İstismar Sinemasında Genç Kız ve Canavar Teması

İstismar sinemasında; her biri birbirinden fazla hayranlık uyandıran çeşitli temalar vardır. Bunlardan biri olan “genç kız ve canavar” teması, insanlığın seksüel dürtülerinin en tozlu dehlizlerinde, hangi impulsu dürtüklüyorsa; oldukça sık kullanılır. İzleyici, bir canavarın kollarında kıvranan genç ve güzel (tercihen çıplak) bir kadını görmekten zevk almaktadır. Kadının kırılganlığının canavarın kabalığıyla kıyaslanması; neticede seyirci erkeğin kendini o canavarla özdeşleştirmesi ile açıklanabilir. Çoğu erkek cinsel birleşmeyi bir av olarak görmektedir. Ürkek bir ceylan olarak gördüğü kadını avlar, korkutur, tecavüz eder, zarar verir; ve bunlardan zevk alır. Tabii ki bir erkek olarak bu genellemeyi çok kaba buluyorum ama ilkel dürtülerin hayvaniliği göz önünde bulundurulursa, pek de yanlış olmayacaktır. Erkeğin kendini canavar olarak görmesi (bilinç altında canım!) bazen ilkel dürtülerin birbirine karışmasına, beslenme dürtüsünün çiftleşme iç güdüsüyle yer değiştirmesine neden olabilir. Sevdiği kadını parçalayıp yiyen bir adamın hayatı film olmuştu yanılmıyorsam. İşte (erkek) izleyicinin talebi sonucu bu tür ortaya çıktı. Söz konusu olan canavar, belki tecavüz belki beslenme amacıyla kadınlara yaklaşıyordu; ama far ketmezdi, zaten bu iki dürtünün sınırlarını kesin çizen bir bilinç de yoktu.

Görsel sanatlarda ucuz tiyatro sahnelerinde; oryantal kıyafetlerle dansederek önce vücudunu ibraz eden yarı çıplak bir kadının gösterisi; sahneye fırlayan ucuz bir pelüş kostüm giymiş canavarın saldırısıyla iyice baharatlanıyordu. İzleyici hem korkuyor hem de (bir yandan) canavarın o kadını yakalayıp…neyse. Bu gösteriler çok popülerdi. Sinema tarihinin en kötü yönetmeni Ed Wood bile, filmlerinin reytingini artırmak için araya böyle parçalar atıyordu (Glen or Glenda’da rüya sahnesi). Bazen dünyaya uzaydan bir yaratık geliyor, denizden bir canavar fırlıyor, çatlak bir profesör özel ilaçlarla bir adamı canavar haline getiriyordu. Bu canavarlar dünyayı yok etme müdahalelerinin bir durağında; oraya sanki tecavüz edilsin diye konmuş gibi görünen bir kadına mutlaka uğruyordu. Kadın bir kaçmaya çalışıyor bir yandan da (nedense) canavara sarılıyor, ha kurtuldum kurtulucam derken orasını burasını açıyor, rol yeteneğinin el verdiği ölçüde göz yaşı ve orgazmı harmanlayarak kendisinden bekleneni hakkıyla icra ediyordu.

Bunları modern çağın dejenerasyonu olarak düşünenler için “genç kız ve canavar” imgesinin tarihsel kökenlerine değineceğiz, naçizane…

Yunan Mitolojisi

Eski Yunanlılar, dinlerine de erotizm sosu bulaştırmış, tanrıların onunla bununla düşüp kalkmasını sulanan ağızlarıyla kulaktan kulağa yaymışlardır. Zeus, uçkuru en gevşek tanrıdır. Güzel bir kız görür görmez nefsi uyanan Zeus amca, bir punduna getirip bu kızı yatağa atar mutlaka. Halk bu öyküleri sevmektedir. Eh tüm bunlar uydurma olduğu için, şairlerin seksüel arzularını yansıtış biçimine göre çeşitlenmektedir. Mesela Zeus’un (ya da kör şairin, bilemiyoruz) fantazileri çeşitlidir; ölümlü çoğu kızla, hayvan vücudunda halvet olur. Mesela Leda ile kuğu bedeninde sevişir, kadına yumurta doğurtur. Europa’yı bir boğa şeklinde kaçırır.

