Train de vie (1998, Radu Mihaileanu)

Bu yazı Divxplanet sitesinde Criterion filmleri çevirilerinde emeği geçen bütün çevirmen arkadaşlara ithaf edilmiştir.

Radu Mihaileanu’nun ’98 yapımı Train de vie (Hayat Treni) filmi görünürde bir II. Dünya Savaşı filmi sunuyor gibi görünürken behemehâl diğer türlerinden ayrılır. Soykırım! Filmde bunun esamisi okunmaz iken hal bu gidişle film aynı zamanda kendi türünün ölümüyle sonuçlanan bir zafer niteliği taşımaktadır diyebiliriz. Savaş öncesinden başlamak üzere, savaş dönemi ve savaş sonrası yapılan soykırım filmleri ve belgeselleri artık insanın bilincini bulandıran bir imgeler bataklığı haline gelmiştir. 

 Space may be the final frontier,

But it’s made in a Hollywood basement

Uzay belki bir son sınır olabilir

Ama bu da bir Hollywood bodrumunda yapıldı. RHCP – Californication

Sinema her halükârda bu savaşı sürekli yeniden ve yeniden yaratmıştır ve her yaratım süreci dönemin koşullarını yaşayan insanlar için daha farklı bir acıya neden olmuştur. Ne kadar acı verici olsa da sinema bunu şarkıda da geçtiği gibi gerçeği yeniden simüle etmiş, bodrum katında yeniden üretmiştir. Bu savaştan alınmış her kare, her fotoğraf, her video yalnızca insanlık için acının, sefaletin ve savaşın yeniden üretilmesini sağlamaktan öteye gitmeyecektir. Lütfen bu sözlerim savaş-karşıtı ya da savaş aleyhtarı olduğum anlamına gelmesin, ne kadar protesto ederseniz edin, bu konuda ne kadar çaba sarf ederseniz sarf edin olacak olan şey yine savaş değil midir? Simgesel olarak bunun önüne geçen birkaç örnek gösterebilirsiniz belki ama bunun önüne geçmek ya da geçeceğini sanmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Bununla yüzleşemeyen her insan doğal olarak ahmakça bir çığırtkanlıktan başka bir şey yapmayacaktır. Zizek’in küresel ısınma ile ilgili verdiği örnek buna benzerdir. Ben bir şey yapmaz isem dünya yok olacak şeklindeki gibi bunu savaşın kapıda olduğu bir dönemde sosyal medyada hem savaş istenciyle yanıp tutuşan hem de savaş karşıtı yapılan magazinsel eylemlerle bunun önüne geçmek isteyen ya da bunu körüklediğini düşünen aptal ve sürü hayvanları gibi. Örneğin geçen gördüğüm bir karikatürde Türkiye-Suriye arasındaki ilişkilerin gerildiği ve her an savaş çıkabilirmiş gibi bir dönemde savaş çıkmasını isteyen ya da kendi ülkesine haksızlık yapıldığını düşünen birçok insanın ellerinde cep telefonlarıyla tweet mesajları attığı ya da sosyal medyada bunu istediklerine dair mesajların iletildiğini gördüm. Elbette bu düşüncesizce yapılmış bir eylem gibi görünür. Ancak bu karikatürü paylaşan savaş karşıtı insanların da aynı şekilde bu karikatürü paylaşmaları bir ironi değil midir? Şunu diyebilirsiniz. Ama onlar savaş olmasını isterken biz savaş olmamasını, insanların acı çekmemesini istiyoruz, çocukların ölmesini istemiyoruz. Peki, bunu nasıl yapıyorsunuz diye sorulduğunda? Elbette verilecek cevap basittir. Onlar gibi. Ya da ben bir şey yapmaz isem savaş çıkacak, çocuklar ölecek… Lütfen kendimizi kandırmayalım, yaptığımız şeylerin hepsi kendi vicdanımızı ve Sartre’ın değindiği gibi herkesin taraf olduğu bir olayda kendime yakın hissettiğim olan şeyi seçerim. Ve bir şeyi seçerken aslında yine kendimizi seçiyoruz doğal olarak. Bir tarafta kendini bilinçli sanan bir sürü hayvanı, diğer tarafta ise bilinçli olduğunu düşünen ya da bilinçli insanlar tarafından bilinçli olmamakla itham edilen bir sürü var.

Konumuzun biraz dışına çıktık ancak bu aynı zamanda filmimizle ilgili birçok detayı ortaya çıkarmak adına önemli bir örnekti. Artık savaş diye bir şey olmadığını, Körfez Savaşının hiç çıkmadığını Baudrillard’dan öğrendik. Gördüğümüz tek şey önümüzdeki ekranlarda karşılıklı yeşil ateşlerin yanıp sönmesi ve birkaç patlama, petrole bulanmış bir deniz ve acı çeken insanlardı. Tıpkı bir sinema filmi gibi. Eksik olan tek şey ellerimizde olmayan pop-cornlar, kuru yemişlerdi. Aslında o zaman dönmeye gerek yok, yukarıda verdiğim örnekler herkesin bilgisayar başından takip ederken masasının üstünden kola-çerezleri, meyveleri olabileceği.

Hayat Treni öncelikle bu konu hakkında yapılmış olan bütün filmleri kendi potasında eritir. Lakin böylesine bir filmin ortaya çıkmasını sağlayan şey de kendisinden önce yapılmış filmler ve belgesellerdir.

Hayat Treni filmine geldiğimizde ise Lanzmann’ın bu dâhiyane belgeselinin üzerine bir kat daha çıktığını görebiliriz. Çünkü imgeler, olaylar çiğ bir şekilde verilmek yerine tersine kurgulanmıştır. Hatta bunu sinemada kronolojik olarak şu şekilde sınıflandırmak mümkündür.

1- Kurgulanmış İmge

2- Katışıksız İmge

3- Tersine Çevrilmiş İmge

1.Kurgulanmış imge: II. Dünya savaşı ile ilgili Nazi filmleri, Nazi karşıtı filmleri, savaş öncesi ve savaş sonrası propaganda yapan dokümanterler, Savaşın etkilerinin olumsuz olarak topluma, bireye yansıdığı kahramanlık öyküleri ve sürekli kurgulanan benzer sahneler.

2.Katışıksız imge: Örneğin Lanzmann’ın Shoah (1985) belgeseli hiçbir belge, video, fotoğraf kaydı olmadan yalnızca o döneme şahit olmuş ve gerçekten o dönem toplama kamplarında olan insanlarla röportajlardan oluşmaktadır. Bunun yanında yine aynı şekilde dönemin toplama kamplarının olduğu yerler günümüz perspektifiyle kameraya alınmıştır. Artık doğa tüm gücüyle adeta bu utancın üzerini örtmeye çalışsa da, katılaşmış bir mumya olarak onu imgeleştirmektedir.  Lanzmann bu filmiyle diğer belgesellerden ayrılır çünkü hiçbir belgeye, hiçbir imgeye geçit vermez, deyim yerindeyse göstermeden her şeyi gösteren bir çabayla filmini düzenler ve ham bir şekilde önümüze koyar. Hayat Treni filmi ile tren yolculuğu sayesinde rahatlıkla paralel özellikler gösterdiğini görüyoruz.

3. Tersine çevrilmiş imge: Hayat Treni.

Yukarıdaki sınıflandırma pek sağlıklı bir sınıflandırma olmayabilir. Ancak kurgulanmış filmler ve belgeseller hakkında tonlarca film ve belgesel var iken, ikinci seçenekte tarafsız olan-elbette doğal olarak yönetmenin yalnızca Yahudilerle röportaj yapması taraflı ve tekil bir seçimdir. Ulus Baker’in bu konuyla olarak geniş çözümlemesi bulunmaktadır. İmgeleri yeniden ele aldığımızda Baudrillard’ın tasnifinin daha sağlıklı olduğunu görebiliriz;

-derin bir gerçekliğin yansıması olarak imge

-derin bir gerçekliği değiştiren ve gizleyen imge

-derin bir gerçekliğin yokluğunu gizleyen imge

-gerçekliğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi olmayan, kendi kendinin saf simulakrı olan imge

Birinci durumda imge olumlu bir niteliğe sahiptir çünkü imge burada bir tür ayin görevi yapmaktadır. İkinci durumda imge olumsuz bir niteliğe sahiptir. Kötü büyü türünden bir şeydir. Üçüncü durumda imge bir görünümün yerini almaya yani bir büyüleme aracı olmaya çalışmaktadır. Dördüncü durumdaysa imge artık bir görüntü düzenine, simülasyon düzenine ait bir şeydir.

Simulakrlar ve Simulasyon - Baudrillard Jean - (Çev: Adanır O.), syf: 20, Doğubatı: İstanbul

Dördüncü durum Hayat Treni filmini formüle eden bir yapıya sahiptir. Çünkü film temel bağlamda her ne kadar savaş dönemini anlatan bir film olsa da, savaştan sonra yaratılan bir savaş filmidir. Baudrillard’ın Coppola’nın Apocalypse Now (Kıyamet, 1978) filmi için söylediklerini bu film için de yeniden ifade etmek mümkündür. Her haliyle film imgeleri yeniden yaratmıştır, film bir savaş filmidir, hatta savaşın simülasyonunu yaratarak film savaşa dönüşmüştür. Nasıl? Hayat Treni satirik bir okumaya münhasır yeniden çevrilmiş ancak bu sefer izleyicideki saf Alman-Yahudi imgelerini tersine çevirerek Yahudilerin Alman kılığına girerek imgenin son aşamasındaki halesini üzerine geçirmiştir.

Film henüz yeni başlamış Alman saldırılarını ve Yahudi köylerini yakıp köylerde yaşayan Yahudileri toplamasıyla başlar. Köyün delisi olarak bilinen Shlomo -anlatıcıdır aynı zamanda- koşarak ormanın içinden geçer ve köyüne ulaşarak Almanların faaliyetlerini anlatır. Köy halkının başında olan haham bir an için telaşlanır, ancak sonradan köylüler aralarında toplanarak bir plan yaparlar. Plan kısaca köy halkının ikiye ayrılmasıdır. Bir taraf trenlere bindirilen Yahudiler iken diğer taraf ise SS üniformaları giyenler olacak -tipik bir Das Experiment vakasına benziyor- SS üniformaları giyenler (Yahudi köylüleri) ile birlikte bütün hazırlıklar yapılır, tren, kondüktör vs. Kısaca izlediğiniz Yahudi soykırımını anlatan bütün imgeler yeniden tedarik edilir ve yolculuğa çıkılarak en nihayetinde Ruslar ile Almanların savaştığı sınıra gelinir. İçinde Nazilerin olduğunu sanan Fransızlar trene saldırmak için hazır beklerken, Alman üniforması içindeki Yahudilerin ibadet etmesi, domuz eti yememesi, Yahudi ayinlerini yapmasına şaşırırlar ve doğal olarak saldırıp saldırmama arasında tereddütte kalırlar.

Film neyi ifade eder? Neyi temsil eder? Ya da neyi üretir, diye sorduğumuzda karşımıza çıkan şey artık imgenin son evrimini geçirdiği ve son aşamaya geldiğini imlemektedir. Bu konuyla alakadar filmlerin son olarak evrildiği artık imgenin kurgu mu, belgesel mi sorusu rayından çıkar, tam anlamıyla son istasyon olarak evrimleşmiş kendini gizleyerek sahip olduğu gerçeğin taklidini yapmaya başlayan bir şeyle karşılaşırız. Artık ona saldırıp saldırmayacağımıza bile karar vermekte zorlanırız. Film izleyicideki bu algının tamamen farkında olarak onu bu ikilemde bırakır. Tıpkı Fransız askerleri gibi. Baudrillard’ın da belirttiği üzere bu imge aynı şekilde hiçbir zaman gerçeklikle alakası olmayan yalnızca kendisinin simulakrı haline geçmiştir. Film böylece bir tür savaş filmi olmaktan çıkarak bir savaş filmi simülasyonuna dönüşür. Dikkat etmekte fayda var, Kıyamet filmi tam tersine bir savaş simülasyonu iken bu film bir savaş filmi simülasyonudur. Coppola savaşı simüle etmiştir, yeniden yaratmıştır, ancak Hayat Treni filmi yönetmenin kurgusu olarak görünse de aynı zamanda Yahudilerin de kurguladıkları bir imgeye dönüşür. Böylece bizler de film içinde film, diğer bir deyişle savaş filmi simülasyonu izleriz. Burada simüle eden yönetmen değildir, Yahudilerdir. Yönetmen imgenin imgesini kurgulamıştır. Doğal olarak yukarıda değindiğim tersine çevrilmiş imge konusuna yeniden ricat ederiz.

Filmin diğer bir teması ise tarihte sürekli ezilmiş, topraklarından sürülmüş Yahudi milletinin/ırkının ezilen bir sınıf olmaktan çıkarak aynı zamanda ezen bir topluma dönüşmesidir. Ya da kendini öyle bir şeye dönüştürmesidir. İsrail devletinin yaptığı eylemleri düşünürsek filmde biraz da bunun öngörüsünü görürüz. Zizek, Matrix filmini anlatırken doğal olarak kaç yüzyıl sonraki harabe olmuş Chicago şehrini filmin gösterim tarihinden 2 yıl sonra gerçekleşen 11 Eylül saldırılarına benzeyen New York’a gönderme de yapmaktadır. Bu filmde aynı şekilde Alman Üniforması giyerek efendisini taklit eden bir Yahudi milletinin günümüzde Filistin’de yaptıklarını pekâlâ imlediğini göstermek yerinde olacaktır.

Filmde biri ezilen, diğeri dışlanan iki topluluk görürüz, birincisi Yahudilerdir, diğeri ise bir araya geldikleri ve karşılaştıkları çingenelerdir. Çingeneler de benzer bir yönteme başvurmuş, treni Alman subayı üniformalarıyla durdururlar. Çingene halkından birisi trendeki Yahudi arkadaşını tanır, böylece olay tatlıya bağlanarak akşam güzel bir şölen verilir. İki ezilmiş ve dışlanmış toplanır, şölen yaparlar. Peki, neyin şölenini?

‘’Az gelişmiş’’ olarak nitelendirilen toplumlar modernleşmenin misyonerleri açısından modernleşmeye zorlama konusunda en uygun alanlar olmakla kalmamış, üstüne üstlük sömürülmüş ve ezilmişler; başka bir deyişle gülünç hale getirilerek Beyazlara ait düzenin birer karikatürüne dönüştürülmüşlerdir. Tıpkı eskiden fuarlarda kendisine amiral kostümü giydirilerek gösterilen maymunlar gibi.’’

Karnaval ve Yamyam - Baudrillard Jean - (Çev: Adanır O.), Syf: 6, Boğaziçi: İstanbul

Baudrillard, yukarıdaki söylemi beyaz olmayan, sömürülmüş ve ezilmiş toplumlar için belirtir. Burada Yahudiler ve Çingeneler bir araya gelmiştir, onların bir araya gelmesini sağlayan şey Almanların yapmış oldukları soykırımdır. Şölen aynı zamanda gülünç düşürülmenin bir alegorisine dönüşmekte, Yahudiler ve Çingeneler efendileriyle adeta etraflarında yamyam dansı yapmak suretiyle ondan intikamlarını almaktadır. Baudrillard bunu beyaz, egemen, efendi konumundaki günümüz modern toplumuna ithaf etse de filmdeki bu durum Baudrillard’ın söylemeye çalıştığı şeyle oldukça uyumlu hale gelmektedir. Yahudiler ve Çingenelerin bu şekilde davranması onların da kendilerini gülünç duruma düşürmekten ibarettir. Ancak bunu efendilerinin zorbalığı altında değil, tam da efendilerine benzemeye çalıştıkları andan itibarendir. Doğal olarak film bir Yahudi sempatizanlığı yapmak yerine onları küçük düşüren bir araç haline gelir. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünmüyorum, şayet öyle olsaydı böyle bir filmin varlığı dahi mümkün olmazdı. Bu film bilinçsizce ya da bilinç dışı olarak okunması gereken bir yapıttır. Filmde böylece tam da Almanlarla dalga geçen, onların konumunu işgal ederek, kölenin efendinin yerine geçerek şarlatanlık yaptığı ve bunu ateş dansları yaparak, Bregoviç’in müzikleri eşliğinde yapar. Filmin merkezi aslında yapılan bu şölendir ve her şey bu şölen etrafında şekillenmektedir. Yamyamlar aynı şekilde beyaz adamı taklit ederek onun varlığını tanıtlayarak durumu kabul ederler. Bunu yaparken asla kendini acındırma ya da tarihin derinliklerinde olanı ifşa etme ile değil, tam da var olanın Baudrillard’ın deyişiyle tersine çevirme sayesinde bu arzusuna kavuşur.

“Ancak bu halklar kendilerine bir maymun gibi davranan Beyazları taklit etmeyi sürdürmektedir. Böyle davranarak kendilerini gülünç haline düşüren efendileri şu ya da bu şekilde çok daha gülünç bir hale düşürdükleri söylenebilir. Dışbükey bir aynada yansıyan deforme olmuş görüntü gibi bu halklar beyazlara özgü düzenin gülünç bir yansımasına benzeyerek onları tuzağa düşürmektedir.”

Karnaval ve Yamyam - Baudrillard Jean - (Çev: Adanır O.), Syf: 6, Boğaziçi: İstanbul

Filmin sonu ise bu açıdan okumaya daha müsait bir anlam taşır. Film savaş sınırında biter. Bir tarafta Almanlar, diğer tarafta ise Ruslar birbirlerine bombalar yağdırırken tren tam ortada en güvenli yerde durur. Peki ya bu sınırı geçerse? İsrail devleti zaten bugün bu sınırı çoktan geçmedi mi? İşte sınırdan sonrası yeniden başlayan ve bitmek bilmeyen sürekli olarak birbirini yiyerek efendinin yerine geçmeye çalışan toplumlar ve efendi olduktan sonra kendi kölelerini ezip onların da sonsuz bir döngü içerisinde bir diğerini yutmaya kalkışan eylemleri. Bir tarafta Ezilenlerin Pedagojisindeki ütopik bir ezilen kesimin varlığı, diğer taraftan Orwellvari bir 1984 distopyasına dönüşen artık kimin ne için savaştığının anlamı kalmamış, televizyonlardan öğrendiğimiz anlamı olmayan savaş tellalıkları. Buna hepimiz katılıyoruz, hepimiz iştirak etmekle kalmayıp bunu destekliyoruz. Bilinçli ya da bilinçsiz. Bunu içten içe arzuluyor, bu yamyamlığı arzuluyor, bir gün kendimizin de o ateşin etrafında yamyam dansı yapacağını düşlüyoruz. Çünkü biz insanız (ünlem işareti koymaya gerek yok).

Orhan Miçooğulları

kusagami@sanatlog.com

Yazarın diğer film eleştirileri için bakınız.