Aaahh Belinda (1986, Atıf Yılmaz)

hakları konusunda erkekler hep başkalarının karıları için konuşur.” (Ece Ayhan)

“Şirketler, pazarlama uzmanları, reklamcılar ve perakendeciler artık daha tilki, daha akıllı ve daha kötü niyetliler. Beynimizi tarıyorlar ve en derinlerde yatan bilinçaltı korkularımızı, rüyalarımızı, zaaf ve arzularımızı buluyorlar. Bir mağaza kartını kullandığımızda, kredi kartıyla harcama yaptığımızda veya internette bir ürüne baktığımızda bıraktığımız dijital ayak izlerimizi takip ediyor ve o bilgilerle, psikolojik profilimize uygun düzenlenmiş teklifler sunuyorlar. Kendi bilgisayarımızdan, cep telefonumuzdan ve hatta facebook profilimizden bilgi gasp ediyor ve kim olduğumuzu ve neler satın alabileceğimizi bulmak için bu bilgileri karmaşık algoritmalar uygulayarak analiz ediyorlar. Bizi nelerin korkuttuğunu, rahatlattığını, baştan çıkardığını, nelerin ilham verdiğini her zamankinden daha iyi biliyorlar. Suçluluk duygumuzu neyin azalttığını, kendimizi yalnız hissetmemize nelerin yol açtığını, özgüvenimizi nelerin artırdığını, kendimizi daha güvenli, ruhsal anlamda daha tatminkar, daha nostaljik hissetmemizi, insanların bizi daha çok sevdiğine inanmamızı sağlayan şeylerin neler olduğunu çok iyi biliyorlar artık. Ve daha iyi bildikleri bir şey daha var ki o da bütün bu enformasyonla hakikatin üstünün nasıl örtülebileceğini, zihnimizin nasıl manipüle edilebileceği ve insanların alışverişe nasıl ikna edilebileceği.”  (Martin Lindström, Brandwashed)

Gazetesi kapısının önüne bırakılan, kahvaltısını taze sıkılmış portakal suyu ve kızarmış ekmekle yapan, haftada birkaç gün spor salonuna giden, kendi ayakları üzerinde duran, çağdaş, şehirli, bekâr bir kadın olan tiyatro oyuncusu Serap “çok iyi para verdikleri” için bir reklam filminde oynamayı kabul etmiştir. Kabul etmiştir ancak “maskemi taktım, reklam bandını izliyorum. Mideme kramplar giriyor” diyen Serap’ın bu sözleri, para yüzünden böyle bir duruma düşmüş olmaktan dolayı rahatsızlık duyduğunu ifade ederken aynı zamanda reklamların ve dolayısıyla tüketimin insanı yabancılaştıran yönüne işaret eder. Oyun provaları esnasında bir kadın oyuncunun rolü gereği söylediği “Bir kadının para için başka erkeklerle yatmasını kabullenemiyorum” sözleri reklam filminde oynamayı kabul eden Serap’a yönelik doğrudan bir eleştiri sayılmalıdır. Ancak “işini daha iyi yapabilmek için reklamlara çıkacağını hatta fotoroman bile çevireceğini” söyleyen Serap’ın aynı provada tiyatrodan para kazanılmayacağına yönelik “üniversitelilerle oynaşmanın karşılığı en fazla keşkül olur” sözleri, bu eleştiriye yanıt olarak görülmelidir.

Serap’ın da aralarında olduğu tiyatrocuların, reklamcıların işlerini beğenmedikleri, onları küçümsedikleri ve reklam filminde oynamanın gurur duyulacak bir şey olmadığı pek çok yerde dile getirilir. “İlk başlarda ben de reklam filmi çektiğimi söylemeye utanıyordum” diyen yönetmenin Serap’ı rahatlatma çabası bu küçük görme ve “düşmanlığın” çerçevesini çizer. Yıllarını tiyatroya vermelerine karşın üç-beş dakikalık bir reklam filmindeki kadar para kazanamayan ve iyi oyuncu olduklarını düşünmelerine karşın “değerlerinin bilinmeyerek” kendilerine teklifte bulunulmayan tiyatrocular reklam metinleri ve oyunculukları sürekli eleştirseler de tüketim artmakta ve dolayısıyla reklamcılık da hızla büyümektedir. ’ın benzer bakış açısına sahip “Arkadaşım Şeytan” filminde reklamcılığın özünün “insanları ulaşamayacakları yerlere özendirmeye çalışmak” olduğu ve reklamcının “ruhunu şeytana satmış bir adam olduğunun” iddia edilmesi, ayrıca “sizin kadar ciddiye alanını da görmedim” sözünü Serap’ın “ne yaparsın, tiyatrocu alışkanlığı” diyerek cevaplaması, bu tavırların bir özetidir.