Daha şiddetli bir “hayvanlara aşık olma” hikayesi, efsanevi kral Minos’un başına gelir. Minos, bir şekilde sular tanrısı Posedion ile bozuşur. İşi pisliğe vuran Poseidon, beyaz bir boğa yaratır ve Minos’un karısı Pasiphaë’nin bu boğaya aşık olmasını sağlar. Aşkından deliye dönen kraliçe, saray mucidi ve mimarı Daedalus’a bronz bir inek yapmasını emreder. İneğin içi boştur, cinsel organlarının olması gereken yer de deliktir. Kraliçe bunun içine girer ve boğayı baştan çıkarır.

İnekle çiftleştiğini zanneden boğa işini bitirir, kraliçe de bu ilişkisinin meyvesini doğurur: Minotauros (boğa başlı adam).

Boğa kültürüne sahip başka bir ülke olan İspanya’nın ünlü ressamı Picasso’nun kaba bir cinsellik zevki vardır; ünlü bir eskiz dizisinde Minotauros’la çıplak kadınları resmetmiştir. Bu çizimlerin çoğu pornografik özelliktedir ve izleyende çiğ bir uyarılma oluşturur.

Mitolojideki erotizmin bu kadar çeşitli olması, muhtemelen o dönem Yunan cinsel hayatının da geniş mezhepli olmasından kaynaklanıyormuş. Şu an kabul edilirliğini kaybetmiş olan hayvanlarla ilişki, o dönemde sık rastlanan bir fantaziyiymiş. Lucius Apuleius’un Altın Eşek (Asinus Aureus) adlı antik hikayesinde de; büyüyle eşeğe dönüştürülen kahramanımız ihtiraslı bir hanımın eşek sevgisinden ziyadesiyle yararlanır.

Aslında başlığımız Yunan mitolojisi ama cinsel çeşitlilik konusunda ilk sıradaki Japon kültürü ve folklörü; garip, doğal yaratıklarla çiftleşen kadınlarla doludur. Bunun sonucunda doğurdukları çocuklar, iblis olan babaları gibi olağanüstü güçlerle donatılacaktır. Japon erotik sanatı olan “Shunga”da deniz cinleri tarafından tecavüze uğrayan kızların pornografik çizimleri vardır.

Ringu (Yüzük) adlı filmde bile, şeytani kızın doğumu üstü kapalı olarak, annesinin bir deniz iblisi tarafından tecavüzüne bağlanmıştır.

Hades ve Persephone

Yunan mitolojisinde adı geçen Persephone, tarım ve toprak verimliliğinin tanrıçası Demeter’in kızıdır ve o zamanlar adı Kore’dir (genç kız). Peri kızlarıyla beraber kırlarda çiçek toplarken yeraltı (ölüler ülkesi) tanrısı Hades tarafından görülür ve beğenilir. Tanrı, dikkatini çekmek için yerden bir çiçek (nergis) çıkarır. Kore, bu ilginç çiçeği koparmak için yaklaşınca Hades, tüm korkunçluğu ile toprağı yararak yeryüzüne çıkar ve annesinin yakarmalarına rağmen kızı kaçırıp yeraltına alır. Kore, burada Persephone adını alır ve ölüler dünyasının kraliçesi olur.

Yaşlı ve korkunç bir adam tarafından kaçırılan ve tecavüz edilen bakire kız, Yunan mitolojisinde mevsimlerin oluşumu için bulunan bir yöntem aslında. Peki niye bu kadar erotik ve kışkırtıcı olmak zorundaydı? İşin keyfine varan ünlü heykeltraş Bernini’nin “Persephone ve Hades” heykel grubundaki gerilime dikkatinizi çekmek istiyorum.

Gayet tahrik edici…

Susanna ve Yaşlı Adamlar

Eski Ahit, ders vereyim derken tam tersine erotik olan bir sürü kıssa içerir. Anal ilişkiyi seven bir kent, babasından hamile kalmaya çalışan kızlar…falan gırla gidiyor. Ama konumuzu ilgilendiren bir karakter var ki Marki de Sade’ın ağzını sulandırır. Susanna adlı bedbaht kadın, bahçesinde çırılçıplak banyo yaparken (çok uygunsuz olduğunu ben de kabul ediyorum) iki yaşlı adam tarafından röntgenlenir. İşini bitiren Susanna tam eve girecekken iki adam yolunu keser ve kadını kendileriyle yatmaya zorlarlar! Kadın tabii ki bu pis ihtiyarları geri çevirir ama gözü dönmüş tecavüzcüler, isteklerini reddederse, genç bir erkekle zina yaptığını tüm köye yayacakları konusunda tehditte bulunurlar. Görsel sanatlarda bu şantaj hadisesi, iştahla sömürülür. Dini resimlerde (bu öykünün ne kadar dinsel olduğunu tartışmak bize düşmez) kadınlar büyük rahatlıkla çıplak çizilebilirdi. Fakat bu çıplaklık “ilahi çıplaklık” denen, izleyicide cinsel uyarılmayı en aza indirmeye çalışan, ayrıntısız bir nüdizmdi. Vücut gergin bir şekilde estetize ve idealize edilirdi. Günümüzün istismar sinemasıyla aynı kaygıyı taşıyan, hem gösterip hem vermeyen bu resimlerde kadının etleri olabildiğince sergilenir ve çirkin, canavar suratlı, korkunç adamlarla tezat oluştururdu. Güzel sanatlarda nasıl işlendiğine iyi bir örnek: Jacopo Tintoretto’nun yorumunda yaşlı adamın nereye baktığına dikkat edin.

Kadınları en iyi çizen kadın olarak nam salmış Rönesans ressamı Artemisia’nın resminde ise Susanna’nın yüzündeki iğrenme ifadesi daha gerçekçi verilmiştir.

Artemisia’nın ilahi çıplaklığı yerle bir ederek, kadının vücudundaki tüm kıvrımları en çiğ haliyle vermesi ise bir kadın gözüyle kadın cinselliğine yaklaşıma güzel bir örnek.

Eski Ahit’teki bu kadın karakterlerin, sessiz pasif kurbanlar olarak gösterilmesi feministlerin de tüylerini diken diken etmiştir.

Ölüm ve Bakire

Hades ve Persephone mitinden esinlendiği muhtemel bu tema ortaçağ sonlarında ortaya çıktı ve hızla popüler oldu. Ortaçağ karanlığında ahlak dersleri içeren ve insanlara ölümlü olduklarını hatırlatıp yola getirmeyi amaçlayan desenler, süslemeler ve objeler çoktu. Mesela “Ölüm Dansı” bunlardan biriydi. Genellikle halka olmuş çılgınca danseden, vur patlasın çal oynasın şeklinde iskeletler, mezarların üzerinde tepiniyorlardı. Bu temada cinselliğe yer yoktu. Gelgelelim Ölüm ve Bakire’de; üzerinden etleri ve derileri sarkan pis bir iskeletin yanında ona tezat oluşturan, genelde tüm güzelliğini gösterecek şekilde çıplak, pembe tenli genç bir kız vardı. Amaç gençlik ve güzellikleriyle gurur duyan kadınlara bunların geçiciliğini hatırlatmak olsa da muhakkak erotik bir kaygı da taşıyordu (bence). Zamanı göz önüne alındığında çıplak kadın göstermek için en legal yol buydu ve ressamlar ahlak dersi vereyim diye nedense bakirenin teninin saydamlığı üzerinde zaman harcıyorlardı! Bazen kız ölümün korkusuyla göz yaşlarına boğulup af diliyor ya da kendisini zorla öpen ve elini edepsiz yerlere sokan iskelete pek de karşı koymuyordu.

Böylece gitgide didaktik rolü azalan motifte iş neredeyse pornografiye ulaştı.

Güzel ve Çirkin

Masalı hepimiz biliyoruz. Bir canavar tarafından evliliğe zorlanan bir kız nihayetinde ona aşık olur. Burada başta bir zorlama görülürken, ilerleyen satırlarda iradeli bir boyun eğiş vardır. Bakire bir kızın bir canavara aşık olması… En yumuşak yorumla “garip” denebilecek bu hassas konu çeşitli dallarda incelenmiş ve değişik ürünler verilmiştir. Yazılı edebiyata ilk geçtiği zamanlarda masaldaki canavar en iğrenç ve en grotesk haliyle verilmiş ve olayın absürdlüğünün altı çizilmiştir.

Sinemada La belle et la bete adıyla (1946, Fransa, Y: Jean Cocteau - Oyn: Jean Marais, Josette Day) şiirsel bir şekilde aktarılmış, burada ise lanetli ve ihtiraslı bir aşık olarak karakterize edilmiştir. Canavar görsel olarak korkunçtur ama iğrenç değildir. Gotik kurt adam filmlerinden fırlamış gibidir ve aşkında Dracula’nın bedbahtlığından bazı tatlar barındırmaktadır.

Disney’in uyarlamasında ise canavar o kadar sevimlidir ki, hani neredeyse yanağından makas almak istersiniz.

Bunlar temanın içini biraz boşaltsa da istismar sinemasının en parlak döneminden bir film, masalı en hastalıklı haliyle yansıtır. “Etin çığlığı” Walerian Borowczyk, 1975 tarihli La Béte adlı edepsiz filminde, kır evinde harpsikord çalarken kaybolan kuzusunun peşinden ormana giden ve burada aygır penisli, kıllı bir canavarın tacizine uğrayan bedbaht bir genç kadını anlatır. Dehşet içindeki kadın kaçarken ormandaki her dal ve çalıda, elbiselerinin bir parçasını bırakır. Nihayet kıza ulaşan canavar işini görür ama işin tadına varan genç kadın canavarı erken bırakmayacaktır. Biraz daha açıklayıcı olması için bir sahne: ihtirasla yükselmiş pençeler ve pembe ette bir çizik.

King Kong

Biraz daha yakın tarihli bu karakterin öyküsü her ne kadar daha farklı olsa da dev gorilin sarışın genç kızla ilişkisi biraz sorunludur (boyut itibariyle). İlk defa çekildiği 1933 yılından beri öykünün çevreci ana fikri unutulmuş ve eline aldığı oyuncağı (sex toy) sarışın kadınla yaşadığı macera daha çok reyting almıştır.

Hatta bir versiyonunda King Kong dayı, eline aldığı Jessica Lange fıstığını bir parmak darbesiyle soyuvermiş, kızcağız göğüslerini nasıl toplayacağını şaşırmıştır.

Hadi yapmayın, kimse King Kong’a erotik bir film diyemez. Peki neden bu sahne içimizi gıcıklandırır?

Görüldüğü üzere cinsel dürtülerin istismarının (bizim konumuz olan genç kız ve canavar imgesinin de) kökenleri insanlığın tarihiyle neredeyse aynı yaştadır. Zaten yeni bir fantezi olarak düşünülen çoğu şeyin çok eskiden keşfedilmemiş olduğunu zannetmek mantıksız olacaktır.

Yazan: Wherearethevelvets

Sinemada Çıplaklık: Nudies, Roughies, Mondo ve Porno

Erotik sinemanın gelişmesinde çeşitli eğilim ve biçimler görülmektedir. Modern sinemanın çıplaklığa yer vermesi İskandinav ülkelerinden gelen, daha çok çekinmesiz natürel çıplaklığı içeren filmlerle olmuştur. Bu filmlerin bazıları, ırk güzelliğini belirtircesine, sosyalist propaganda filmlerinde olduğu gibi atletik vücutların sergilenmesinden ibaretti. Kesinlikle cinsel istek uyandırma amacı taşımıyorlardı. Fakat bu durumdan çıkar sağlamayı kafaya koyan sinemacılar, olay akışıyla ilişkisiz sadece erotizm amaçlı bazı çıplak insan görüntüleri eklediler filmlerine. Bunlar genelde kamp halinde yaşayan nüdistlerdi ve sinemada çıplak beden görmek isteyen izleyicinin tatminini sağlıyordu. Bu döneme ve filmlere “Nudies” adı verildi. Tabii ki sansür nedeniyle, bu motiflerin filmlere konması için neden bulmak gerekiyordu. Ve ne yapıldı; bir bilim adamı insanları çıplak gösteren bir gözlük icat ediyor, duvarların ötesini gösterebilen bir boyayı kullanan boyacılar genç kızları giyinirken dikizliyor, suçluların peşine düşen dedektifin yolu yanlışlıkla çıplaklar kampına düşüyor falan… Çıplaklar, doğal mekânları olan kamplar dışına çıkınca amaç gittikçe erotik dürtüleri tatmine yöneliyordu.

Bu esnada batı sineması Japon filmleriyle tanıştı ve bu filmlerin sansürlü gösterimlerinden bile oldukça etkilendi. Japonlar yapıları gereği erkekliği kaybetme korkusu taşıdıklarından kadınları, cinselliklerine karşı bir tehdit olarak görüyor, sevişme gittikçe sado-mazoşist bir hal alıyordu. Olay salt çıplaklıktan çıkıp faaliyete geçince yeni bir tür çıktı: “Roughies”. Bu dönemin en iyi temsilcisi Russ Meyer’di. Artık kadınlar sadece çıplak değil aynı zamanda tehlikeliydiler. Gürbüz vücutlarını cömertçe sergilemekle yetinmeyen ve ellerine silah geçiren ilahelerin karşısına zayıf, korkak ve paranoyak erkekler kondu. Bu filmler ister istemez kadın düşmanlığı da taşıyordu, erkeğin cennetten kovulmasını sağlayan da kadınlar değil miydi? Aynı zamanda sözümona bir ahlak dersi de amaçlanıyordu. Gençler arasındaki ahlaki çöküşün yansıtılması planlanırken, aynı zamanda izleyicilerin de ağzı sulandırılıyordu.

Daha sonra, İtalyan yapımlarda ortaya çıkan başka bir tür gelişti. “Mondo” diye tabir edilen bu türde, otantik kültürlerdeki erotizm bir belgesel havasında veriliyordu. Fakat olay böyle değildi tabii ki. Bir kere, verilerin çoğu yalan yanlıştı ve görüntülenen kişilerin -ki çoğu siyah deriliydi- gerçek mekânlarda değil de stüdyo dekoru içinde görüntülenmesi izleyicilerin gözünden kaçıyordu. Araya serpiştirilen birkaç vahşi hayvan, esneyen timsah veya uyuyan aslan gibi görüntüler ve kabile dansı sonrası orji benzeri sahnelerle biraz çeşni sağlanıyordu.

Çok geçmeden “Porno” sahneyi aldı. Kökeninin çok eskilere dayanmasına rağmen modern sinemadaki ilk örnekleri (hard porno kastediliyor) 1970 civarında verildi. Çünkü eğer bir sinemadan bahsedilecekse, bunun bir yapımcısı, öyküsü, adı sanı belli bir yönetmen ve oyuncusu olması gerekiyordu. Ve işte amatör işi pornoyu, kaliteli seyirciye ulaşabilecek seviyeye çıkaran film “Deep Throat” oldu.

Sinemada Fallik Obje

Freud sağ olsun; hayatımızdaki tüm davranışlarımızı, düşüncelerimizi ve bilumum eşyalarımızı seksle ilişkilendirdi. Fallik obje de kişide, erkek cinsel uzvunu çağrıştıran her türlü objeye verilen Freudyen isim. Fallus, penisin Latince adı. Eski Yunanlılar, bereketin sembolü olan bu penis objesini tiyatroları da dâhil olmak üzere günlük hayatlarına entegre etmişler. O zaman müstehcen sayılmıyormuş çünkü bir şeyin müstehcen olabilmesi için yasak olması lazımdır. İnançlar anaerkillikten (doğa bereketi) ataerkilliğe döndükçe (semavi dinler) bu paganist obje hemen lanetlenmiş, müstehcen sayılmıştır. Bundan sonra bizzat penis şeklinde değil, onu çağrıştıran metalar kullanılmış, anlamı da bereketten çok erk sembolizmine kaymıştır.

Etrafımıza baktığımızda algıda seçiciliğe de bağlı olarak birçok fallik obje görebiliriz. Genelde diktatörlerin erklerini kanıtlamak istercesine yaptırdıkları görkemli anıtlar fallik objeye örnek olabileceği gibi gökdelen, minare, bıçak, silah, kılıç… da bu başlık altında sözü edilebilecek objelerdir.

Modern sinemada, işin heyecanını artıran unsurlardan biri güç çatışmasıdır. Bu, ataerkil bir düşünce sistemiyle çözümlendiğinden, bir erkeğin gücünün en güzel sembolü sertleşmiş büyük penisidir. Eh, porno filmler dışında bunu göstermek pek uygun kaçmayacağından, sinemacılar bilinçaltına hitap edecek çeşitli yollar arar; fallik objeler olaya dâhil edilir.

En kolay (ve beklenmedik örnek şu an aklıma gelen) “Shrek I”de (2001; Andrew Adamson & Vicky Jenson) kısa boylu kötü kalpli prensin, bu eksikliğini gidermek için kendisine koca bir saray inşa ettirmesidir. Hatta Shrek’in kendisi bile, sarayı görünce bunu dile getirir! Küçük penis, güçsüz erkektir. Bir animasyonda bunun kullanılması çok ilginç!

Büyücülerin ellerinde taşıdıkları (bulmacalarda sorulduğu gibi) erk timsali değnekler olan “âsâlar” da fallik objeye güzel bir örnektir. Büyücülerin genelde hand-to-hand çatışmaya giremeyip, filmdeki seksi hatunları da götürme kategorisinde olmadıklarından, güçlerini belli etmek için uzuuun bir şeye ihtiyaç duymaları normaldir. “Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği”ndeki (2001; The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring; Peter Jackson) Saruman ve Gandalf’ın, ince uzun (!) bir kulede, ellerinde âsâlarıyla dövüştüğü sahneyi hatırlayın. Bu yönden bakıldığında aslında ne yaptıklarını anladınız herhalde!

En güzel örnek ise “silah”tır; bu silah, tüfek veya tabanca olabilir. Özellikle westernlerde, tüm öykü aslında bu silaha sahip olma meselesinde yatar. Kötü adamın eline silah daha çok geçer, ona daha uzun sahip olur, onu çok ateşler ama her zaman ıskalar. İyi adam ise silaha daha az başvurur, silahı ateşlediğinde de mutlaka hedefi vurur! Bu silah, film boyunca kimin eline geçerse geçsin sonunda mutlaka iyi adamın elinde kalmalıdır. Silahlı adam kızı da kapar. Silahını kaybeden kötü adam korkak bir hayvana dönüşür.

Dinde fallik obje var mıdır? Doludur. En önemlisi ve üzerinde durulması gereken obje “haç (crucifix)”tır.  Katolik takıntıları olan ve şeytana karşı kesin bir zafer arzusuyla yanıp tutuşan sinema, özellikle korku filmlerinde haçı yerli yersiz kullanır. “Şeytan” (1973; The Exorcist; William Friedkin) adlı filmde Cizvit, içine giren şeytanın etkisiyle edepsiz şeyler yapan kızın suratına haçı dikiverir. Başka bir sahnede (kitabında bu sahne daha açık açık anlatılmaktadır) kız haçla mastürbasyon yapar. Artık daha ne kadar altı çizilebilirdi ki?


Ken Russell “The Devils” (1971; Şeytanlar) adlı filminin bir sahnesinde (ki bu sahne, Hıristiyan lobisinde nefretle karşılandığından filmden atılmıştır ve artık görmek mümkün değildir) histeri krizindeki bir rahibeyi, çarmıha gerilmiş İsa heykeli ile seviştirir. John Waters’ın “Multiple Maniacs” (1970) adlı filminin şölen sahnesinde Divine, haçı anüsüne sokar. Yüzündeki korkunç acı ifadesiyle çarmıhtaki İsa’nın yüzü birbiri içine geçer, onunla özdeşleşir. Vampirlerin suratına suratına sallanan haçların haddi hesabı yoktur.

Son örnek: “Nell” (1994; Michael Apted) filminde, uygarlıktan uzak kız, bazı erkeklerden bahseder; bunların karınlarında bıçak saplıdır; “gobai dei” der bunlara. İki bilim adamı nihayet bunu açıklığa kavuşturur; “gobai dei”, erkeklerin karnına doğru yükselen sertleşmiş penisleridir!

İstismar Sinemasında “Redneck” Olgusu:

Amerika’nın güney eyaletlerinde yaşayan taşralılara “redneck” lakabı verilmiş. Bunlar genelde tarlalarda çalıştıkları ve güneş ışıklarına maruz kaldıkları için “kırmızıense” (redneck) adı almışlar. Redneckler sinemada, genelde ırkçı, küçük komünler halinde yaşayan ve bu nedenle kendi aralarında evlilikler yapan, akraba evliliği nedeniyle eciş bücüş veya geri zekalı bireylere sahip olan, içmekten, yemekten ve avlanmaktan anlayan sorunlu tipler olarak resmedilirler. Türkçe karşılığı kıro olabilir fakat kırolar bu kadar tehlikeli değildir. Tarihte tarlalarında en fazla zenci köleyi bunlar çalıştırdıklarından günümüzde Amerika’da ırkçı nüfusun çoğunluğunu oluştururlar. Avcılığı sevdiklerinden silahlara da düşkündürler ve kanunları da bunu kolaylaştırmak için esnetilmiştir (bkz. Texas).

Filmlerde işlendiği kadarıyla ele aldığımızda, medeni şehirli insanın karşısına bir tehdit ve korku unsuru olarak çıkarlar. Genelde olaylar şöyle vuku bulur: arabalarıyla seyahat eden bir ailenin veya gençlerden oluşan bir grubun yolları, araçlarının bozulması sonucu ya da gezinti veya taşınma amaçlı, güney eyaletlerin birinde bir kasabaya düşer. Redneckler önce bu gençlere soğuk davranır, onları içlerine almak istemezler. Daha sonra nedensiz yere onları terörize etmeye başlarlar. Bu, ya tecavüz olur ya da bizzat fiziksel şiddet ve cinayet… Ya da bazı korku filmlerinde redneckler deforme canavarlar haline getirilir. Bu ya akraba evliliği ya da hükümetin yaptığı bazı nükleer veya kimyasal deneyler sonucu oluşmuş bir dejenerasyondur. Medeni Amerika’nın bu toplu histerisi ve paranoyasının kökeni Kuzey-Güney savaşına kadar uzanabilir. Redneck nüfusu verdikleri oylarla da yönetimde oldukça söz sahibidir (Bush olayı mesela). Buradan da bir husumet çıkarılabilir.

Redneck olgusuna çeşitli örnekler verilebilir: “I Spit on Your Grave”de (1978; Day of the Woman; Mezarına Tüküreceğim) şehirli kıza tecavüz eden bir taşralı grup vardır.

John Boorman’ın oskar adaylığı olan istismar filmi (!) “Deliverance”da (1972; Kurtuluş) macera yaşamak için doğal mekânlara çıkan 4 şehirli adam, rednecklerin işkencesine ve bizzat tecavüzüne uğrar. “The Hills Have Eyes” (1977; Tepenin Gözleri) rednecklerin deforme olmuş suretleri tarafından yenen insanlardan bahsederken, “Redneck Zombies”te (1987; Pericles Lewnes) taşralılarımız bizzat zombilere dönüşürler (zombiler işçi/amele sınıfının korku sinemasındaki karşılığıdır). Bu yamyamlık meselesi en iyi “The Texas Chain Saw Massacre”de (1974; Texas Elektrikli Testere Katliamı) işlenir. Filmde 70’li yılların özgürlük düşkünü gençlerinden oluşan bir grup, Teksas’tan geçerken, yamyam bir redneck ailesinin akşam yemeği olur. Korku filmlerinin referans aldığı Ed Gain de gerçekte yaşamış ve filmlerdekiyle yarışacak sapıklıkta bir rednecktir. “Bullies”de (1986; Paul Lynch) yeni bir kasabaya annesiyle beraber taşınan genç, rednecklerin kızkardeşine âşık olur. Redneck aile, gencin gözleri önünde annesine tecavüz ederek cezalandırır.

Efsane film “Two Thousand Maniacs!”da (1964; Herschell Gordon Lewis) belirli yıldönümlerinde ortaya çıkan bir redneck kasabasına yolu düşenler, korkunç işkencelerle öldürülürler.


Bu filmin yeniden yorumu olan “2001 Maniacs’da (2005; Tim Sullivan) redneck imgesini daha bilinçli çizmiştir. Trash bir film olan “Citizen Toxie” de (2000; Lloyd Kaufman) redneck klasmanında sayılabilir.

Yazan: Wherearethevelvets