Anasayfa / Sinema / Kült Filmler / Once Upon a Time in America (1984, Sergio Leone)

Once Upon a Time in America (1984, Sergio Leone)

Harry Grey’in The Hoods (1952) adlı romanını sinemaya uyarlamak isteyen yönetmen Sergio Leone, telif haklarıyla ilgili yaşadığı sorunlardan sonra zamanlamayı, Hollywood’un Amerikan kültürüne atfettiği seçkin anlamları yıkıp daha realist bir janr oluşturarak çektiği Amerikan üçlemesine yayarak; 10 senelik bir senaryo çalışması ardından yarattı Bir Zamanlar Amerika’yı (1984, Once Upon a Time in America).

once-upon-a-time-in-america-bir-zamanlar-amerika-da-1984_sergio-leone

İsminde saklanan kalitesizlik ve yergiyle spagetti western; Leone’nin, iç savaş yıllarından başlayıp haydutların gangsterliğe evrildiği 20. yy’a kadar uzanan, demiryolu ve teknolojinin gösterdiği gelişimle artık kadınların da yer aldığı, toplumun uğursuz zigotu olan şiddetin tüm çıplaklığıyla verildiği filmleriyle sınıf atladı diyebiliriz. Hatta bu yüzden filmlerinden ‘şiddetin operası’ olarak da bahsedilir. Akira Kurosawa’yı daima ustası olarak gören Leone tıpkı Kurosawa gibi vahşetin sınırlarını seyirci çekmek için zorlamaz, yaptıkları sorgulamalar maalesef bunu gerektirmiştir. Bir Avuç Dolar (1964, Per un pugno di dollari), Birkaç Dolar İçin (1965, Per qualche dollaro in più) ve İyi, Kötü, Çirkin (1966, Il buono, il brutto, il cattivo) ile oluşturduğu “dolar üçlemesi”yle kapitalist toplumun portresini çizer. Batı’nın son durumuna ışık tutacak tepeden inme bir tasvirden ziyade Meksika Devrimi’ni de es geçmeyerek, değişen parametrelerin incelikle işlendiği ikinci üçlemenin ilk iki filmi Bir Zamanlar Batıda (1968, C’era una volta il West) ve Yabandan Gelen Adam (1971, Giù la testa) ile Leone için bu tür kendini tamamlar. Sıra artık günümüz Amerika’sının dramatik temellerini gösterecek epik hikâyeye gelir.

Bir Zamanlar Amerika, işte bu temellerin binlerce dayanağını içine aldığından salt bir mafya filminden çok daha fazlası ve farklısıdır. Zamanı başından sonuna kadar tekdüze değil, koşut kurguyla yorumlayan Leone; Ennio Morricone’nun eşsiz müzikleriyle, duyguları filmin adında olduğu gibi sanki bir zamanlar yaşamış ve tekrar hatırlıyormuş gibi hissettirerek verir.

once-upon-a-time-in-america-sergio-leone

İlk olarak bir Çin tiyatrosunda kendisini uyuşturucu batağına bırakmış halde gördüğümüz Noodles, (Robert De Niro) arkadaşlarının ölümüne sebebiyet verdiğini düşünüp vicdan azabıyla kaçar ve aldığı bir mektupla 1960’ların sonlarına doğru yeniden gelir. Buradan sonra artık hatıralara yapılan geri dönüşlerle; çocukluk, gençlik ve yaşlılık ekseninde bir kuşağın kendisi ve yaşadıklarıyla geç kalmış yüzleşmesine tanıklık ederiz. Noodles’ın çok sevdiği Deborah’ı gizlice izlediği yere çıkıp artık orada olmadığını bile bile baktığı sahneden her şeyin başladığı yıllara geçilir.

David ‘Noodles’, Cockeye, Patsy ve Dominic; New York’taki bir Yahudi mahallesinde küçük çaptaki soygunlarla suç dünyasına adım atarlar. Göçmenlerin tek şansı kural tanımayacak kadar cesur davranmak, güçlünün zayıfa baskın geldiği sistemin içinde zayıf tarafta olmamaya çalışmaktır. Max (James Woods) ile tanışmalarından sonra onun soğukkanlılığı ve hırsı, bu küçük hırsızları bir çete haline getirecek; 1920’lerde yürürlüğe giren içki yasağı ile başlayan dönemi (prohibition) kendilerince fırsata çevireceklerdir.

Masumiyetin en zor kirletilebileceği dönem çocukluktur. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı ve bitimi arasındaki tarihlerde doğmuş bu çocuklar ya masum kalıp ölecek ya da direnip hayatta kalacaktır. Savaşın yıkıcılığından bunalmış bir atmosferde yetişip üstelik Yahudi bir göçmen olarak da aşağılanırken, çetenin en küçüğünün de öldürülüşü Noodles için kırılma noktası olur. ‘‘Ayağım kaydı’’ diyerek ölümünü bütün çocuksuluğuyla açıklamaya çalışan arkadaşının intikamını cinayet işleyerek alır Noodles. Tam burada masumiyet bitmiştir.

bir-zamanlar-amerika-da-sergio-leone

Hapisten çıktığında ise onu; fonda hiç durmadan çalan jazz müziği eşliğinde, 1930’ların Büyük Buhran (Great Depression) dönemi içinde gizlice yaşanan gösteriş, yasakların doğurduğu illegal sermaye kollarının konuşulduğu eğlenceler beklemektedir.

Grevdeki sendikalar ve fabrika patronlarıyla yapılan anlaşmalarla beraber politik bağlantılar da oluşur ve devletin içine sızmaya başlarlar. Noodles dışındaki tüm karakterler zirveye oynamakta, her suça bulaşıp iş çevirmek ‘bu gelişim halindeki ülke için genç yaşta atlatılması gerekilen bir hastalık’ olarak nitelendirilmektedir.

Sevdiği kadına tecavüz ederek sonsuz çelişkilerle dolu ispatlayamadığı belirsiz kimliğini bir kez daha gösterir Noodles. Bu yaptığı iğrençliği kınayan herkesi temsilen şoför mahallindeki Ennio Morricone tepkisini gösterir ve olaya müdahale eder. Karşılığını hak ettiğini düşündüğü ama kazanamadığı aşkı, Noodles için sınanmaktan en çok yorulduğu ve yorduğu bölümdür. Bu yüzden olsa gerek film burada çıkan intermission (mola) yazısıyla çok küçük bir ara vererek büyük bir dostluğun uğradığı sonsuza kadar saklı kalmayacak ihaneti öğrenmeden önce derin bir nefes aldırır.

once-upon-a-time-in-america-robert-de-niro

1933’te Başkan Roosevelt’in içki yasağını kaldırmasıyla para kaynakları zarar görecek olan Max, babasının akıl hastanesinde delirerek ölümünün bir gün kendi başına gelmesinden korktuğu düşüncesini empoze ederek, herkese güya delirmekten değil, sahte bir banka soygunu operasyonu esnasında bile bile çatışarak ölmeyi tercih etmiş gibi göstererek Bakan Bailey olarak yeni düzende yerini alır.

30 yıl sonraki karşılaşmada Deborah (Elizabeth McGovern) bir aktris olmuş ve Max ile evlenmiştir. Bakan Bailey’in oğlu olarak tanıştırdığı genç ise Max’in gençliğidir. Max oğluna, Noodles’ın anısına David adını verir.

Karıştığı skandal neticesinde her halükârda biteceğini bilen Max, Noodles’a ödeşmeyi teklif ederek kendi elleriyle intikamı sunmasına rağmen Noodles’ın kabul etmeyip elinde kalan hatıraları seçmesi ve öldü bildiği dostunun öyle kalmasına karar verişi; geç kalınmış hesaplaşmanın anlamını kaybettiğini, bazı şeylerin nasıl hatırlanmak isteniyorsa öyle bırakılmasını öğretir. Yalandan da olsa. Noodles ‘bir ömürlük çabanız boşa giderse yazık olur’ diyerek zaten Max’e yaptıklarına değmediğini yüzüne vurması yeterli bir ödeşme olur.

once-upon-a-time-in-america-jemaes-woods

Esasen ahlaki bir dekadanlığın kucağından geriye işe yaramaz birisi olarak kalan Noodles kendi acısına kendisi yataklık etmiştir. Max gibi duygularını dizginlemesini bilip mantığıyla hareket edememekte; ne tam bir romantik, ne tam bir iyi, ne de tam bir acımasız olabilir. Yaşlandığında gelip ziyaret ettiği, arkadaşları adına yaptırdığı gözüken anıt mezarda da kendi onuru başkalarınca ve sözde yüceltilmiş; meşum kaderine kimi zaman yazar kimi zaman seyirci olan can dostu Max’in günah çıkardığı bir paravan görevini görmüştür. En kötüsü de asıl suçlunun kim olduğunu bilmeden bütün hayatı boyunca kendisini suçlamasıdır. Bunca zaman ne yaptın sorusuna verebildiği tek cevap “geceleri erken yattım” demek olur. Kısacası uyutulmuştur. Neyin uğruna katlandığını bilemediği seçimleri sonrası Max’in sahibi olduğu saygınlık, güç, iktidar ve âşık olduğu kadından yoksun, hep esas mutlu olduğu yer olan sokaktaki sıradan adamdır artık. Zaman sokaktan geçen çöp arabası gibi ne var ne yoksa öğütmüştür.

once-upon-a-time-in-america-bir-zamanlar-amerikada-1984-hd-altyazili-ve-turkce-dublaj-izle

Son sekansta ise Noodles’ın en baştaki uyuşturucu etkisi altında olduğu yerde gülümseyişiyle yaşananların hepsi birer hayal miydi diye düşündürtse de hayal olamayacak kadar gerçekçi ve acıtıcı olan seyir bunu önemsetmeyip Oscar Wilde’ın şu sözünü anımsatır:

“Akıp giden bir bataklığın içindeyiz hepimiz, ama yıldızlara bakıyor bazılarımız.”

Notlar: ‘Jewish Godfather’ diye de bahsedilen film (Leone’nin, The Godfather’ın yönetmeni olması için gelen teklifi bu çalışma için reddetmesi de bunda etkilidir.) kıyas yapılamayacak farklı dokunuşlar içerir. Süresinin uzunluğu yüzünden kesilerek yayımlandığında eleştirmenler felaket olarak nitelendirir. Cannes Film Festivali’nde orijinal süresinde gösterilince hakkı teslim edilir.

Yürüdükleri yerlerin bazı köşelerinde duran Kızılderili büstleri vardır. Leone’nin bir İtalyan olmasına rağmen Amerika ile ilgili her detaya bir Amerikalıdan daha fazla dikkat ettiğini; sosyo-kültürel bir yapı inceleniyorsa soykırım gibi trajik bir gerçeği de atlamayarak Kızılderili ırkına sunduğu saygısını belirtmek gerek.

Hülya Ayazoğlu

[email protected]

Yazarın diğer yazıları.

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort