Charlie Hebdo Olayı Üzerine: Sanat Daima Zayıfın Yanında mıdır?

PARCE QUE LE CRAYON SERA TOUJOURS AU DESSUS DE LA BARBARIE…

(Çünkü kalem daima barbarlıktan üstün olacak…)

Charlie Hebdo dergisinin internet sitesine girdiğinizde karşınıza yukarıdaki ifade çıkıyor. Kendilerini sol kanada ait tanımlayan derginin çizimlerine göz attığınızda gerçekten de sağ kanadı eleştiren, dinleri, homofobiyi, ayrımcılığı en acı biçimde yeren görsellerle karşılaşıyorsunuz. Tüm bunları ümit verici buluyorum. Öte yandan, birçok yerde ısrarla vurgulanan “la barbarie” ifadesi, benim gözümde, kara bir leke gibi bu özgürlükçü tablonun üzerinde asılı kalıyor. Ben bir teorisyeni ya da sosyolog değil, bir edebiyatçıyım, dolayısıyla konuyu ve birey ekseninde ele alacağım. Yazacaklarımın ne kadar isabetli olduğunu takdirinize bırakacak ve aşağıdaki satırlarda Charlie Hebdo olayının ve sözü geçen “barbar” ifadesinin bana düşündürdüklerini elimden geldiğince yapmaktan kaçınarak kaleme almaya çalışacağım.

La Barbarie, barbarlık kelimesini duyduğum zaman kafamda çakan şimşekler hemen her zaman ilk olarak imparator Augustus’u aydınlatır. Barbar toplumlara karşı kazandığı zaferden dönüşünde at üstünde, kalabalığın tezahüratları arasında forumdan geçer. Roma bir kez daha galip gelmiştir.

Roma İmparatorluğunun gücünün sırrı Vergilius’un iddia ettiği üzere damarlarındaki soylu Truva kanından gelmez elbette. Her ne kadar Latin dilinin tartışmasız üstadı olsa da Aeneas destanını yazarken bu değerli öykü anlatıcısının kalemine rehberlik eden dürtü sanatsal olmaktan ziyade politik bir nitelik taşır. Odesa destanında felsefi bir bakışla “insanın evrendeki yerini” anlatan Homeros’un aksine, Vergilius kendi eserinde siyasi bir bakışla “Roma İmparatorluğunun dünyadaki yerini” anlatır. Özetleyecek olursak, Romanın tanrıların arzusu üzerine kurulduğunu, dolayısıyla Romalıların tüm öteki ırk ve milletlerden daha üstün olduğunu, Roma’nın öteki milletleri fethedip sömürgeleştirmesinin kaçınılmaz Yazgı olduğunu mitleştirerek anlatır Vergilius. Aslında yaptığı şey tam olarak, ayrımcılığın ve sömürgeciliğin sanata ve dine siyaset bulaştırmak yoluyla meşrulaştırılmasıdır. Günümüz kavramlarıyla ifade edecek olursak, tepeden tırnağa sağcıdır Vergilius, kaldı ki imparator Augustus’un da sadık dostudur ve yazdığı her şey iktidara hizmet eder.

Hayata bir Romalının gözünden bakmak gerçekten ilginç bir deneyimdir. Bir Romalının gördüğü manzara yaklaşık olarak şöyledir:

Roma İmparatorluğu tanrıların yeryüzündeki medar-ı iftiharı olduğuna göre ve Romalılar da onların gözde çocukları olduğuna göre, bu demektir ki, Romalı olmayan herkes ikinci sınıf insandır. Öyleyse maddi manevi en büyük servete sahip olan, hem kültürel hem askeri hem de siyasi alanda sistemli bir şekilde gelişmiş olan Roma İmparatorluğunun öteki barbar milletleri boyunduruğu altına almasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Dahası o gelişmemiş ilkel toplulukların köleleştirildikleri için isyan edip nankörlük yapacaklarına, Romalılara teşekkür etmesi icap eder çünkü Roma sayesinde medenileştirilmişlerdir.

Bu yorumda haklılık payı yok değildir. Gerçekten de dönemin tüm büyük filozof ve şairleri başka hiçbir yerden değil, Roma’dan çıkmıştır. Örneğin, Roma dışındaki hangi kültür bir Ovidius çıkarabilmiş ya da Cicero’nun Cato Maior de Senectute metnine denk derinlikte yazılı bir eser üretebilmiştir. Roma, hiç şüphe yok ki, medeniyetin beşiğidir.

Gerçekten de öyle midir?

İnsan ruhunun derinliklerine nüfuz edebilen bu yüce sanat adamlarının doğmasını sağlayacak gerekli ortam koşullarını temin etmek dışında ne gibi bir üstünlüğü vardır Roma’nın? Gerekli ortam koşullarından kasıtsa cehennemdir!

En güzel kardelenler en zorlu koşullarda doğarlar. Ovidius, Roma’da değil de dünyanın öbür ucunda başka bir ülkede yaşasaydı, Roma’da şahit olduğu dehşet verici toplumsal olayları hiçbir zaman deneyimlememiş olacak ve hâliyle duygusal bakımdan sahip olduğu üstünlüğe hiçbir zaman erişemeyecekti. Cicero, Roma senatosunda Sezarların kibriyle mücadele etmek zorunda kalmasaydı, örneğin taşrada bir çiftçinin oğlu olsaydı belki huzurlu fakat kayda değer herhangi bir şey üretmekten aciz boş bir adam olarak yaşayacaktı. Hâliyle yüksek seviye kültür adamları üretebilmenin tek koşulu; toplumsal hayatın haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik, acımasızlık, kölelik ve insanı derin düşüncelere iten benzer ögeler barındırmasıdır.

Sanat, yalnızca cehennemdeyken mümkündür!

İdeal bir dünyada yaşadığımızı hayal edelim. Hatta bu ideal cennetin adı da anne karnı olsun. Ayrıca orada tek başımıza değil, komün hâlinde yaşıyor olalım. Karnımızı doyurmak için savaşmak zorunda değiliz, tüm ihtiyaçlarımız mekânın kendisi (anne bedeni/toprak ana) tarafından daha biz istemeden karşılanıyor zaten. Kimse aç kalmıyor, kimse çalışmak zorunda değil, herkesin keyfi yerinde. Özen göstermemiz gereken tek şey mekânın imkânlarını suiistimal etmemek. İşte böyle huzurlu bir ortamda bildiğimiz anlamda sanat var olamaz çünkü canımızı yakan bir adaletsizlik, keyfimizi kaçıran nefret söylemleri, terör eylemleri ya da hor görü yüklü alaycılık söz konusu değil.

Öyleyse nedir sanat?

Cehennemde kaybolmuş, muhtemelen maruz kaldığı haksızlıklar sonucu ruhunda derin yaralar açılmış hassas kişinin son sığınağıdır sanat. Yeryüzündeki nefreti görüp yabancılaşmış, aidiyetsizlik çeken kişinin kendini ait hissedebildiği tek mekândır. Dinlerin kitlesel manipülasyon araçları olmanın ötesine geçemediği politik bir dünyada sanat, bireye kalan son kutsal mekân, bireyin hayata tutunmasını sağlayan ruhsal besindir. Dolayısıyla, sanata siyaset çamuru bulaştırmak, bireye atılmış bir tokat, kutsala edilmiş bir hakaret anlamına gelir. Dine siyaset bulaştıran diktatörle, sanata siyaset bulaştıran politik sanatçı aynı adamdır. İkisi de ayrımcılığa, dışlamaya, hor görüye, kısacası nefrete hizmet eder. İkisi de özgürlükten bahsederek özgürlüğe darbe vurur. İkisi de adaletten bahsederek adaletsizlik yaratır. Bunun sebebi, ikisinin de yalnızca kendi özgürlüğünden, yalnızca kendi adaletinden bahsediyor olmasıdır. Ötekiyle alay eden, ötekini dışlayan biri eşitlikten nasıl bahsedebilir? “Nefret suçu işleyenlere ölüm!”, diye bağırmak sanat mıdır? Yoksa aynı suça, aynı nefrete ortak olmak, onu bir adım daha öteye götürmek midir?

Sanatta siyaset yalnızca tek bir koşulla meşrudur, o da sanatı siyasetten kurtarmaya hizmet ettiği müddetçe. Oscar Wilde, The Decay of Lying (Yalancılık Sanatı) adlı metninde hayatı romantize etmenin önemini şu sözlerle dile getirir:

“Şairler olmasaydı dünya çekilmez bir yer olurdu.”, “Yalan söylemek, doğru olmasa bile güzel şeyler söylemek sanatın tek amacıdır.”, “Sanat, sanattan başka bir şeyi ifade etmez.” etc.

Wilde’ın bu düşüncesini belki şu şekilde özetleyebiliriz: Bir bilim adamı sevgilisinin gözlerine bakar ve retinasını görür; aynı gözlere bir şair bakar ve sonsuzluğu görür.

Sanat, haksızlığa uğrayan, horlanan, itilen, dışlanan insanların yüreğini ısıtma kudretine sahip tek araçtır ve bundan başka bir amaç için kullanılması asıl amacını zedeleyerek söz konusu haksızlıklara bir tuğla daha ekler. Bilhassa “Satire” kullanımı beraberinde çok büyük bir sorumluluğu, derin bir özen gösterme gerekliliğini getirir. Haksızlıkları eleştirirken dozu ayarlayamamak kişiyi bizzat o haksızlıkların üreticisi konumuna düşürebilir. Neticede, alaycılık alay edilen kişide nefret uyandıran türde bir retoriktir ve alay edilen kişinin hiçbir şeyi anlamasını sağlamadığı gibi, hor görü konusu olan yanlışlarına daha da güçlü sarılmasına yol açar. Kendini medeni olarak tanımlayan birinin kendi gibi olmayanları barbar olarak suçlayıp alay etmesi, haklı bile olsa, bahsettiğim sebepten dolayı bana oldukça yanlış gözükmektedir. Orfeus, üç başlı canavar Kerberus’u müziğiyle yatıştırır, onunla alay ederek daha da taşkınlaşmasına sebep olmaz.

Şahsen can yakma amacı taşıyan alaycılığın sanattan men edildiği takdirde nefret suçlarının gözle görülür oranda azalacağına inanıyorum. Bunu söylemek, ifade özgürlüğüne karşı çıkmak değildir, aksine ifade özgürlüğünün yalnızca medya araçlarına sahip olan iktidar toplumların değil, nefret dolu bile olsalar tüm milletlerden ve toplumsal tabakalardan herkes için eşit olarak kullanılması gerektiğini öne sürüyorum. Öteki türlüsü ikiyüzlülük olurdu. Voltaire’in sözünü hatırlayalım: “Sözlerinize bir nebze bile katılmıyorum ama o sözü söyleme hakkınız için sonuna dek mücadele edeceğim.” Kaldı ki, yalnızca kendini ifade etmekten mahrum kalan kişi şiddete başvurur. Başka hiçbir çıkış yolu bırakılmayan kişi. Hâliyle, barbar olduğu öne sürülen toplumlara kendilerini ifade etme imkânı sunmak çok daha mühimdir. Kendini ifade etmek, şiddete eğilimi azaltır.

Stendhal, “Racine et Shakespeare” metninde, Fransız tiyatrosuna Molière’den miras kalmış olan can yakma amaçlı alaycılığı var gücüyle kınar. Bu türdeki komedinin seyircinin ruh hâlini kinle doldurduğunu, buradaki hazzın intikam arzusunun doyurulmasından kaynaklanan nefret temelli bir haz olduğunu ifade eder. Stendhal, komedide Molière yerine Aristophane’ı tercih ettiğini dile getirir. Aristophane da kendi toplumundaki sorunları eleştirmiştir fakat bunu acı bir alaycılıktan ziyade neşe verici bir güldürü vasıtasıyla yapmıştır.

Charlie olayına dönecek olursak, her ne kadar solcu da olsa, her ne kadar özgürlükçü de olsa, hem kültürel hem ekonomik açıdan güçlü bir topluma ait olan kişinin kalkıp da zayıf toplumların hatalarıyla en acı biçimde dalga geçmesinin ifade özgürlüğünden çok, Batı’daki sağcı zihniyete hizmet ettiğini görmezlikten gelemiyorum. Kendinden olmayanı –gözü kanlı bir canavar bile olsa- barbar ilan edip dışlamak daima zayıfın yanında olması gereken solcu kanada mı yakışıyor, yoksa beş bin dolarlık takım elbiselerle gezen sağcılara mı bir daha düşünmek lazım. Öte yandan, tarihin başından beri yeryüzünden silinmek bilmeyen neye kime karşı olduğu muğlak bir nefret yüzünden ölmüş, öldürülmüş tüm insanlar üzülmeye, ağlamaya değerdir. Lakin üzüleceğimiz olguyu özenle seçmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu vahim olayı insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak göreceksek tamam ama ifade özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olarak görmek ve ifade özgürlüğü için üzülmek; bundan daha tutarsız bir şey olamaz kanımca. Asıl hakikat bunun tam tersidir. İfade özgürlüğü olmayanlar bu nefret suçunu işlemiş olan teröristlerdir. Hiçbir şeyi ifade edemedikleri için şiddete başvurmak zorunda kalan, çocukken onlara masal okuyan kimse olmadığı için, hayatları boyunca alay edilip horlandıkları için en sonunda canavara dönüşmüş olan teröristleri “mutlak şeytan” ilan etmek ne kadar doğru?

Kendini medeni olarak tanımlayan kişi (Güçlü olan BABA), medeni olmayanı (Zayıf olan OĞLU) hem kültürel hem duygusal bakımdan eğitmekle yükümlüdür. Onu eğitmeyip, ona gerekli imkânları sağlamayıp, aksine elindeki avcundakini aldıktan sonra üstüne bir de “BARBAR” olduğu gerekçesiyle dışlayıp alay ediyorsa, böylesi bir BABA gücünü suiistimal eden bir babadır ve onun ne kadar medeni olduğunu sorgulamak icap eder.

İlkay Atay

ilkayatay87@gmail.com

Yazarımızın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

Charlie HebdoCharlie Hebdo Olayı Üzerinesanatlog.com güncel yazılar
PAYLAŞ

4 Yorum

  1. Zizek’in New Statesman’de yayımlanan makalesi yazınıza güzel bir cevap olabilir.

  2. Sevgili AtomHeartMother, her şeyin siyah ve beyazdan ibaret olduğu bir ortamda haklı olarak makalemde savunduğum görüşe dair kuşkularınız oluyor. Bu tepkinizi anlıyorum, dahası Zizek’e kesinlikle hak veriyorum, çok doğru söylüyor, hiçbir şey şiddeti haklı çıkarmaz, fanatizmin her türlüsü hayatın biricik düşmanıdır ve bunun inançla falan ilgisi yoktur, tümüyle nefret kökenli bir davranıştır. Ancak kökleşmiş ön yargıları bir kenara koyup vicdan sahibi biri olarak baktığımızda, tek suçu kendisine öğretilen yanlış değerlere inanarak büyümek olan birinin mutlak suçlu ilan edilmesini desteklemek de en az diğeri kadar fanatizm değil midir? Ona sahip çıkan, ona doğruyu yanlışı öğreten oldu mu, yoksa yanlış şeylere inandığı için şeytan ilan edilip dışlandı mı? Ben burada ne şu tarafı ne de bu tarafı savunuyor değilim, benim dünya görüşümde, eğer bir yerde bir kavga varsa iki taraf da suçludur. Buyurun Fransızcanız varsa ben de size şu makaleyi öneririm:

    http://blogs.mediapart.fr/blog/mathiasdelori/080115/ces-morts-que-nous-n-allons-pas-pleurer

  3. Selamlar,
    Az önce Luc Besson’un Le Monde’daki yazısını okudum, gerçekten yapıcı bir davranış olduğunu düşünüyorum.
    Keşke herkes onun gibi düşünse. Heyecanımı hoş görün, paylaşmak istedim.
    Herkese güzel bir gün dilerim.

  4. Yazınız enfes. Bilgisiz ve heyecanlı yorumlara karşı taviz vermeden savunun.

Yorum bırakın