“66 yaşına geldiğimizde çoğumuz yaklaşık 2 milyon dolayında televizyon reklamı izlemiş olacağız. Zaman hesabıyla bu, altı yıl boyunca, haftanın yedi günü, günde sekiz saat reklam izlemeye eşdeğer.” (Martin Lindström, Buy.ology)

Tüketim olgusunu körüklerken, insanlara içinde nasıl davranmaları gerektiğini de söyleyen reklamlar kitleleri duygusal açıdan etki altına alabilmek için paranın bütün sorunları çözdüğü ve sihirli bir değnek misali dokunduğu her şeyi daha iyi yaparak insanları mutlu ettiği öyküleri kullanarak üründen çok bir yaşam tarzı satmaktadır. Böylece bir meta ya da hizmete ihtiyaç duyduğuna ve belli bir ürüne sahip olduğunda yaşamının daha güzel olacağına inandırılan kitleler nasıl davranmaları gerektiğini öğrendikleri gibi birbirlerini ayıplamaması gerektiğinin farkına varırlar. Herkesin tükettiği bir dünyada tüketmeyenin varlığı bir tehdittir ve bu tehdidi bertaraf etmenin yolu, herkesin aynı şekilde davranmasını sağlamaktan geçer.

Fedakâr, namusuna düşkün, kocasına ve ailesine bağlı olması gerektiği iddia edilen “ideal kadınların” –erkeğin bağlılığına ilişkin kabuller yoktur hatta erkeğin evine bağlılığı kılıbıklık olarak görülür- şehvetten yoksun, melekler gibi masum ve cinsiyetsiz anneler olmaları gerektiği ataerkil zihniyetin düşünce yapısını özetler. Kadını kendisi olarak değil, hep erkeğe göre tanımlayarak erkeğe bağımlı bir varlık, babayla oğul arasında bir köprü olarak gören bu zihniyete göre kadının görevi “erkeği” doğurmak, bakmak, büyütmek ve ona itaat etmektir. Çalışıyor olsa bile kadının öncelikli görevinin erkeğe eş ve çocuklarına anne olması gerektiğini iddia eden bu düşünce yapısı, kültür endüstrisinin bir ürünü olan televizyon reklamlarında yeniden üretilerek egemenlerin onayladığı şekilde dolaşıma sokulur. Aile imgesinin kullanıldığı reklamlarda kadın, evi temizleyen, yemeği yapan, sofraya getiren, sofrayı temizleyen, çocuğunun sağlıklı beslenmesini ve büyümesini isteyen, kısaca ev içi rollerde sunulur.

Ailenin daha çok tüketebilmesi için daha çok paraya ihtiyaç duyulmaktadır. Kadınlar “eş” olmanın yanı sıra “çalışan kadın” olarak da tanımlanarak ailenin bu tüketimine katkıda bulunmaktadır.  Tüketim ekonomisini destekleyen reklamların ve eğlenceye yönelik programların büyük çoğunluğu kadın ve aileyle ilgili olanlarıdır. Kadın bir şeylerin tüketicisi olmaya indirgendiğinde her türlü eşya ile doldurulmuş bir evde yaşamaya başlar ve böylece “aile” yabancılaşmanın ilk öğrenildiği yer haline gelir. Anne-babalar çocukları ve evcil hayvanları dışındaki canlılara sevgi ve ilgi göstermeyen kişiler haline gelirler. Herhangi bir toplumda kadın kültürü tüketim ekonomisi tarafından yönlendirilen düzenine bağlılıkları ölçüsünde var olabilmektedir ve kadının çalışmasına salt tüketime katkıda bulunduğu ölçüde göz yumulmaktadır.

“Tüketim kültürünün yeni kahramanları bir hayat tarzını, üzerinde düşünmeksizin gelenek ya da alışkanlık yoluyla benimsemekten ziyade bir hayat tarzı çerçevesinde bir araya getirdikleri ürünlerin, giysilerin, pratiklerin, tecrübelerin, görünüşlerin ve bedensel özelliklerin tikelliğinde kendi bireyselliklerini ve üslup arayışlarını teşhir ederler. içerisinde modern bireyin sadece elbiseleriyle değil, bir beğeniden yoksun olup olmadığını gösterecek şekilde, evi, mobilyaları, dekorasyonu, otomobili ve diğer faaliyetleriyle de konuştuğunun bilincine varması sağlanır.” (Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü)

Sevdiği adama uzaktan bakmayı, onunla el ele tutuşmayı ve yanak yanağa sarılmayı mutlulukların en büyüğü olarak gösteren, sevişmenin kaçınılmaz olduğu durumlarda görüntünün bulanıklaşarak kırlardaki çiçekler, uçuşan kuşlar veya seyir halindeki gemi görüntülerinin serpiştirildiği Yeşilçam filmlerinde ataerkil zihniyete uygun bir anlatım vardır. Arzu Okay’ın “ben soyunana kadar kızlar Bakire Meryem gibi hamile kalıyorlardı” sözleri Yeşilçam’ın bu ikiyüzlü yönünü en iyi anlatan sözdür. “Başrole giden yol rejisörün yatağından geçer” sözü sanki başkaları için söylenmiş gibi davranan ancak bütün ülkenin gözü önünde her haltı yiyen, “ürettiklerinin” büyük çoğunluğu Hollywood zihniyetinin kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemeyen Yeşilçam, burjuvazinin ve egemenlerin çıkarlarına hizmet etmekten asla utanmamıştır. Güçlü, yakışıklı, para sıkıntısı çekmeyen, elinden her iş gelen, kararları asla sorgulanmayan ve koşulsuz boyun eğilen erkek egemenliğinin kitlelere kabul ettirilerek, kendilerine biçilen toplumsal rollerine itaat etmelerini öğretmek maksadıyla çekilen filmlerde kendilerine yer verilen kadın oyuncular birer figürandan ileri gidememişlerdir. 1970 tarihli “Ölünceye Kadar” filminde Nejat rolünü oynayan Ayhan Işık’ın “Evlenilecek kadın, vücudu ve ruhuyla temiz olan kadındır. Yoksa sokaklar kadın dolu, niçin almıyoruz onları? Birimizin değil, hepimizin oldukları için” sözleri Yeşilçam zihniyetinin kadına bakışını gözler önüne serer.

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir, bir başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Karl Marks-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi)

Egemen sınıfın kendi fikirlerini kabul ettirmek ve hegemonyasını kurmak için her zaman ordu, polis, mahkeme, hapishane gibi baskı aygıtlarını değil “ideolojinin” işlendiği din, okul, sendika gibi sivil toplumun temel unsurları yani ideolojik aygıtları kullandığını söyleyen Gramsci ve Althusser’e göre devletin baskı aygıtı tümüyle kamu alanında yer almasına karsın, ideolojik aygıtlarının büyük bir bölümü özel alandadır ve aile de bu aygıtlardan biridir. , her ne pahasına olursa olsun var oluşunun en temel koşulu olan insana sömürüyü aynı zamanda kurulu düzenin kurallarına boyun eğmeyi de içerecek şekilde yeniden üretmek zorundadır.

“Devletin İdeolojik Aygıtları, hangisi olursa olsun üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi yani kapitalist sömürü ilişkilerinin yeniden üretimi hedefine yöneliktir. Bir yanda alçakgönüllülük, feragat, itaat öbür yanda sinizm, kibir, küstahlık, kendini büyük görme, kurnazlık ve tatlı dillilik ailede, kilisede, orduda, kitaplarda, filmlerde hatta stadyumlarda öğrenilir ve böylece kapitalist toplumsal formasyonun üretim ilişkilerinin yani sömürülenlerin sömürenlerle, sömürenlerin de sömürülenlerle olan ilişkilerinin büyük bir bölümünün yeniden-üretimi, egemen sınıfın ideolojisinin toplu halde “kafalara yerleştirilmesi” ile kaplanmış birkaç becerinin öğrenilmesi ile sağlanır. Kapitalist düzen için hayati olan bu sonucu üreten mekanizmalar elbette evrensel olarak egemen burjuva ideolojisiyle örtülmüş ve gizlenmiştir.” (Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları)

İnsanlar, dişi ve erkek cinsiyetiyle doğmasına karşın toplumsal olarak kabul edilmiş cinsiyete dayalı rollerini yetişme sırasında öğrenirler. Aile, egemenliğin öğrenildiği yerdir ve itaatkâr çocuklar itaatkâr işçiler olurlar. Çocukların cinsiyetlerine “uygun” roller kazanarak toplumsal cinsiyet kimliği edindiği bu süreçte kadınlar için temizlik, düzen, yeme içme gibi ev ile ilgili işler ve çocuk bakımı ağırlık kazanırken, erkeğin kadını, çocuğu ve evi denetleyici rolü öne çıkarılır. Evinde oturan, yemek ve temizlik yapan, sorun çıkaran, pasif ve duygusal kadın modelleri ile önemli kararlar alan, başarılı, karizmatik, güçlü, sorun çözen, aktif erkek modelleri çocuğun cinsiyet rollerini öğrenmesine yardımcı tipik toplumsal cinsiyet rolleridir. Yakın bir zamana dek babanın çocuğuyla ilgilenmesi örneğin kucağında sallaması, yemeğini yedirmesi, bezini değiştirmesi veya kadın bunlarla meşgul olurken yemeği yapması, evi temizlemesi dahi düşünülemezken, günümüzde bu sayılanların erkekler tarafından rahatlıkla yerine getirilmeye başlanmış olması, toplumsal cinsiyet rollerinin “egemenin” işine geldiğinin, cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkisinin doğal olmadığının en açık kanıtıdır.

“Bizim toplumumuzda çocuklar, genellikle toplumsal olarak erkeklere göre aşağı konumda tanımlanıp böyle kabul edilen kadınlar tarafından evde yetiştirilirler; oysa erkekler ancak nadiren ev içi tablosunda belirirler. Bu biçimde büyütülen çocuklar genellikle toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşideki yerlerini iyi öğrenirler. Ancak bu sürecin merkezi alanları, patriyarkal davranışların öğretildiği, kadınların aşağı konumda tutulduğu ve bu konumlarının pekiştirildiği kilise, okul, spor kulübü, sendika, ordu, fabrika, sağlık merkezleri, medya gibi ev dışı yerlerdir. Patriyarkayı, maddi bir temeli olan ve erkeklerin kadınlara egemen olmalarını sağlayan erkekler arası hiyerarşik ilişkiler ve erkek erkeğe dayanışmayı içeren bir toplumsal ilişkiler dizisi olarak tanımlıyoruz. Patriyarkanın maddi temeli, erkeklerin, kadınların emek gücü üzerindeki denetimidir. Bu denetim, kadınların ekonomik bakımdan gerekli üretken kaynaklara ulaşmalarını engelleyerek ve kadınların cinselliğini kısıtlayarak sağlanır.” (Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği)

Yıllar önce 9–10 yaşlarındaki oğlumla, büyüyünce ne olacağına dair bir konuşma yaptığımızı hatırlıyorum. Çeşitli mesleklerden bahsederken ne kadar para kazanacağını da soruyor ve yapmak istediklerini düşünerek küçük zihninde bir şeyleri oturtmaya çalışıyordu. Yürürken kaldırıma park etmiş, yüz binlerce lira değerinde bir araba gördük. Oğlum merakla o arabanın sahibinin hangi işi yaptığını, böyle bir araba alabilmek için neler yapması gerektiğini sordu. Cevap veremedim çünkü böyle bir meslek yoktu. Hiçbir okul, hiçbir beceri, hiçbir yetenek böyle bir maddi getiri sağlayacak bir iş sağlamazdı. “Hırsız olmalısın oğlum dedim çünkü böyle bir zenginlik hırsızlık ve sömürü olmadan elde edilemez” deyince yüzünde beliren şaşkınlığı anlatmaya kelimeler yetmez. Aradan yıllar geçti. Şimdi kalemini satmaktan utanmayan yazarlar, akademisyenler ve sinemacılardan çok daha iyi bir şekilde neyin insan haysiyetine uygun neyin hırsızlık olduğunu kendisi anlayabiliyor. Kamuoyunu etkilemek ve biçimlendirmekte kullanılan kapitalist tüccarlar tarafından kapitalist sistemin ve onun sömürü güçlerinin korunması için gerekli ideolojiyi ve ruh halini yayan tüm kitle iletişim araçları vasıtasıyla aktarılan “bilimsel” düşünceler kadınların kapitalist sömürülmesini ayaklar altına almaya değil, el üstünde tutmaya yöneliktir. Kapitalist sistem, geniş kadın kitlelerini önce aşağılar ve ezer; sonra da kadınlardaki hoşnutsuzlukları ve korkuları, sınırsız satış ve kâr ateşini körüklemek için sömürür diyen Evelyn Reed şöyle devam etmektedir:

“Ev kadınını tutkun bir alıcı olmaya özendirmek için “yönlendiriciler” onun yiyecek, cinsellik ve üreme iştihasını kabartırlar. Böylece parlak kuşe kâğıda basılmış dergiler, baştan aşağı sosları damlayan kızarmış etler, kabarmış tartlar ve keklerin yanı sıra, rengârenk olgun sebzeler, pancar, salatalık, yeşilbiber, patates resimleriyle doludur. İlkokul mezunları tarafından da okunabilmesi için büyük puntolarla dizilen yazılarda yiyecekler “bir aşk macerası” gibi anlatılır. Bu “oral” doyum kendi payına, kimi zaman mozaik panolar ve orijinal tablolarla dekore edilmiş, mide ile arasında incelikli bir bağlantı bulunan parıltılı mikserler, yuvarlak köşeli fırınlar, tüm öteki avadanlıklar ve araç gereçle donanmış bir mutfağa sahip uygun bir ev satın almayı da gerektirir. Ruj, saç boyaları, parfüm, son moda giysiler, kromajlı arabalar ve benzerlerini gösteren göz kamaştırıcı reklamlarda, aynı şekilde cinsel haz umudu da verilir.” (Evelyn Reed, Kadın Özgürlüğünün Sorunları)

Filmde “ideal kadının” özellikleri olarak “hanım hanımcık, çalışkan, fedakâr, bakımlı, hem güzel hem alçakgönüllü, gündüzleri işinde, akşamları “evinin kadını” olması gerektiği vurgulanırken, mutluluklarını “belinda” isimli bir şampuana borçlu olduğunu düşünen bir kadını canlandıracak Serap’ın “evinin kadını” sözlerini duyar duymaz yüzünü ekşitmesinden böyle bir nitelemeden rahatsız olduğu anlaşılır. Kadının erkeğin istekleri doğrultusunda şekillendirilme çabası yönetmenin “Arkadaşım Şeytan” filminde de işlenmiş olmasına karşın erkeğin, biraz romantik, biraz işveli, biraz kişilikli, biraz ev kadını, biraz eğitimli olmasını istediği kadın hayalini yerine getiremeyen şeytan “erkek olsa istediğim kalıba sokarım ama kadın olunca dengeyi tutturamıyorum” demekten başka çare bulamaz ve pes eder. Çalışan, isteklerini kocası, ailesi ve toplum uğruna ertelemek yerine gerçekleştirmek için mücadele eden Serap çağdaş kadını ve aileye bakış açısını değiştiren yeni kapitalist anlayışı simgelemektedir. Ağzında sigarasıyla bir kadının, üzerinde pijamaları olan “ana kuzusu” bir erkeği elle taciz ettiği “Vive Les Femmes” yazılı karikatürün film başlarken ekranlarda yer alması filmin bakış açısını özetler niteliktedir. Kadına ataerkil bir bakış açısıyla yaklaşan Yeşilçam filmlerinde anlatılan fedakâr kadının yerini kapitalizmin, çalışan, ailesini “seçen”, kendisi ve ailesi için tüketen kadın karakteri almaya başlamıştır.

Reklam filmi çekilirken “milyonlarca kadın aldığın zevki yüzünden okumalı” diyen yönetmenin aynı sahneyi ısrarla tekrar ettirmesi, kendini disiplinli olarak gören ancak beğenmediği bir “hayatı” canlandıramayan Serap’ın, küçümsediği bir reklam filmi yönetmeninin talimatlarına uymakta zorlanmasına ve sıkılmasına yol açar. Yönetmenin her “kes” sözü başarısızlığı anlatırken, işini bitirip gitmek isteyen Serap, saçlarını yeniden şampuanladığı sırada gözlerini bir an kapatır ancak açtığında, kendisini bambaşka bir hayatın içerisinde yani senaryodaki iki çocuklu kadının yerinde bulur. Artık Serap değil, Hulusi’nin karısıdır. Rüya gördüğünü zanneden Serap evden fırladığı gibi sevgilisine ve arkadaşlarına gitse de hiçbiri onu tanımaz. Tüm dostlarını bir anda yitirmiş gibidir.

Serap, Naciye’nin uyanışını simgelemektedir ve filmde bundan sonraki gelişmeler Naciye’nin gözünden anlatılır. Naciye’nin Serap hakkında bu kadar bilgi sahibi olması, sevgilisini tanıması, yaşadığı yeri ve arkadaşlarıyla eğlendiği mekânları bilmesi, sahneleyecekleri oyunun bütün repliklerini ezberlemiş olması ona hayranlık beslediğini gösterir. Kadın hakları için mücadele eden Serap’ın kadın bedeninin sömürülerek hazırlanan bir reklam filminde oynamayı kabul etmesi Naciye’de büyük hayal kırıklığı yaratmış olmalıdır. Yönetmenin milyonlarca kadın senin yüzüne bakarak bu ürünü alacak sözleri tüketim toplumunun ayak sesleridir. Yeni kadını temsil eden ancak yeni kadını savunmayan Serap kadının ezildiği bu senaryoya itiraz etmediği gibi kadınların aldatılmasına ve sömürülmesine katkıda bulunur. Her kadın aynı biçimde ezilmez. Kadını ezen, farklı biçimleri göremeyen ve aralarındaki bağlantıları kuramayan “kadın hakları” hareketinin başarılı olması ve “bütün kadınlara” seslenmesi mümkün değildir. Naciye’nin Serap’ın salt kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini görmesiyle birlikte mücadelesinin ilk adımını atması ve kendisinden beklendiği gibi hanım hanımcık, çalışkan, fedakâr, bakımlı, hem güzel hem alçakgönüllü, gündüzleri işinde, akşamları ise evinin kadını olmayı bir kenara bırakması eşzamanlı olarak gerçekleşir.

İsim seçimleri manidardır. Serap çağdaş, kendi parasını kazanan, kimseye bağımlı olmayan bir kadın iken ismi bile erkek isminden türetilmiş Naciye’nin ataerkil düzenin erkek egemen çarkları arasında sıkışmışlığı vurgulanır. İki kadın kapitalizmin iki aşamasını temsil eder. Naciye’nin uyanışıyla birlikte Serap’ın izinden gitmesi bir kaçınılmazlığı vurgularken aldatıldığının farkında bile olmayan Serap’ın bir anlık yokluğunda, sevgilisinin başka bir kadınla yatağa girmesi ve Serap’ın bunu biliyor olmasına karşın ilişkisini sürdürmeye çalışması büyük bir ikiyüzlülüktür ve bu sahne burjuva ahlakına getirilen bir eleştiri olarak görülmelidir. Herkesle bağlarını koparan ve başarılı olmak için her yolu deneyeceğini ilan eden Serap özgürlük ve bağımsızlık yoluna çıkmışken vardığı yer burjuvazinin güvenli sığınağı olur. Arkadan konuşmalar, entrika ve kıskançlıklar, reklam endüstrisinin tuzağına düşerek kadraja girmemesi için mayosunu olabildiğince aşağıya indirmeyi kabul etmesi ürettiğini zanneden Serap’ın da aslında başka bir biçimde ezildiğinin göstergesidir.

İşten döner dönmez evi temizleyecek, yemeği yapacak, masayı hazırlayacak, kocası ve çocuklarıyla ilgilenecek yorulmak nedir bilmeyen “ideal kadının” bunları ne zaman yaptığı hatta nasıl yapabileceği üzerinde hiç düşünülmez ve sorgulanmadan kabul edilir. Peşinen kabullenilen metinler, reklamlar, filmler, şarkılar gibi kültür endüstrisinin diğer “aygıtlarıyla” tüketim toplumunun icat ettiği kadın figürü kitlelere dayatılır. Kendisi de çalışmasına karşın, işten eve geldiğinde ayaklarını uzatıp gazetesini okuyamamakta, her şeyin önüne gelmesini bekleyememekte, kendisine biçilen rolden kurtulamadığı için hem işte hem de evde sömürülmektedir. Kendini, çocuklarına, kocasına, akrabalarına, kayınvalidesine, arkadaşlarına, patronuna, ev işlerine ve kendinden başka herkese hizmet etmenin eğlence sayıldığı pikniklerde, mahalle düğünlerinde, akraba, arkadaş ve komşu gezmelerinde ezildiğini ve sömürüldüğünü değil, gittikçe yorulduğunu hisseden ancak bu yorgunluğunun sebebini bağlayabileceği bir dayanak bulamayan bir kadındır Naciye.

Tarihteki ilk sınıf çatışmasının karı-koca evliliği ve ilk sınıf baskısının da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınması olduğunu belirten Engels “Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur” diyerek erkeğin ailesini geçindirecek olmasının ona hiçbir hukuki ayrıcalıkla desteklenmeyi gerektirmeyen egemen bir otorite kazandırdığını ve bu durumun, aile içinde, erkeğin burjuvaya, kadının proleteryaya dönüşmesine yol açtığını söylemiştir. Böylece değişim değeri olan erkek emeği kadının görünmeyen ev içi emeğinden üstün tutularak değer yargılarının ekonomik üretimle belirlendiği yani “bilincin maddeyi değil maddenin bilinci yarattığı” kapitalist düzene adım atılmış olur.

“Ne zaman sokağa çıksam, posterlerin, billboardların saldırısına uğruyordum adeta. Yeni çıkan seksi bir parfüm, yeni bir markanın kol saatleri… Hepsi de indirimdeydi elbette. Ne zaman televizyonu açsam, hep reklamlarla karşılaşıyordum. İnce ve zarif vücutlu gençler, havuz başında toplanmış belli bir markanın birasından yudumluyor, yanaklarından kan damlayan çocuklar, güneşli bir sabah, kahvaltı masasında bir markanın tahıl gevreğiyle dolu kâseyi neşeyle kaşıklıyor, olimpiyat şampiyonları, filanca spor markasının kıyafet ve ayakkabılarını giyip imkânsız atletizm hareketleri sergiliyordu. Daha önce hiç fark etmediğim ağız gargaraları, meyve suları, patates cipsleri ve çikolatalı gofretler bile süpermarketlerin raflarından sanki adımı çağırıyordu ve bu durum, garip ama bana çok baştan çıkarıcı geliyordu.” (Martin Lindström, Brandwashed)

Kapitalizmin sömürücü egemenlerinin ellerinde kitleleri soymanın bir aracı haline getirilen aileye tüketim zihniyetinin nüfuz etmesi reklamlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Film boyunca bütün evlerde açık olan televizyonlarda kaçınılmaz bir biçimde reklamların izlenmesi bu durumu vurgulamak içindir. Açlığı bastırmak için ekmek, bonfile yerine makarna, köfte yerine pilav yenen evlerde “fön makinesi” arayan, sevgiyi, dayanışmayı, ahlakı, haysiyeti ve insan üretimini değil, fön makinesini, şampuanı, mayoyu satmanın en etkili aracı olan reklam filminde oynayan Serap kapitalizmin yeni yüzüdür. Her “çekirdek” ailenin kendi çabalarıyla ayakta durması gerektiğini iddia eden kapitalizm, üretkenliklerini yitirerek çocuk büyütme ve ev işleriyle sınırlanan, ekmeği kazananın eline baktırılarak bağımlı tüketiciler haline getirilerek ikinci sınıf konumuna indirgenen kadınları teselli etmek için “ailenin kutsallığını” iddia etmiştir. Oysa kapitalist ve sömürücü egemenler için kutsal olan tek şey, “dolar” ve “özel mülkiyet” haklarıdır. Kendini ailesine adamış kutsal anne denilen kadına ikiyüzlü bir biçimde, “değer verildiği” söylenmesine karşın değeri en alt düzeye indirilmiştir. Pazar için emtia üretmeyen ve sömürücüler için artı-değer yaratmayan ev kadınlarının varlığı yalnızca aile için tüketim maddeleri satın almalarıyla orantılıdır.

“İnsanlar artık tüm zamanlarda olduğu gibi başka insanlar tarafından değil, daha çok nesneler tarafından kuşatılmıştır. Bugün nesnelerden pek azı, onlardan söz eden bir nesneler bağlamı olmaksızın kendi başına sunulur. Bu yüzden tüketicinin nesneyle ilişkisi değişmiştir. Tüketici sağladığı özel fayda bağlamında bir nesneye değil, bütünsel anlamı bağlamında bir nesneler kümesine yönelir. Çamaşır makinesi, buzdolabı, bulaşık makinesi toplu halde, her birinin alet olarak tek tek sahip olduğundan farklı bir anlama sahiptir. Vitrin, reklam, üretici firma ve burada temel bir rol oynayan marka parçalanmaz bir bütün, bir zincir gibi bu anlamın tutarlı, kolektif vizyonunu dayatırlar, sıradan nesneleri değil, gösterenleri birbirine bağlayan bir zincir gibi her nesne daha karmaşık bir üst-nesne olarak diğerlerini gösterir ve tüketiciyi bir dizi daha karmaşık tercihe götürür.” (Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu)

Kadınların birer tüketici olarak sömürülmesi, aslında insanın sömürülmesi üzerinde gelişen bir sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalistlerin çekirdek aileyi yüceltmelerinin başında çekirdek ailenin toplumdan soyutlanmış küçük yuvasının her türlü satıcı için bir altın madeni olmasıdır. Böylece her eve ayrı ürünler satılması mümkün olmakta, işbirliği, yardımlaşma ve dayanışmanın azaltılarak, birbirini tanımayan insanların doldurulduğu devasa apartmanlar üretilmektedir. Kapitalizm, her evde aynı işlere ayrı ayrı zaman harcanmasını sağlamak suretiyle insanları birbirlerinden kopararak sohbet, konuşma, tartışma, okuma gibi entelektüel etkinlik için ayrılabilecek “boş vakitlerin” yok edilmesini de sağlar. Boş vakitlerinde bile kendilerini sermayenin mutlak kudretine teslim etmesi, arkadaşlarıyla, ailesiyle, çocuklarıyla konuşmaması, tartışmaması, yeni fikirler, çıkış yolları bulmaya çalışmaması için birilerinin kendilerinin çıkarlarını koruduğu “edinilmiş öfke” yanılsamasıyla kandırılan kitleler, reklamların büyülü dünyasına zihinlerinde hiçbir sorun ve sıkıntı kalmadan atılmaktadırlar.

“Kadın, bir şeylerin satın alıcısı olmaya indirgendiğinde, korkunç yarış içindeki çılgınca uğraşısının “karısı ve çocukları” için gerekli olduğuna kendini inandıran koca da “evdeki bir eşya” haline gelir. Her türlü süs eşyasıyla doldurulmuş bir evde, çocuklar da yaşayan eşyalara dönüşürler. Kızgınlıklarının gerçek kaynağını ifade etmek bir yana, anlamaktan aciz kocalar, karılar, ebeveynler ve çocuklar birbirinden yabancılaşır.” (Evelyn Reed, Kadın Özgürlüğünün Sorunları)

Ev işlerinde başarılı, ailenin tüm bireyleri için en iyiyi bilen veya bilmek zorunda bırakılan anne-kadın modelinde ürüne yönlendirme birçok reklamda erkek dış sesi ile yapılmaktadır. Filmde de “o şimdi evinin kadını” diyen ve aile mutlulukları için hangi şampuanı kullanacaklarını söyleyen “dışses” bir erkeğin sesi olması bu durumu doğrulamaktadır. Hayatını ailesini mutlu etmeye adayan, en iyi bildiği işlerde bile, erkeğe bağlı konumda sunulan kadın, erkeğin yol göstermesi sayesinde “doğru” ürün ya da hizmeti seçebilir. Erkeğin yol göstericiliği olmazsa yanılgıya düşecek, hata yapacak ve böylece ya temizlik yetersiz kalacak, ya yemek güzel olmayacak ya da çocuklar yeterli beslenemeyeceği için sağlıklı büyüyemeyecektir. korkuları başarıyla kullanan bir endüstridir.

“…ben önümüzdeki yıllarda pazarlamanın giderek daha büyük ölçüde korkuyu temel alacağını öngörüyorum. Unutmayalım ki, dünyadaki stresimiz ne kadar artar, ne kadar korkarsak, sağlam bir dayanak arayışımız o kadar artar. Sağlam dayanak arayışımız ne kadar artarsa, dopamine bağımlılığımız da o kadar fazlalaşır. Ve beynimize ne kadar dopamin akını olursa, bir şeyler satın alma isteğimiz o kadar yükselir. Hızlı bir asansöre binmek gibi bir şeydir bu, kendinizi dışarı atıp kurtulma olanağı yoktur. ”Amerikalılara 11 Eylül sonrası korku dolu gergin günlerde biraz olsun rahatlayabilmek için ne yapmalarını önerirsiniz?” diye sorulduğunda, tek bir basit cümleyle ”alışverişe çıkın” diyen George W. Bush’un beynimiz hakkında bildiği bir şeyler vardı herhalde.” (Martin Lindstrom – Buy.ology)

Her karesinin çok değerli olduğu filmde muhteşem oyunculuklar, seyirciyi adım adım olayların içine çeken aksamayan bir kurgu ve bu kurguyu güçlendiren etkileyici bir müzik filmin başarısını sağlamaktadır. Yılanların Öcü ve Züğürt Ağa gibi iki büyük filmle aynı dönemde yarışarak Altın Portakal Festivalinde “en iyi film” ödülü almasına karşın değeri bilinmeyen “Aaahh Belinda” filminde, kapitalizmin en büyük icatlarından “televizyon”un toplumsal yapıyı ve dayanışmayı parçalayarak kitlelere tam da evlerinin içinden ve salonlarının başköşesinden daha çok tüketmeleri için çağrı yapması, bunu yaparken Serap gibi güzel kadınları kullanması ve yeni bir hayat tarzı yaratma çabası kıyasıya eleştirilmiştir. Altın Portakal Festivalinin en iyi film ödülünü hak ettiğini düşündüğüm ender filmlerin başında gelen film mutlu sonla bitmesine karşın televizyonun ülkemizdeki egemenliği artarak devam etmiş, halkın yarıya yakınının “ne olsa izlerim” diyebileceği tartışılmaz bir konuma erişmiştir.

Türk lirasının değerinin düşürülmesinden, üretici desteklerinin kaldırılmasına, sendikal faaliyetlerin kısıtlanmasından, grev yasaklarına, zamlardan değerinin altında özelleştirmelere kadar önemli değişikliklerin yapıldığı “24 Ocak Kararları” ile ülke kapitalist pazara açılmış, sanayileşme göz ardı edilerek, bütün ülke “Avrupa’nın Manavı” olmaya ve kazandığından fazlasını tüketmeye teşvik edilmiştir. Büyük alışveriş merkezlerinin açılarak eğlence kültürünün büyük alışveriş merkezlerine taşınarak yozlaşmış fikirlerin değer olarak sunulmaya başlanması bu dönemde ortaya çıkmıştır ve etkileri günümüzde de bütün hızıyla sürmektedir. Piyasadaki ürün çeşidinin artış göstermesiyle birlikte tüketim alışkanlıkları değişmiş, gelir dağılımındaki uçurum iyice büyümüş, faizle beslenen bir asalak grubu türemiş ve tüketim gücü kitleler için önemli bir değer ve statü haline gelmiştir. Sömürücülerin çocukları arasındaki yeni akımın yasak olmasına karşın vahşi hayvan beslemek olduğunu bugün öğrendim. Yazacak kelime bulamıyorum.

Kapitalizmin yarattığı bireyci ortam özel hayatın öne çıkarılmasına, sınıf, statü, saygınlık, farklılık, ayrıcalık gibi kavramlarla bir hayat tarzının satılması, “iyi yaşamanın” gerekliliği ve bunu sağlayan koşullar üzerinden kurgulanmaktadır. Böylece bireyler satın alma ve tüketmenin bencilce bir hareket değil, bedelini ödemek koşuluyla bu hayat tarzına sahip olacaklarına inandırır. Kapitalizm alışveriş denince ilk akla gelenin “kadın” olduğu olgusunu zihinlere kazımakta büyük başarı sağlamıştır. Çalışan, çalışmayan, ister dünyanın en zekisi ister en cahili, güzel veya çirkin, zengin veya yoksul, ne olursa olsun alışveriş eşittir kadın denklemine itiraz edilmemesi, ellerinde paketle görülen her kadına gülümseyerek bakılması bu durumun göstergesi değil midir? Fazla uzatmadan, sözlerimi senaryo yazarı Barış Pirhasan’ın babasının aşağıdaki sözleriyle bitirmek isterim:

“Tarihin en karanlık egemen sınıfı, kapitalist emperyalizm, “benden sonra tufan” kafasıyla insanlığı bir anda yok edebilecek nükleer silah gücüyle donanımlı bugün. Dünya dolar saltanatının başkenti Amerika’da, bilgisayar programları düzenler gibi, dünyayı elinde tutma yolu olarak cinsellikten dinselliğe her türden en yüksek düzeyde saptırıcı öğretiler, kof ama çekici düşünce-sanat-edebiyat akımları üretiliyor bugün. Dev ölçülerdeki üretim olanaklarıyla kişisel mülkiyetin temel çelişkisi var oldukça önlenemez işsizliğin, açlığın, uyuşturucunun, çeşitli hastalıkların, çevresel bitkinliklerin, yok oluşların, nükleer felaketin kıskacındaki korku egemen bir dünyada hiçbir yaşamsal sorunu çözememeye yazgılı kapitalist-emperyalist düzen, küresel aldatmacalarıyla, gözdağlarıyla, cinayetlerle insanlığı yok olmanın eşiğinde daha ne kadar tutabilir?” (Vedat Türkali, Komünist)

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarımızın diğer film incelemelerini okumak için tıklayınız.

Aaahh Belinda (1986 - Atıf Yılmaz)Aaahh Belinda (1986)aaahh belinda film eleştirisiatıf yılmaz filmleribarış pirhasankadın uyanışımacit kopermüjde arsalim olcay sanatlogyılmaz zafer
PAYLAŞ

2 Yorum

  1. Sarsıcı ve hızlı bir metindi, bilhassa kadın haklarıyla ilgili olarak nadir bulunan türden bütünü kapsayabilen geniş bir bakış açısı sunulmuş. Distopyayı vurucu detaylarla ifşa etmişsiniz. Elinize emeğinize gönlünüze sağlık.

  2. Son iki ayı o kadar yoğun geçirdim ki, anlatamam. Neyse ki nefes alacak fırsat bulabildim.

    Övgü dolu sözleriniz için gecikmiş teşekkürlerimi sunmak isterim.

    Sağlıcakla…

Yorum bırakın