Alfred Hitchcock’un “Rope” Filmi - (1. Analiz – Salim Olcay)

“Kelimeler, sadece onları anlayanlar üzerinde etkilidirler.” (Thomas Hobbes)

Beynimiz, geleceğe yönelik hayallerimiz, şimdiye yönelik tasarılarımız, geçmişe yönelik anılarımız arasında gündelik yaşamımızı sürdürürken, hoşgörü yerine nefret aşılayan açıkgöz TV sunucularının sunduğu kışkırtıcı sözde haber programlarının, okunmak yerine yakılan, yasaklanan ve değersizleştirilmeye çalışılan kitapların, tatminsizliklerimizi körükleyerek çılgınca ve hesapsızca alışveriş yapmamızı söyleyen reklâmların, kin, nefret ve korkudan başka söz bilmeyen insanı türüne ve dünyaya yabancılaştıran siyasetçiler ile sözde ‘’fikir sahiplerinin’’ ortasında kalakaldığında, bir şeyleri unutuverir. Bunlar genellikle herkesin ara sıra unuttuğu anahtar, cüzdan, çanta gibi her an kullandığımız ve elimizin altında bulunan eşyalar olabileceği gibi, daha değerli eşyalarımız, anılarımız hatta okuduklarımız doğruysa kişinin öz çocuğu bile olabiliyor. Bunun tersine bir roman, bir şiir, bir film, bir gülüş, bir el sallama, bir hüzün ne yaşanırsa yaşansın asla unutulmayan şeyler olduğunu da biliyoruz. Bir kelimenin, bir resmin, bir sahnenin, bir ismin zihnimizde şimşekler çaktırdığı, Kuyucaklı Yusuf, Yaban, Devlet Ana, Bir Zamanlar Europa’da, Anna Karenina, Susuz Yaz, Umut gibi Alfred Hitchock’un 1948 yapımı ilk renkli filmi Rope (İp) filmi benim için bu türden unutamadığım bir eserdir. İlk kez ne zaman izlediğimi hatırlayamasam da sevgili @kusagami’nin filmin adını söylemesiyle anında, yeniden izlemiş gibi oldum.

Uzun zamandır arkadaş olan Brandon (John Dall) ve Phillip (Farley Granger) önceden sınıf arkadaşları olan David’i (Dick Hogan) bir öğleden sonra birlikte oturdukları apartman dairesinde iple boğarak öldürürler. Bu iki gencin, üniversite yıllarından beri tanıdıkları Rupert’in () anlattığı Nietzsche’nin üstinsan teorisinin etkisi altında kaldıklarını ve cinayeti Rupert’e ithaf etmek için işlediklerini ilerleyen sahnelerde öğreniriz. Cesedi salonun tam ortasında duran bir sandığa yerleştirerek nerdeyse tapma noktasında hayranlık besledikleri fikir hocaları Rupert başta olmak üzere, kurbanın anne, babası ile nişanlısının olduğu bir grup insanı eve yemeğe davet ederler. Bu davet onlar için bir sanatçının eserini imzalaması gibi kendilerini ispatlayacakları bir yemek olacaktır. Çoğu insan için bir suç olan cinayet bazı insanlar için ayrıcalıktır. Rupert’in, kendisinin yapmaya cesaret edemediği bir şeyi yaptıkları, yaşamayı hak etmediği düşünülen bir insanı öldürdükleri için kendilerine hayranlık duyacağını zannetmektedirler.

Genel olarak nüfusun “uygun’’ görülenlerinin çoğalmasını, ötekilerin azalmasını sağlamaya yönelik tedbirler bütünü olarak tanımlanabilecek öjeni (soyarıtım) düşüncesinin kökenini Eflatun’un Devlet isimli eserine kadar götürmek olası ise de, kavram Charles Darwin’in kuzeni olan ve ‘’idam mahkûmlarını asmak için gerekli olan ipin kalınlığını ve uzunluğunun tam ölçüsünü bulan’’ Francis Galton tarafından 1883 yılında ortaya atılmıştır. ‘’Uygun’’  belirli bedensel ölçülere sahip, iktidarın tüm değerlerini içselleştirmiş, fiziksel ve ruhsal açıdan sağlıklı, sadece belirli bir ırka mensup olmaktan memnuniyet duyan ideal bir durumu içermekte, bunun dışındakiler ise ötekileri oluşturmaktadır. Spartalıların hasta ve sakat çocuklarını öldürdükleri ve bununla gurur duyduklarını sinemaseverler 300 Spartans (2006) filminden anımsayacaktır ancak bu o kadar ustalıklı işlenmiştir ki öjeni düşüncesi seyircinin aklından bile geçmez.

“Söz konusu zayıf kimse, her çiftleşmede, kabahati yöneticilere değil de rastlantıya (kadere) yüklesin diye, kurnazca kuralı seçimler düzenlenmeli. Savaşta ve barışta üstün yeteneklerini kanıtlayan genç erkeklere birtakım ödüller ve nişanlar dışında bir de kadınlarla daha fazla yatma hakkı verilmeli ki bu babalardan kendilerine benzeyen daha fazla çocuk dünyaya gelsin.” (Platon, Devlet)

En yetkin ağızlarca Eski Yunan ve Latin kültürü üzerine Hıristiyanlığın eklenmesiyle oluştuğu dile getirilen Modern Batı tarihi salt var kalma halinin başlıca dürtüsü olan korkunun tarihidir. İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesi devletin bölünebileceği korkusu neticesinde gerçekleşmiştir. Hıristiyanlığın imparatorluk dini kabul edilmesini kabul etmeyen kâfirler ve heretikler üzerinde istediği egemenliği sağlayamayan imparatorun imdadına mucizevî bir şekilde Atilla yetişiverdi. Hıristiyanlık etrafında birlik olunmadığı için Tanrı’nın ‘’kırbacını’’ gönderdiğini söyleyen Kilise bu korkuyu kullanarak inanılmaz bir biçimde birlik ve bütünlüğünü sağlayıverdi. Böylece korkunun gücünü keşfeden Batılı yöneticilerin başları sıkıştıkça kendi insanına karşı her fırsatta kullandıkları korkunun ana kaynağı ise uzun yıllar Türkler oldu. Günümüzde de Türk korkusu, İslam korkusu, Komünizm korkusu, terör korkusu gibi somut örneklerden tutun da beğenilmeme korkusu, işini yitirme korkusu, konut kredisini ödeyememe korkusu, çocuklarının okul taksitlerini karşılayamama korkusu, eş veya sevgili tarafından terk edilme korkusu, beş parasız, ayyaş ve evsiz biri olma korkusu gibi pek çok korkuyu insanların beynine doldurmaktadırlar. Eduard Şevardnadze’nin şaka yollu Amerikalılara şöyle dediği rivayet edilir: ‘’…size müthiş bir şey yapacağız; sizi düşmansız bırakacağız.’’ Sovyetlerin dağılması ve Doğu Bloku’nun çöküşü, düşmansız yapamayan Batı’ya, en mükemmel düşman olarak İslam’ı getirmiş oluyor.

‘’Hal böyle olunca, ben önümüzdeki yıllarda pazarlamanın giderek daha büyük ölçüde korkuyu temel alacağını öngörüyorum. Unutmayalım ki, dünyadaki stresimiz ne kadar artar, ne kadar korkarsak, sağlam bir dayanak arayışımız o kadar artar. Sağlam dayanak arayışımız ne kadar artarsa, dopamine bağımlılığımız o kadar fazlalaşır. Ve beynimize ne kadar dopamin akını olursa, bir şeyler satın alma isteğimiz o kadar yükselir. Hızlı bir asansöre binmek gibi bir şeydir bu, kendinizi dışarı atıp kurtulma olanağı yoktur. Amerikalılara 11 Eylül sonrası korku dolu gergin günlerde biraz olsun rahatlayabilmek için ne yapmalarını önerirsiniz diye sorulduğunda, tek bir basit cümleyle ‘’alışverişe çıkın’’ diyen George W. Bush’un beynimiz hakkında bildiği bir şeyler vardır herhalde.’’ (Martin Lindstrom, Buyology)

Öjeni fikrinin ortaya çıkması da ‘’kusurlu çocuk’’ korkusunun bir eseridir. Önceki dönemlerde iktidarlar belli insan tiplerini uygun bulmadığı için, sakatları, yaşlıları, farklı ırkları bir elemeye tabi tutarken bu işlemi bizzat ebeveynler yapmaya başlamaktadır. Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında çok sayıda taraftar toplayan öjeninin ırkçılık demek olduğunun anlaşılması üzerine hümanist öjenizm, liberal öjenizm denilerek kavram yumuşatılmaya çalışılmakta ve bilinçli uygulamalarla insanın kendi soyunu düzeltebileceği söylenmektedir. Vücudunun bozulmaması, kariyerinin olumsuz etkilenmemesi gibi gerekçelerle çocuk yapmayan Batılı çiftler, güzel, bakımlı, sosyal konum ve yaşantılarını etkilemeyecek, handiyse evcil süs hayvanı gibi istedikleri zaman maharetlerini sergiletebilecekleri çocuklara sahip olmayı istemektedirler. ‘’Beklentileri’’ karşılayamayan çocuğa sahip olmaktansa çocuksuz kalmayı tercih eden bu insanlar döllenmiş yumurta hücresindeki genetik yapıya müdahale etmeyi kendinde bir hak olarak görmeye başlamıştır. Normal, sağlıklı, sakatlığı ve kusuru bulunmayan, akıllı, hoş ve becerikli bir çocuğa sahip olmaya kim karşı çıkabilir ki! Bu insanlar Friedrich Nietzsche‘nin übermensch (üstinsan) kavramından da etkilenmişlerdir.

‘’Yaşamının son yıllarında büsbütün çıldırarak mektuplarını peygamber olarak imzalayan yarı çatlak Alman düşünürü insanüstü (übermensch) varsayımıyla geleceğin nazizm ve gibi ünlü canavarlıklarının temelini atarken şöyle demektedir ‘’Maymuna göre insan neyse insana göre de insanüstü odur. En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir. Bu en büyük iyilikse yaratıcılıktır. İyilik ve kötülükte yaratıcı olmak isteyen, önce bir yıkıcı olmak ve değerleri yıkmak zorundadır.’’ İnsanüstü ereği ‘’Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmektir.’’ Nietzsche ‘’milyonlarca salağı’’ insan etmek isteyen her şeye karşıdır. Hitler faşizminin liderlerinden Himmler Alman olmayan bütün insanlar için alt insan deyimini kullanmış ve 1937’de yaptığı bir konuşmada gelecek 12 yıl içinde Alman dış politikasının amacını dünyadaki bütün alt insanların yok edilmesi olarak saptamıştır.’’ (Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi)

 

Yüksek ırkın aşağı ırkları idare etmesinin doğal bir hak olduğu iddiasındaki Hitler de gerek Darwin gerekse Nietzsche gibi, Avrupalı olmayan ırkları maymunlarla aynı statüye koyuyor ve şöyle diyordu: “Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz.’’ Muhafazakârların baş tacı kabul ettikleri Paul Johnson çok değil daha 1993 yılında New York Times’da şöyle yazmaktadır. ‘’…kabul edelim; bazı ülkeler kendilerini yönetmeye hazır değil. Bu noktada ahlaki bir sorunla karşı karşıyayız; bu çaresiz bölgelere gidip, oraları yönetmek, uygar dünyanın görevidir.’’ Yönetilmesi gereken ülkeler ile yönetmesi gereken uygar ülkelerin hangileri olduğunu ve Hitler zihniyeti ile arasında bir fark olup olmadığını bulmayı okura bırakıyorum.

‘’…asalakların, muhabbet tellallarının, haydutların, katillerin, rençperlerin, budalaların, borçluların ve bunlar gibi insanlığın posalarının kararlarıyla muhteşem zaferlere imza atılır, filozofların kandilleriyle değil.’’ (Erasmus, Deliliğe Övgü)

Partinin sona ererek misafirlerin dağılmasından sonra elemanlarımızdan şüphelenen Rupert bir bahaneyle eve döner, nihayet sandığın kapağını açar ve David’in cesedi ile karşılaşır. İki öğrencisinin işledikleri bu cinayet onu dehşete düşürmüştür çünkü savunduğu fikirler böylesine bir cinayetin yolunu açmıştır. Brandon ile Rupert arasında şöyle bir konuşma geçer:

‘’Sıradan insanların hayatlarının önemsiz olduğundan bahsetmiştik. Neler dedik hatırla. Seninle ben hep bunu söyledik. İyi-kötü, doğru-yanlış gibi ahlaki kavramlar zihinsel yönden üstün insanlar için asla ayak bağı olmamalı. Bizim de yaptığımız buydu işte. Biz seninle hep konuştuğumuz bir şeyi gerçekleştirdik. Senin anlayacağını biliyorduk. Anlamak zorundaydın.’’

‘’Ama sen bu sözlerime hayal bile etmediğim bir anlam yüklemişsin ve şimdi onları çirkin cinayetine mantıklı bir açıklama getirmek için kullanıyorsun. Sözlerimin anlamı bu değildi. En başından beri, doğduğun günden beri, senin beyninin derinliklerinde bu cinayeti işlemeni mümkün kılan bir şey olmalı. Çünkü benim beynimin derinliklerinde buna izin vermeyen bir şey var. O şey buna ortak olmamı engelliyor. Bu gece üstün insanlar ve sıradan insanlarla ilgili düşündüklerimden utanç duymama neden oldun. Bu utanç için sana teşekkür ederim. Sen hangi cüretle ve hangi hakla az sayıdaki üstün insanlara dâhil olduğunu iddia edebilirsin ki? Sen hangi hakla şu sandıkta yatan adamın hayatının sıradan olduğuna ve öldürülebileceğine karar verebilirsin? Sen kendini Tanrı mı zannediyorsun, Brandon? Onu boğup hayatına son verirken aklından geçen bu muydu, yoksa?’’

Entelektüel kısaca aklını kullanabilen kişi olarak tanımlanabilirken Charles Bukowski’nin tanımı şöyledir: ‘’Kolay anlatılabilecek bir şeyi zor bir şekilde anlatan kişiye entelektüel, zor olanı kolay anlatana da sanatçı denir.’’ Entelektüel aklını kullanabilirken diğer insanların böyle yapmadığını söyleyebilir miyiz veya entelektüellerde diğerlerinden daha fazla akıl bulunduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu konuda Descartes şöyle demektedir:

‘’Sağduyu dünyanın en iyi paylaşılmış şeyidir: çünkü her kişi ondan çok iyi pay almış olduğunu düşünür, her şeyden çok güç hoşnut olanlar bile kendilerinde bulunan sağduyudan daha çoğunu istemeye alışık değildirler. Bu konuda herkesin yanılması olası değildir: ama bu daha çok aslında sağduyu ya da us denilen iyi yargılama ve doğruyla yanlışı ayırt edebilme gücünün doğal olarak tüm insanlarda eşit olduğuna tanıklık eder; böylece görüşlerimizdeki çeşitlilik kimilerinin öbürlerinden daha ussal olmasından gelmez, düşüncemizi değişik yollardan götürüyor ve aynı şeyleri düşünmüyor olmamızdan gelir. Çünkü iyi bir zihne sahip olmak yetmez, önemli olan onu iyi kullanmaktır. En büyük ruhlar en büyük erdemlere olduğu kadar en büyük kötülüklere yatkındırlar; ancak çok yavaş yürüyenler her zaman doğru yolu izliyorlarsa koşanlardan ve doğru yoldan uzaklaşanlardan daha çok ilerleyebilirler. Kendi payıma ben zihnimin başkalarının zihninden daha yetkin olabileceğini düşünmedim, hatta çok zaman düşüncem başkalarınınki kadar keskin, imgelemim başkalarınınki kadar açık ve seçik, belleğim başkalarınınki kadar geniş ve aydınlık olsun istedim.’’

Modern felsefenin kurucusu Descartes’ın sözleri bizim coğrafyaya ulaşmamış olsa gerek ki yüzyıllardır Attila İlhan’ın deyişiyle ‘’üstyapısı feodal aydın’’ tartışmaları sürüp gitmektedir. Aydın halka inmeli, öğrendiğini topluma öğretmeli, doğruyu göstermeli gibi pek çok fikir aydını toplumun hizmetine sokarken, toplumuna yabancılaşan, eğitimini aldığı Batı kültüründen etkilenen, halkı küçük gören bir yapıya büründüğünü söyleyen bir kesim de aydını dışlamaktadır. Neyi söylerseniz söyleyin her durumda suçlu olan aydındır.

‘’Aydın sözcüğünün öncesi olan münevver sözcüğü bize, bugün kullandığımız aydın sözcüğü ile Batı dillerinde kullanılan ‘’intelligentsiya’’ sözcüğü arasında bir kaynak birliği olduğunu gösterir. Bu sözcük, Rus dilinde, Fransızca ‘’intelligence’’ sözcüğünden alınarak ‘’akıl ve fikir sahibi kişiler’’ anlamında kullanılmaya başladı. Belli ki Rusya’da, Batı Avrupa düşünüşünün etkisi altında okumuş kişilerin ‘’kafasının aydınlanmış, düşünüşünün rasyonelleşmiş olduğu’’ inancı altında okumuşluğu olmayan cahil kişilerden ayrı bir kategori oldukları bilinci doğmuştu. Bu bilincin etkisi ile intelligentsiya, aydın kişiler topluluğu anlamında kullanılmaya başladı. Daha sonra bu Ruslaştırılmış intelligentsiya sözcüğü Avrupa’da yayıldı ve Fransız, Alman, İngiliz ve İtalyan sözlüklerine girdi.

Cahil insan neden bilgi seven olsun, yani felsefeye yönelsin, bunu anlamak güçtür. İntelligentsiya’yı oluşturan okumuşlar toplamının iddiası da, halka bilgi akışını vermek değil veya bilgi susuzluğunu söndürmek değil, okumamış insanlar kitlesinin kafasını kavramak, fukaralığa, geriliğe, sömürülmeye kişiyi hedef yapan akıldışı inançları yakalamak, onu toplum için doğru saydığı yönde harekete geçirerek etkilemektir. İntelligentsiya, kendinde böyle bir görev görmektedir.’’ (Niyazi Berkes)

M. Şemseddin Günaltay, ‘’Bir Çinli ile bir İspanyalı anlaşabilir ancak aynı milletten olan, aynı dine tabi bulunan, tabaka-i münevvere ile kitlenin anlaşamaz çünkü ruhları birbirlerine yabancı.’’ demektedir. Sabahattin Eyüboğlu, ‘’Eskiden bu memlekette birtakım kendini beğenmiş, beyzade, paşazade, şehzade münevverler yaşarmış.’’ diyerek eskiyi, Necip Fazıl Kısakürek de ‘’Münevver hiçbir şeyin iç yüzünü bilmez. Her şeyin posasını bilir. Münevverin ruhunu gördüğü tek bir şey, cesedini görmediği hiçbir şey yoktur. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca ‘’münevver’’ bu kuru malumatı böbreğin kum taşıması gibi beyinlerinde eritmeden taşırlar.’’ diyerek yeniyi suçlamaktadır. Yaşar Nabi Nayır, ‘’aydın kişilerin bir karamsarlık, bir umutsuzluk havası içinde bunaldığını’’ dile getirirken Aziz Nesin, ‘’Halk iyidir, aydın kötüdür’’ yargısını ortaya atanların yine aydın kesimin kendisi olduğunu, ‘’aydın vurdumduymazlığı karşısında sabrın kendisinin bile çatlayacağını’’ söylemekte ve Namık Kemal’in dizeleriyle, ‘’Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz.’’ diyerek noktayı koymaktadır.

Aydınlanma ile bütün bir kötü gidişatı tersine çeviren Batı dünyasının tersine bizler için gerileme ve çöküş başlamıştı. Batı, aydınlanmayı sorgulamış, eleştirmiş, gözden geçirmiş ve insana değgin eksikliklerini ortaya koymuşken, Niyazi Berkes’in deyimiyle 200 yıl bocaladıktan sonra Aydınlanmanın ‘’Doğruyu öğrenen insan artık yanlış yapmayacaktır’’ kısmının ülkemize girdiği bölümü Türk insanının çok işine yaramıştır. Bu fikir yönetici olsun halk olsun insanımızın tüm mazeretlerinin gerekçesi haline gelmiştir. ‘’Düşünüyorum öyleyse varım’’ ilkesi yerini ‘’Bilmiyorum öyleyse varım’’ haline dönüşmüştür. Yeri gelmişken, kendini ispatlamış bir aşk filmi yönetmeni olmasına karşın ‘’sol camianın’’ kendisini yok saymasına dayanamayan yönetmen Haşmet Asilkan’ın ‘’toplumsal içerikli bir film yapma’’ çabasının anlatıldığı Şener Şen’in ‘’Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’’ isimli muhteşem filmini anımsayalım. Yönetmen Yavuz Turgul’un bu filmiyle entelektüel kavramını kıyasıya eleştirdiğini düşünüyorum. Zayıf bir kurguya sahip olması -hizmetçinin yemek masası yerine sandığın üzerinde yenmesinden şüphe duyması, Rupert’in içinde D.K. harfleri bulunan şapkayı alması gibi- filmin gidişatının zorlamayla şekillenmesi, finaldeki konuşma için yönetmenin hazırlık yapmasıdır. Rupert’in, ‘’evet ben bu fikirleri savunuyordum ama bu kadar ileri gitmeyi düşünmüyordum’’ demesi ikiyüzlülük değil de nedir? Sırf laf olsun diye bir fikrin nasıl savunulduğunu seyirciye gösteren yönetmen, buna karşın finalde katillerin yakalandığını seyirciye göstermez, hatta David’in cesedinin babasının yanında ortaya çıkmasına izin vermez.

Filmdeki tüm okumuşlar burjuvadır ve bilginin kendisiyle değil şekliyle ilgilenmektedir. Anlamak için değil vakit öldürmek ve sohbet konusu yapabilmek için izlediği filmlerin adını bile hatırlamayan, zengin lokantalarda yemek yiyen, lüks mağazalardan giyinen, kendini beğenmiş burjuva sınıfının, sonunun nereye varacağını düşünmeden kendi aralarındaki kelime oyunlarını, tartışmalarını, sayıklamalarını, pek çoğunun hastalıklı beyinlerinin ürünlerini yalnızca zenginliklerine dayanarak tüm insanlığa ulaştırmasını eleştirir. İçindekilerden çok ilk basım olmalarıyla değer kazanan kitapların bağladığı ip ile David’in boğazındaki ip aynıdır ve aynı şeyi simgelemektedir. İp nasıl bir insanı fiziksel olarak öldürüyorsa, ‘’milyonlarca salağın öldürülmesini’’ dile getirebilen burjuva entelektüellerinin zırvaları da insanlığın maneviyatını öldürüyor ve gerçek düşünceyi boğuyor demektedir. Yeri gelmişken filmin en etkileyici repliğini yazmadan geçemeyeceğim:

‘’ Bayan Edwater siz de kitapları görmek ister misiniz?

Tabii ki. Bu çok hoşuma gider. Çocukken elime ne geçerse okurdum.

Hepimiz çocukluğumuzda garip işler yapmışızdır.’’

Brandon ile Philip arasında eşcinsel bir ilişkinin varlığı açıkça belirtilmemiş olsa da “Rope”un eşcinsel temalı bir film olduğu kabul edilmekte ve yatak odasında tek bir yatağın gözükmesi bunun delili olarak sunulmaktadır. Böyle olsa bile Hitchock, Brandon’un, kurbanın nişanlısı ile birliktelik yaşamış olduğunu söyleyerek, karakterlerin eşcinsel yönüne yapılan vurguyu azaltmış ve ortadaki kötülüğün müsebbibi olarak eşcinselliği değil entelektüelliği gördüğünü seyirciye aktarmaya çalışmıştır.

Filmimizde ‘’şaka’’ sanıldığı müddetçe ölüm ve öldürme üzerine konuşma yapılırken ve fikirler beyan edilirken, iş ciddileşince veya baştan itibaren ciddi olarak konuşulduğu ortaya çıkınca, insanları konuşmaya devam etmekten alıkoyan nedir? Doğu-Batı düşünce sistemlerini birbirinden ayıran en temel konu ölüm konusuna olan yaklaşımlarıdır. Doğu düşüncesi yaşamı ölümle iç içe kabul ederken -bunun en muhteşem örneklerinden birini Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminde, savcının uğradıkları köydeki yemek sofrasında görürüz- Batı düşüncesi ise insan zihninden mümkün olduğunca uzaklaştırma peşindedir. Sir Leonard Woolley’in keşfettiği Sümer kral mezarları ve ölümle ilgili olarak yazdıklarıyla yazımı bitiriyorum:

“Anlaşılan, kraliyet ailesinden bir kimse öldüğünde, bütün saray üyeleri ona mezarda eşlik ediyorlardı: kralın odasında en azından üç kişi; ölüm tümseğinde altmış iki kişi vardı; kraliçenin yanında toplam yirmi beş kişi bulunuyordu. Kral ve mahiyeti önce, kraliçe ve mahiyeti sonra, ay batıp Venüs gezegeni görününce gömülmüşlerdi. En büyük mezarda altmış sekiz kadın bulunmuştu, tabanda düzenli sıralar halinde yatıyorlardı, her biri bacakları hafif bükülmüş ve elleri başlarına kadar kaldırılmış durumda; başları nerdeyse ötekinin ayaklarının üstüne çıkmıştı.

Elbette bu insanlar öküz gibi öldürülebilecek köleler değildi, resmi elbiselerini giyip, gönüllü olarak dünyada hizmet ettikleri Tanrıya öteki dünyada da hizmet etmek için inançlarına göre bir rite katılmaya gelen saygın kişilerdi. Kral Tanrıysa, öldüğünde de insan gibi ölemezdi, ancak biçim değiştirirdi. Dolayısıyla maiyetinin efendilerini izlemeleri ve hizmetini sürdürmeleri zorlama değil, ayrıcalıktı.

Kurban edileceklerin aşağıya canlı indikleri varsayımı güçlü görünüyor. Toprak atılıp üstlerinin örtüldüğü zaman ölü ve bilinçlerini yitirmiş olmaları da aynı biçimde güçlü bir öneri… Öyle düzgün ve sıralı yatıyorlar ki, bilinçsiz yatarlarken birinin aşağı inip son düzenlemeleri yaptığını düşünmemek elde değil… Kurbanların yerlerini aldıkları, içkinin etkisiyle öldüklerinde veya bilinçlerini yitirdiklerinde, gövdelerinin son olarak düzeltildiğini ve sonra mezarın kapatıldığını düşünmek doğru olacak.

Altından da gümüşten de şeridi olmayan kadın kim peki? Herhalde gümüş şeridi vardı. Bel hizasında iskelet kemikleri arasında bu şerit bulundu: Anlaşıldığına göre cebinde duruyordu ve çözülmeyecek biçimde uçlarını birbirine takıp hazırlamıştı. Tören için geç kalmış, takacak zaman bulamamıştı.’’

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr

Yorumlar

Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!