraf gösterisi gibi izledim ve doydum diyebilirim. Sepia tonlama filmin atmosferine çok güzel yakışmış; köpük balonları, çatıdaki resital sahnesi, banyo sahnesi tam anlamıyla bir görsel şölendi.

Kısacası film beş duyuya birden hitap ediyordu. Her şeyden biraz vardı: romantik ve platonik olmak üzere iki aşk, ikiyüzlülük, yamyamlık, fedakârlık, yaramazlık, açlık, açgözlülük, vejetaryenlik, yaşam, ölüm, barbarlık, nezaket, yardımseverlik, ritim, hayal gücü, yaratıcılık vs.

İki şey çok az vardı, neredeyse yok kadar… Bir kasap dükkânı olmasına rağmen ve bir yamyam filmi olarak adlandırılabilir olmasına rağmen kan görmedik denilebilir. Belki de konunun bu kadar iç karatıcı, neredeyse bulandırıcı yanı olmasına rağmen bu duyguları yaşamamış olmamızın nedeni kanı neredeyse yönetmenin kullanmamış olması olabilir. mi?

Bir diğer az olan şeyse hayvan… Kurbağa ve sümüklü böcek dışında dört ayaklı hiçbir hayvan yoktu. Hatta filmin bir sahnesinde, sıçan düdüğünü değiş tokuş için vermek isteyen satıcıya, Clapet’in cevabı “Hiç sıçan kalmadı.” oldu.

Ancak bir tek şey gerçekten yoktu: Para. Hatta Clapet’in hazine dairesinde para yerine çuval çuval bakliyatların olması ne hoş ironiydi. Paralarını (!)  tartarken yüzündeki o zafer ve o mutluluk ifadesi gerçekten görülmeye değerdi. Filmde kiracılar, buğday veya mısır karşılığı etin karşılığını ödüyor; taksi parası olarak mercimek teklif ediliyor ama beğenilmediği için ayakkabıyla değiştiriliyordu. Değiş-tokuş sistemi baklagiller üstüne kurulmuş gibiydi.

Filmden replikler:

Clapet: “Dışarıya çıkmanı hiç tavsiye etmem. Dışarısı daha kötü; şanslı olan kazanır diyorlar.”

………..

Bu da benim favorim:

Louison: “Hiç kimse tamamen kötü olamaz; ya onları şartlar kötü biri yapmıştır ya da kötü işler yaptıklarını bilmiyorlardır.”

……….

Dedikodulardan birine göre 1988 yılında Amerika’ya yaptığı bir gezi sonrasında otelinde yediği bir et yemeğinin tadının kötü olmasından sonra “sanki insan eti” demiş ve filmi çekmeye o zaman karar vermiş Jean-Pierre Jeunet. Bir diğer dedikoduda ise bir kasap dükkânının üstünde oturuyormuş ve kasabın her sabah saat yedide bıçak bileme ve et kesme sesinden sonra kız arkadaşı kasabın aslında komşularını doğradığını söylemesiyle aklına bu filmi çekmek gelmiş ama komşuları bir hafta sonra dönmüşler. Nasıl olmuşsa olmuş ama bence çok ama çok iyi etmiş bu filmi çektiğine.

Siz büyük ihtimalle Jean-Pierre Jeunet’yi Amelie veya Kayıp Nişanlı’yla tanıyorsunuzdur. Bu film ise daha önceki döneme ait; Caro ile olan birliktelik zamanlarının eseri. Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro bu filmde bize karanlık yüzümüzü göstermiş, tam bir Anti-Amelie filmiyle karanlık, kötü, korkunç, kıtlık, açlık dolu gelecek endişemizi. Aslında Delicatessen Jean-Pierre Jeunet’nin ilk filmi olduğu için Amelie’ye Anti-Delicatessen demek çok doğru olur.

Kariyerine televizyon reklamları ve müzik klipleri çekerek başlayan Jeunet’nin ressam ve tasarımcı Marc Caro ile tanışması, sinema kariyeri için önemli bir başlangıç oldu. İkili birlikte 2 kısa film çektiler. 1978 yılında çekilen “L’ Évasion”ı, 1980 yılındaki “Le Manège” takip etti ve Le Manège ikiliye en iyi kısa film dalında César Ödülü kazandırdı. 1981’de Jeunet ve Caro, senaryo, kostüm ve prodüksiyon dizaynının ayrıntıları konusunda üzerinde bir yıldan fazla çalıştıkları yeni filmleri “Le Bunker de la dernière rafale”i çektiler.  Bu filmle Fransa’da hatırı sayılır bir başarı kazandılar ve birçok festivalden ödülle döndüler.

Daha sonra Caro’suz iki kısa film daha çeken Jean Pierre Jeunet, (1984 tarihli “Pas de repos pour Billy Brakko” ve 1989’daki “Foutaises”) Foutaises ile ikinci César ödülüne kavuştu.

1991 yılında Jean Pierre Jeunet ve Marc Caro yeni bir filmin hazırlığı için tekrar bir araya geldiler. “Delicatessen” (Şarküteri), olağanüstü bir başarı kazanarak, en iyi senaryo ve en yi yönetmen dâhil toplam 4 dalda César ödülü aldı. Delicatessen’in başarısının ardından “La Cité des enfants perdus” (Kayıp Kentin Çocukları) geldi. 1995’te tamamladıkları filmde ikili, dünyanın dört bir yanından önemli sinemacılarla çalıştı. Amerikalı aktör “Ron Perlman”, Şili doğumlu aktör “Daniel Emilfork”, Delicatessen filminde beraber çalıştıkları İranlı sinematograf “Darius Khondji”, İtalyan besteci “Angelo Badalamenti ve Fransız moda tasarımcısı “Jean-Paul Gaultier”den oluşan ekip “La Cité des enfants perdus” için bir araya geldi. Masalsı bir teması olan film, kullanılan efektlerle görsel olarak o dönemdeki teknolojinin üstüne çıktı. Bazı çevreler filmin çocuklar için fazla “Kara” olduğunu belittilerse de, Jeunet ve Caro bu yoruma, filmlerinin “Pinokyo” ve “Bambi” filmlerinden daha kara olmadığını söyleyerek cevap verdiler.

Bu eleştiriler filmin büyük bir başarı kazanmasını ve ikilinin dikkatleri çok daha fazla çekmesini engellemedi. Artık Hollywood’dan yapımcıların onları araması an meselesiydi.

1997’de, Jean-Pierre Jeunet, Alien serisinin dördüncü filmi olan “Alien: Resurrection”ı (Alien: Diriliş) çekmek üzere, Fransa’dan ayrılıp, Marc Caro ve ekibindeki diğer tüm sinemacılarla Amerika’ya gitti.

Marc Caro’yla yaptığı ortaklıklardan sonra Jeunet, 2024 senesinde kişisel olarak çekmeyi çok istediği ve senaryosunu Guillaume Laurant’la birlikte yazdığı yeni filmi için Fransa’ya döndü. Böylece, hayatı boyunca gözlemlediği ve notlar halinde yazdığı zengin ayrıntılara yer verdiği, kendisinin de yaşadığı Paris banliyölerinden biri olan Montmartre’de çektiği son filmi doğmuş oldu: “Le Fabuleux destin d’Amélie Poulain” (Amelie). Audrey Tautou ve Mathieu Kassovitz’in rol aldıkları filmin başarısında Amelie karakterine bürünen Audrey Tautou’nun oyunculuğunun büyük payı oldu. 2024 yılında vizyona giren Amelie, Fransız sinema tarihine “Tüm dünyada en büyük başarı kazanan Fransız filmi” olarak geçti. Uluslararası birçok film festivalinde sayısız ödül topladı ve 4 dalda César ödülü aldı.

Jeunet, 2024’te Sébastien Japrisot’ın kitabından sinemaya uyarladığı “Un long dimanche de fiançailles”i (Kayıp Nişanlı) çekti. Audrey Tautou ve Dominique Pinon’un başrollerini paylaştıkları filmde Amerikalı aktris Jodie Foster da rol aldı. Film büyük bütçesi ve kazandığı ödüllerle adından uzun süre söz ettirdi.

Jean-Pierre Jeunet halen, 2024’da gösterime gireceği açıklanan “Life of Pi” filmi üzerinde çalışmaktadır.

Delicatessen, 1991 yılının Avrupa Film Festivalinde En İyi Kostüm ve Dekor, En İyi Genç Film; Tokyo Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü, Catalan Film Festivali’nde En İyi Aktör, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Film Müziği Ödüllerini; 1992 yılında ise Fantasporto ödüllerinden Seyirci Jürisi Ödülünü ve yine 1992’de Cesar Ödüllerinden En İyi Düzenleme, En İyi İlk İş, En İyi Dekor, En İyi Senaryo ödüllerini almıştır.

Kısa künye:

Yönetmenler: Marc Caro & Jean-Pierre Jeunet

Oyuncular: Dominique Pinon, Marie-Laure Dougnac, Jean-Claude Dreyfus

Yapım Yılı: 1991

Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji

Yazan: reyan yüksel