Anasayfa / Sinema / Tous les matins du monde (1991, Alain Corneau)

Tous les matins du monde (1991, Alain Corneau)

Sadece Siyah Beyaz Lekeler

Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür…” der genç adam. Gece bitmiş sabah olmak üzeredir ve geriye sadece ümit kalmıştır. Yaşam geçmiştir ve yalnızca pişmanlık hissedilir. Yalnızlık. Ömrünü şöhret peşinde ve tutkusuzca geçirmiş olan adam, ustasının evini son defa ziyaret etmiştir. Yıllar boyunca ustasından ders alan adam, son bir ümitle sorar: “Hocam, sizden son dersinizi alabilir miyim?” Ustası ise ağır ve yavaşça cevap verir: “Sana ilk dersini vereyim!

Dünyanın Bütün Sabahları, Saint-Colomb adlı bestecinin hikayesidir. Tutkuyla geçirilmiş bir hayatın acı hikayesi. Hem müzik yapanın hem de müziği dinleyenin hikayesidir film. Normalde bir filmi anlamlı ve izlenilir kılan hikayesidir ama bu filmde müzik ve müzisyen adeta başrollerdedir. Döneminin müziğini ve müzik ruhunu yansıtan filmde pişmanlığın melodileri duyulur sürekli. Her müzik çaldığında veya Saint Colomb yayını hareket ettirmeye başladığında müziğin kaynağını hissederiz seyirciler olarak. Ve anlarız ki müziğin kendisi, müziğin icra edilmesinden farklıdır. Her müzik icra eden de müzisyen olamaz… Saf ve yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki ayrım gibidir bu.

Saint-Colomb’un kızı genç talebeye çaresizce aşık olur. Aslında talebe ustasının müziğine tutulur farkında olmadan. Kızının ona aşık olmasını ustasının müziğine ulaşmak için kullanır. Halbuki talebe Marais, ustasını ilk defa gördüğünde henüz bir çocuktur. Tutkudan ve müzikten bihaber (!) bir çocuk…

Saint-Colomb ise tutkulu bir müziysen… Etrafındakilerle, aslında içinde bulunduğu dünyadaki her şey ile sadece müzik vasıtasıyla ilişki kurabilir. Karısı öldüğünden beri suskun ve adeta yas içindedir. Müzik elindeki tek araç, tutunduğu tek şeydir. Ona ölen eşinin kokusunu getiren notalardır müzik. Kızlarına bir baba olarak yol göstermesi, belki kızması, en azından bir tek kelim olsun ‘‘söz’’ söylemesi gereken yerlerde bile tek söz etmez, hüzünlü gözlerle süzer onları. Onlara şefkat bile göstermez, gösteremez, zira eşinin ölümünden sonra kendisini, duygularını ifade etmesinin bir anlamı da kalmamıştır… Yüzü her daim donuktur. Soğuk, anakaradan az önce kopmuş, erimesi yüzyıllar sürecek bir buz kütlesi gibi. Fakat yanlış anlaşılmamalı, Saint-Colomb hiç de kaba birisi değildir, eşinin yokluğunda bile, sessizliğine her daim bir nezaket eşlik eder…

Saint-Colomb, sadece müzik ile, viola de gamba ile ruhundaki acıyı dindirip derdini anlatabilir… Küçük kulübesinde, kalan ömrünü inzivada geçirirken, geçirmek isterken sadece müzik onu teskin eder. Merhum karısının hayalini görür zira orada ve ona en yakın olduğu hayallerinde onunla konuşur. Leyla’sını gören bir Mecnun gibi, cinlenmiş gibi. Müzik belki de onun için yaşamın ve aşkın bizzat kendisi oluvermiştir artık.

Roland Barthes, “İki müzik vardır. Dinlenen müzik ve icra edilen müzik.” der. Müzisyenlerin kendileri ile onların icra ettiği müziği sadece dinleyenler farklıdır. Dinlemek farklı, yapmak çok daha farklıdır çünkü. Müzisyenler inzivada olanlardır. Nağmelerin zirvelerine tırmanırlar. Yalnızlıkları ve acılarıyla birlikte figan ederler. Izdırabı yaşarlar, köküne kadar, kendi köklerine kadar, kökleri nereye kadar uzanmışsa o kadar. Fırtınalı bir günde rüzgar sesinde müziği duyarlar onlar, koparıldıkları ilahi esintinin sesini. Onlara ayrılıktan şikayet edecek bir enstrüman alabilmek için en olunmaz zorluğa katlanırlar. Çünkü tutku sahibidir onlar, ya da tutkuları onların sahibi. Dinleyenler ise sadece müziğe ve müziğin yol açtığı, duyulabilir olanın yolunu açtığı duyguya maruz kalırlar. Filmi izleyenler gibi. Tutku değil, ilgi sahibi olmanın gereği; müziği tüketenlerdirler. Baktıkları, daha doğrusu duydukları yerden anlamaya çalışırlar. Bir konsere gidip müziği dinlerler ve çoğu bununla yetinir.

Filmde, Marais, ilk defa ustasının önüne çıktığında hikayesini anlatır ama Saint-Colomb ilk andan itibaren donuktur, tepki vermez. İlkin talebeyi kabul etmez ama Marais bestesini çalınca ona bir ay sonra geri gelmesini söyler. Marais ilk dersi için geri geldiğinde sorar: ‘‘Hissetmek için bir kalbiniz var mı?’’ Ve hemen ifade etmek istediklerini daha açık kılmak için adeta: ‘‘Sizi çektiğiniz acı yüzünden kabul ediyorum. Sanatınız sebebiyle değil!’’ der.

Usta çırak ilişkisi zordur. Bağlılık ister, hatta bağımlılık. Tutku ister. Dahası yoğun bir aşk… Aşk olmazsa meşk olmaz denmesi bu sebepledir. Şan ve şöhret için müzisyen olunmaz. Çünkü beste dediğiniz kağıt üzerine çizilmiş, sadece siyah ve beyaz lekelerdir ne de olsa!

Can Mutlusoy

Sabah Ülkesi, 34. Sayı

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Rabb’in Sinemadaki Gözü: Mecid Mecidi

Bugün, sanatın her veçhesine ortalamanın üzerinde bir perspektiften bakıldığı herhangi ortamda sinema dünyasından bahsedilirken İran ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir