Anasayfa / Sinema / Klasik Filmler / Hollywood’da Cinsel Temsilin Parodisi

Hollywood’da Cinsel Temsilin Parodisi

Billy Wilder Sineması, Some Like It Hot (Bazıları Sıcak Sever) ve Cinsel Temsil Üzerine

Hollywood’a göçen Eski Kıta’nın yetenekli yönetmenlerinin en muhalifi Billy Wilder’ın skandala meraklı zihniyeti Hollywood için fazla ağır gelebilirdi aslında; fakat Akademi onu sürekli Oscar ile ödüllendirdi. Wilder’ın yapıtına baktığımızda ortajen sinema endüstrisini, yanı sıra Hollywood yapım siyasetini sorunsallaştıran, tabu olarak vasıflandırılan tehlikeli konuları betimlemekten haz duyan bir niteliğe haiz olduğunu görürüz…

Narsisist bir femme fatale’ın (meşum bir Barbara Stanwyck) başrolde göründüğü Double Indemnity’de (1944, Çifte Tazminat) klasik film noir’ın kodlarından bir bölümünü inşa ederken, aynı zamanda ironik bir ton yakalamıştı örneğin. (Marlene Dietrich vurgusu vb.) Hollywood’da, 40’lı ve 50’li yıllar boyunca sahneye her adım atışında erkeğin otoritesi için bir tehdit unsuru oluşturan femme fatale, Double Indemnity’nin öncü rolü ile yerini epey sağlamlaştırmıştı.

Sunset Blvd. ise (1950, Sunset Bulvarı) Sessiz Sinema’yı Sesli Dönem’e yeğleyecek cesarete sahipti. Kendilerini canlandıran Sessiz Sinema strarları (Buster Keaton, Hedda Gabler…) ya da yönetmenler (Erich von Stroheim) artık kabuğuna çekilmiş ya da gözden düşmüş izole figürlerdi.

Stalag 17 (1953, Casuslar Kampı) savaş tutsaklarına bakarken, Irma la Douce (1963, Sokak Kızı Irma) fahişelik kurumuna eğiliyor, The Lost Weekend (1945, Yaratılan Adam) bir alkoliğin (Ray Milland) trajik dünyasından kesitler sunuyor, “büyükler ligi”ne yeniden katılmak isteyen Makyavelci bir gazetecinin (Kirk Douglas) öyküsü olan Ace in the Hole ise (1951, Büyük Karnaval) basın dünyasına acımasız bir bakış fırlatıyordu…

Sinemanın büyük tanrıçası Marlene Dietrich’in çarpıtılmış bir femme fatale arketipine büründüğü Witness for the Prosecution (1957, Beklenmeyen Şahit) film noir’ı kimi açılardan sorunsallaştıran bir filmdi.

Jack Lemmon, Shirley MacLaine ve Fred MacMurray’nin oynadıkları The Apartment (1960, Garsoniyer), Wilder’ın modernist dünyayı ve yaşam standartlarını analiz ettiği bir başka başarılı filmiydi.

James Cagney’nin komedi yeteneklerini sergilediği One, Two, Three ise (1961, Bir, İki, Üç) Soğuk Savaş mitini laboratuvar masasına yatıran bir komedi idi.

Billy Wilder, 70’lerde eski filmlerinin çeşitlemelerini çekti… The Private Life of Sherlock Holmes (1970, Sherlock Holmes’un Özel Yaşamı), Avanti! (1972, Dokunma Gıdıklanırım), The Front Page (1974, Baş Sayfa), Buddy Buddy (1981) gibi, kendi çaplarında eğlenceli ve ama görkemli başyapıtlarının gölgesinde kalan filmler…

Okuduğunuz bu yazının asal konusu olan kara komedi Some Like It Hot (1959, Bazıları Sıcak Sever) kadın-erkek rollerinin yerleşik imajlarına karşı duruşu, gangster filmleri ve kara filmlerin tabiatına alaycı bakışı ile Wilder’ın yerleşik tabuları sürekli ele alışının bir başka parodik göstergesi idi. Evet, bu filmde uluslararası star Marilyn Monroe’ya kadın kılığına girerek para kazanma yolunu seçen müzisyenleri canlandıran Jack Lemmon ve Tony Curtis eşlik etmişti…

Monroe’nun Bazıları Sıcak Sever için biçilmiş kaftan oluşunu anarak başlayalım. Dalgın ve kayıtsız, çocuksu ve masum erotizmi ile Monroe, çağdaşlarınca küçümsenmiş olsa da canlı ve renkli sahne duruşu, “metod oyunculuğu”ndan izler taşıyan oyun tarzı ile 50’lere damgasını vurmuştu. 1953’te Niagara’da Henry Hathaway’in yönetiminde ilk başrolünü oynadığında beyaz perdeye yansıyan; yumuşak giysileri ve ağır makyajı ile salınan, kocasını aldatan ateşli bir dilberdi. Hathaway, “suspense” için kolları sıvamış olsa da Monroe’nun popülaritesinden yararlanmak istemiş, onu müstehcen kamerası ile handiyse röntgenlemişti. Halbuki dönemin film noir’larında beyaz perdeye bu denli canlı bir cinsellik aksettirilmiyordu. Niagara’nın öncelleri ve hatta ardıllarının bile kadın-erkek ilişkisinin doğasına, bir kurum olarak ailenin yapısına, bireyin çevresi ve toplumla yaşadığı sorunlara veya bağlantılara sağlıklı bir biçimde bakamadığını müşahade ediyoruz. Elbette Hollywood’a rağmen biri(leri) çıkıp aksayan yanları gözden geçirmesi ve iğnelemesi gerekiyordu.

“Hollywood’da Hollywood’a karşı” mottosu ile hareket eden Wilder, Bazıları Sıcak Sever’i işte bu amaçla çekti. Hollywood’un romantik komedilerinde, görkemli müzikallerinde cicili bicili kıyafetleri ile devinen yıldızlar ve bu yıldızların çevresinde dönenen centilmen jönler; hülasa Hollywood’u Hollywood yapan, iyimser finallerle noktalanan tecimsel kalıp ve klişelerle tematize edilen örnekler bir bir elden geçirilmeli idi. Hatta elden geçirmekle kalmayıp bu yapımları inceden inceye yermek de gerekli idi. Wilder işi bir adım daha öteye götürdü ve öyküsünün motive edici gücü olarak gangsterleri gösterdi. Tozluklu makosenleri, çizgili takım elbiseleri ve ağızlarında puroları ile arzı-endam eden mafyoziler ekrandan taşıyordu adeta! (Başta, film noir’ın başat isimlerinden George Raft…) Alaycılıkları, iş bitiricilikleri, yasadışı yapılanmaları ile o bildiğimiz stereotipler vardı karşımızda.

Wilder, Monroe’yu saksafonculardan hoşlanan bir “baby face” olarak kurgulayıp hedefe direkt olarak yaklaşmayı denemişti! Ama asıl darbeyi Lemmon ve Curtis vuracaktı. Lemmon ve Curtis kimlik meselesi babında vizör tutulan tiplemelere hayat veriyordu. Birer erkek olarak işsiz ve beş parasız kalan kafadarlar, çareyi kadın kılığına girmekte buluyorlardı. Böylece iş sahibi olacaklar ve Amerikan dolarına ulaşabileceklerdi. Öte yakada Monroe, erkeklerle gönül eğlendiren; fakat yıllar yılı aradığını da bulamayan bir obje olarak ikiliye yaklaşacaktı. Bu nedenle Curtis de yeniden kimlik değiştirip bu kez zengin bir burjuva kılığına bürünecekti. Wilder harikası Bazıları Sıcak Sever’in nirengi noktası aşağı yukarı budur. Kimlik üstüne kimlik değiştiren karakterler üzerinden bir Hollywood yapıtında rol yapmanın kompleks ve ironik doğasına genel bir bakış… Ortajen tiplemeleri ironize ederek yapım siyasetini sorunsallaştırmak… “Mutlu son” mantığına satır darbeleri indirerek gemi azıya alacak denli şımarık ve taşkın bir film çeken Wilder, hiç kuşkusuz, kadın-erkek ayrımcılığını vurgulayan, pembe dünyaları arşınlayan şablon filmleri alaya almıştı. Üstelik bunu yaparken dünya çapında bir starı, Marilyn Monroe’yu kullanmıştı!

Hollywood’un 30’larda çekilen gangster filmlerinde kadın bir süs eşyası olarak erkeğin yatak odasında sabahladığı sıradan biriydi. Erkeklerin sarsılmaz dostuluğunu, güvenli beraberliğini bozacak denli bir tehdit unsuruydu. İkinci Savaş’ın ortasında ve akabinde, sözümona 40’lı ve 50’li yıllarda kadın, cinsel özgürleşimini, bağımsızlığını ilan ederken erkek de haliyle bundan huzursuzluk duymuştu. Michael Curtiz’in Casablanca’sında (1942) jön (Humphrey Bogart), bir vakitler sevdiği kadının (Ingrid Bergman) geçmişinden rahatsız olurken; William Wyler’ın Dedective Story’sinde (1951, Dedektif Öyküsü) karısının bekarken yaşadıklarını içine sindiremeyen bir polis detektifi (Kirk Douglas) boy gösteriyordu. John Cromwell’in Dead Reckoning’inde (1947, Ölümle Hesaplaşma) yine bir ordu görevlisi (Humphrey Bogart), kadını (femme fatale) evin arka odalarına kapatma arzusu duyuyordu. Böylelikle erkek, kadının entrikalarına kontrolörlük görevi yüklenmiş olacaktı. Jön, daha da ileri giderek kadını özgürlüğünden mahrum etmeyi bile deneyecekti (Charles Vidor’un Rita Hayworth’lı Gilda’sı). Örnekler çoğaltılabilir… Hollywood’un aynasına baktığımızda kadın-erkek ilişkisi sahte bir varoluşunun uzantısı biçimindedir. Bazıları Sıcak Sever’in tabu yıkıcı, öncü işlevsel rolü de ancak bu aynanın tersinden bakıldığında / okunduğunda hakkıyla anlaşılabilir.

Öncelikle, perdede rol yapan aktörün kimlik değiştirmesi ve ardından farklı bir kimliğe daha bürünmesi, üç boyutlu, üç aşamalı bir durumun varlığına işaret ediyor. Platoncu “taklidin taklidi” hipotezinden ayrı olarak, sanat yapıtının temel rolü ila konumu karakterleri (siz anti-karakter olarak okuyun!) aracılığıyla bütünüyle tartışmaya açılıyor. Platon, sanat yapıtlarını, sözgelimi şiiri realitenin taklidinin taklidi biçiminde değerlendirirken, şiirin idealar evreninin soluk bir yansımasının yansıması olarak görüyordu. Bazıları Sıcak Sever ise düş fabrikası Hollywood’un büyük bütçeli ve dünyanın yarısından fazlasını meşgul eden yapımlarını sahtenin sahtesi olarak damgalıyor. Söz konusu üç boyutlu duruma, üç aşamalı prosesten mürekkep Hollywood film yapım modelini de ekleyebiliriz. Holywood film yapım siyaseti dizgenin kuruluşu-dizgenin yıkılışı-dizgenin yeniden inşa edilişi üzerine kurgulanmış ve neden-sonuç ilişkilerinin Deleuzcü anlamıyla, “imgenin hareketi” ile yansıtıldığı bir mantaliteye eklemlenmişti.

Fazla uzatmadan, kestirmeden söylersek, Bazıları Sıcak Sever, üç aşamalı Hollywood dizgesini anarşizan söylemi ile altüst ederken, yanı sıra başta gangster filmleri olmak üzere romantik filmlerin ve komedi filmlerinin klasik tiplemelerini sorunsallaştırıyor. Rol kalıplarının parodileştirilmesi kadın-erkek imajının ortajen sinemasal izdüşümünü de eleştirel süzgeçten geçirmek ile eşanlamlı. Bunun belirgin görsel kanıtları salt kimlik değiştirmek, farklı kılıklara bürünmek şeklinde değil; aynı zamanda ve ısrarla kadın veya erkek olmanın varoluşsal anlamı açısından da sunuluyor.

Sözgelimi, kadın kılığına giren Lemmon, sözde sevgilisine (ki o da erkek doğal olarak) erkek olduğunu açıkladığında, “Kimse mükemmel değildir.” yanıtını alıyor! Sinemasal gerçekliğin sınırlarını da zorlayan bu uçuk vizyon, “mutlu son”ların sloganı olan “Ne olursa olsun mutluyuz.” mantığına saldırıyor.

Dönemin ikonası Marilyn Monroe’nun popüler kişiliğinden yararlanarak kadın ve erkek algısının temel göstergelerini betimleyen, erkek sinema starlarını kadın kılığına sokarak erkek olmanın maço ve dominant kodlarını sarsan, sözümona cinsel rollerin temsili üzerine muazzam bir parodi olan Bazıları Sıcak Sever, 2024’li yıllarda halen güncelliğini koruyor.

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Bireylikler dergisinin 29. sayısında (Kasım-Aralık 2024) yayımlandı.

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Le silence de la mer (1949, Jean-Pierre Melville)

Direniş ve Estetiği: Le silence de la mer Jean-Pierre Melville’in kariyerinin ilk filmi Le silence ...

8 Yorum

  1. Fazla söze gerek yok harika olmuş…

  2. Sibel Başaran

    Bu aralar yazdığın en iyi yazı…

  3. Kapsamlı ve yetkin bir yazı yine. Üslup açısından mesela,

    “Kimlik üstüne kimlik değiştiren karakterler üzerinden bir Hollywood yapıtında rol yapmanın kompleks ve ironik doğasına genel bir bakış… Ortajen tiplemeleri ironize ederek yapım siyasetini sorunsallaştırmak…”

    cümlelerinde de görüldüğü gibi mükemmel ifadeler var. Bu etkileyici yazı için teşekkür ediyorum.

  4. Wilder’in modern insanın cinsel kimliğini satirik olarak ifade ettiği bu filmde biraz da travesti kimliklerini ifşa ettiğine inanıyorum. bana göre ise seven year itch ve the apartment filmleriyle çok güzel bir modern insan cinselliği üçlemesi ortaya çıkar. gerçekten çok güzel bir yazı hocam her zamanki gibi. 😉

  5. Merhaba,
    Blog kullanımı ve blog tutma sebepleri ile ilgili bir araştırma yapıyorum. Aşağıdaki linkten ankete ulaşıp, doldurursanız bir blogsevere yardımcı olmuş olursunuz. Teşekkürler.

    http://www.surveymonkey.com/s/blog_kullanim_anketi
    veya

    http://nedenblogluyoruz.blogspot.com/
    Not: Araştırma sonuçları yine bu adresten yayınlanacaktır

  6. İzleyeli çok olmuştu… Bu mükemmel yazı sayesinde hoş bir bellek tazelemesi oldu. Benim ilgimi çeken konu; sanki gün geçtikçe kadın ve erkek kimliği birbirine öykünüyor, yakınlaşıyor. Bazıları Sıcak Sever bu anlamda bir kehanetin filmi olabilir mi? Roller değişiyor, imajlar karışıyor, değer yargıları farklılaşıyor…

    Neticede çok güzel bir film ve sahiden de güncelliğini koruyor. Eline sağlık dostum.

  7. Yazdığımız uzun yazıları usanmadan okuyan herkese teşekkürler…

    Kadın ve erkek olmanın temsil ettiği nihai anlamlar bütününü kalıpsal formlarından sıyırarak aynı ortak paydada buluşturma düşüncesi bana fütüristik geliyor. Bazıları Sıcak Sever’i açıkçası bu anlamda düşünmedim hiç. Şöyle ki; erkek ve kadın salt cinsel uzuvları bakımından da, varoluşları açısından da birbirlerini asimile edip yeni bir “android” cins yaratamazlar bana göre. Bu nedenle Okancığım (operadaki sessizlik), sana maalesef katılamayacağım. Roller açısından erkeğin lehine (ki erkek bunu aleyhine bir durum olarak algılayagelmiştir hep) yumuşamalar olacaktır mutlaka; oluyor da, fakat bu yumuşama erkeğin bütünüyle sahneden fırlatılacağı anlamına gelmiyor elbet. Kadın ise halen bir metadır. Bazıları Sıcak Sever’de kadın var mıdır, bunu bir soru olarak ortaya koyabiliriz. Özünde Lemmon ve Curtis, kadın olarak sahneye çıksalar da nihai olarak erkek olarak varoluşlarını ilan ederler bu filmde. Kadın ise (Marilyn Monroe oluyor bu) durumu kabullenecektir. Bu açıdan bakınca erkek-egemen bakış açısından yaklaşarak filmin genel konseptini, yani kadın ve erkeğe bakış açısını sorunsallaştırmamız gerekecektir…

    Ben bilakis böyle bakmıyorum meseleye. Aynen yazıda dile getirmeye çalıştığım gibi, Bazıları Sıcak Sever, temelde Hollywood şablonlarını ironize eden bir film.

    Bu arada Orhan (Kusagami) transseksüalitenin ifşa edildiğinden dem vurmuş. Bu anlamda, yani klasik rol kalıpları bağlamında bakınca, söz konusu bakış açısı da havada kalıyor. Sanırım bu filme bakış açımızla ilgili bir durum. Mesela yazıya başlarken Wilder sinemasının diğer filmlerine de ucundan bakma gereği durdum. Bunun sebebi açık. Wilder, sinema yaşamı boyunca Hollywood ahlak değerleriyle dalgasını geçen bir sinemacı. Hollywood ile alay etmek, Bay ve Bayan Amerikalılar ile alay etmekle eşanlamlı. Wilder bir taşla iki kuş vuruyor. Bu bağlamda Bazıları Sıcak Sever de Wilder’ın diğer filmleri gibi Hollywood A sınıfı filmlerini sorunsallaştıran, bu filmlerle dalgasını geçen bir film. Alay edilen zemin ise kadın-erkek algısı üzerine inşa edilmiştir…

    Jean-Luc Godard birçok “kara film” (aslında bunlar yapıbozumcu “neo noir”dır) çekti. Bu filmler noir’ı hiçbir zaman Hollywood’un anladığı anlamda anlamamıştır. Anna Karina’nın femme fatale arketipine büründüğü roller bile temelde femme fatale tipolojisini ironize etmek maksadıyladır. Çılgın Pierrot veya Alphaville’deki Karina tam anlamıyla budur. İşte Wilder sineması da Hollywood geleneklerine neşter atan bir sinemadır. Gerçi o hiçbir zaman Godard denli avant-garde olmadı veya bu kadar aşırıya kaçmadı; fakat Wilder kışkırtıcılıkta Godard kadar başarılı olmuştur…

    İleride Billy Wilder’ın Double Indemnity’sini ele aldığımda, buna da değinmek istiyorum. Belki o zaman kadın-erkek olgusunu yeniden tartışma olanağı buluruz…

  8. Bu filmle birlikte Monroe’nun ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu da anlıyoruz aslında. Komedi filmlerine doğal bir yatkınlığı var.

    Bu güzel yazı için teşekkürler.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir