Federico Fellini’den Bir Burjuvazi Güzellemesi: La Dolce Vita (1960; Tatlı Hayat)

28 Kasım 2024 Yazar: admin  
Kategori: Klasik Filmler, Sanat, Sinema

İtalyan mutfağı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yoga yapıyor musunuz?

Yeni Dalga hareketi hakkında ne söyleyeceksiniz?

Sizce İtalyan Yeni Gerçekçiliği öldü mü?

Halkların kardeşliğine inanıyor musunuz?

(…)

Yukarıdaki soru bombardımanına muhatap kalan kim derseniz, İsveçli bir sarışın ve aktris namzedi.

Soru sahibi ise ‘paparazziler’. Malum, günümüzdeki sosyete-magazin kanadı arasındaki içli dışlı ve dejenere münasebetlere bakar iseniz, Federico ’nin ustaca bir ‘öngörüsüyle’ ve örtük bir hiciv ile karşı karşıyayız. Hanım kızımızın dudaklarından ise sadece üç kelime dökülecektir cevap olarak: Aşk, aşk, aşk!

(…)

Bu arada sorulara dikkat ederseniz arkadaşlar, ’nin keskin mizah anlayışı ilâ o her daim belirttiğim ‘otantik’ kültür saplantısını farkedeceksiniz. Bu filmin genelinde de mevcut aslında, az sonra kısaca değineceğim. Tıpkı kentine saygı duruşunda bulunduğu ‘Roma’ (1972, ’s Roma) gibi… Filmin ana mekânı da yine Roma zaten. Yine kadınlara olan meşhur takıntısı bu filmde de sabit. Bunları, başlığın ana konusu olmadığından hareketle üstünkörüce geçiyorum.

La Dolce Vita (1960, Tatlı Hayat), ikinci savaş ertesi her açıdan irtifaya erişen yüksek tabakayı (yani burjuvaziyi) merkezine alarak; içinde bulundukları ‘yoz ve sefih ilişkiler ağı’nı gözler önüne serer. Bir sınıf üzerine erken bir ‘dekadans’ manifestosu olarak da algılanabilir bence ’nin bu başyapıtı…

Salyangozlu yemekler yerler lüks clublarda, tavernalarda… Paranın gücüyle dansöz ve palyaço oynatıp, vecd ile kendilerinden geçerler. Lüks ev partileri verir; entellektüel ve sabun köpüğü muhabbetlere koyulurlar. Filmin hemen giriş sahnesinde de görüleceği üzere, dev bir İsa heykelini helikopter ile taşırlar, sırf eğlence ve gösteriş olsun diye… Kadınları havuz başında güneşlenir; erkekleri elbise değiştirir gibi sevgili değiştirir, zengin dullarla takılırlar. Ellerinde ş.mdanlarla, devasa konaklarında ruh çağırma, hayalet arama seansları düzenlerler. Günlerini gün ederler vesselam!

Madem helikopter sahnesinden bahsettim belirtmeden geçemeyeceğim. O sahnede bir yanda da bu helikoptere el sallayan ameleleri hatırlayacaksınız izlediyseniz. , daha giriş sahnesindeki bu kontrast ile rengini ortaya koymaktadır.

‘Marcello’ (), filmin ana figürü. Orta yaşlarda bir gazeteci olan Marcello, ünlü bir yazar olmanın hayallerini kurmaktadır. Fiziği ve mevkiine istinaden güzel kadınlarla, bu bahsettiğim sefih çevrelerle yakın münasebet içerisindedir. Çoğu etkinlik ve eğlencelerinin bizzat içerisindedir. Burjuva yaşam biçiminin cazibesine kapılan Marcello’yu söz konusu sınıfın üyesi kadınlarla, lüks gece kulüplerinde, şatafatlı evlerde verilen içkili ve sözüm ona nezih (!) partilerde, bahsini ettiğim hayalet arama seanslarında vs… görebilirsiniz.

Aslına bakarsanız Marcello, köken olarak İtalyanın güneyinde ikamet eden orta sınıf mensubu ‘gelenekçi’ bir aileden gelmekte. Marcello’nun babasıyla havaalanı restoranında ilk karşılaştığı sahneyi hatırlayın derim. Bu yoz ve sefih burjuva yaş.mıyla iyice haşır neşir olan oğlunun aksine baba, hâlâ eski aristokrasi gelenekçiliğini ve kibarlığını muhafaza etmektedir. Leopar (The Leopard, Luchino Visconti) filminde, -ana mesajda da yazılıdır- bir balo metaforuyla başat hale gelen bir sınıfa çaresizce yerini devreden çöküş içerisindeki aristokrat klanın bir mensubudur o. Bunu da nereden çıkarttın be adam! diyecek olursanız lütfen garsondan adiyö yani hesabın istendiği anı hatırlayın. Hesabı getirir garson. Baba hepsini ödemek ister ama nafile! Bireyselci bir seremoni ile karşılaşır. Zira garsonun cevabı “Burada herkes kendi hesabını kendi öder efendim!” olacaktır. Küçük bir detay belki ama anladınız meramımı değil mi?

Burjuvazinin kendi arasında kullandığı dil son derece kibar ve adeta protokole bağlı gibidir. Diyaloglar belli bir kaç konu etrafında döndüğü gibi; yüzeysel ve sahtedir. Kitap ve tablo merakı vardır. Ressamların eserleri, eserlerdeki ışık/açı kontrası üzerine hasbıhalda bulunurlar. Yönetmen tüm bunları ustaca verirken, arada -tıpkı ‘Amarcord’da yapacağı üzere- ‘Şarkiyat’ meselesine de eğilmiştir. Üstsınıfların paradigmasıyla tabi…

Bir parti esnasında kalantor bir burjuva mensubu beyefendi, Meryem Ana’dan hareketle sözü Doğu’nun maneviyat yönünden üstünlüğüne getirirken; Federico ’nin -kendisinin de aslında içine dâhil olduğu- burjuva sınıf üzerine inceden inceye bir ağıt yaktığını göreceksiniz. (Film, bu açıdan çok tartışılmıştır zamanın konjonktürü içerisinde.) Mezkûr beyefendi aynen şöyle der: “Doğu kadınları daha makbuldur ve anaçlığı simgeler!”

Şimdiiiii bir noktaya daha geleceğim buradan, dikkat edin. “Doğu kadınları daha makbuldur ve anaçlığı simgeler!” Bu tümce açıkça burjuvazinin ‘bireyci’ ve adamsendeci hayat tarzı ve pratiğine yönelik açık bir tenkittir. Hatta ’nin konumunu düşünür isek ‘öz eleştiridir’ demek daha doğru. Aynı kişi şunu da ilave ediyor değerli arkadaşlarım: “Uygarlık, uygarlık, uygarlık… Nereye kadar! Daha sevişmeyi bile bilmiyorsunuz!”

Yani Federico sözü burjuvazi mensubu kadınlardaki bireyci, ben-merkezci hallere getirmek istiyor. Öyle bireyci ve günübirlik yaşarlar ki, evlenmek ve çocuk sahibi olmaktan dahi yüksünürler. Hatırlayın lütfen; eşinden henüz boşanan bir kaknem bayan, bunu Marcello’nun evinde düzenlenen bir partide kutlar; hem de bir striptiz gösterisiyle… Levent Kırca ve Nevra Serezli’nin oynadığı ‘Ne Olacak Şimdi’ filmini hatırlıyorum da… (Ki bu film de başlığımıza uygundur, orada da yerli burjuvazimizden kesitler görüyor idik.) Sondaki mahkeme sahnesinde aynen bunları ifade ediyordu Nevra Hanım. Kadınların bencilliğinden yakınıyor, “haremden çıkardılar ama birey de yapamadılar” diyordu.

Bir öz eleştiri daha yapalım… Bu defaki hayli kalantor bir üst sınıf mensubu ve de ev sahibi. Bu sınıfın karaktersitiğine ve yaşam pratiğine iyiden iyiye intibak sağlayan Marcello ile gardende konuşurken aynen şöyle bir ifade kullanıyor, zira hepsini not ettim izlerken: “En sefil hayat bile, her şeyin önceden belirlendiği ve kusursuz olduğu bir sınıfın ferdi olmaktan iyidir!”

burada “düdüklü tencerenin tazyikini alacaksak biz alalım da, ötekilere fırsat kalmasın!” mı demek istiyor içten içe, bilemiyorum. Bunu siz de bir düşünün derim. Ancak eğer öyle bile olsa yine de samimi bir öz eleştiri barındırıyor bu cümleler. Bu sessizlik, bu monotonluk ve bu “huzur” kahramanımızın canına tak etmiş anlaşılan!


—Spoiler!—

Peki, Marcello’ya ne olmuştur? Sahte zerafet ve sefahatla örülü o burjuva yaşamlardan kendini çekip alabilmiş midir? Yönetmen bunu finaldeki ustaca metafor ile yanıtlayacaktır. Daha evvel daktilosuyla bir şeyler yazarken bir cafede karşılaştığı alt sınıflara mensup mazbut bir hanım vardı izlediyseniz. Normal halk yığınlarını temsil eden bu hanım kızımız, sahilin biraz ilerisinde beliriyor ve “gel! gel!” diye sesleniyor Marcello’ya… Fakat Marcello ona “seni duyamıyorum, seni duyamıyorum!” diye karşılık veriyor ve üstsınıftan dostlarıyla (!) arkasına bakmadan uzaklaşıyor oradan…

O, artık ebediyen özünden kopmuş; söz konusu sınıfın ve “Tatlı Hayat”ın daimi bir parçası olmuştur.

Son Sözü, paparazzilerin hemen girişte sıraladığım sorularıyla muhatap olan İsveçli hanım kızımıza bırakıyorum:

“Tıpkı gotik bir kule gibi ilkeldir burjuvazi… Öyle yükseklerde dolaşır ki, aşağıdakilerin sesini bile duymaz!”

İmza:

İlişkili yazılar

Yorumlar

Tek Yorum on "Federico Fellini’den Bir Burjuvazi Güzellemesi: La Dolce Vita (1960; Tatlı Hayat)"

  1. deniz yıldızel on Pts, 15th Ara 2024 5:27 pm 

    Ahh Marcello! Tatlı Hayat’ta bi başka yakışıklıdır :-)

Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!