Recep İvedik 3 (2010, Togan Gökbakar)

Büyük bir hevesle beklediğim nev’i şahsına münhasır Recep İvedik serisinin son filmini de izlemiş olmakla eriştiğim bahtiyarlığı naçizane aktarabilmek ve bu muhteşem filmi herkesin, hatta bütün bir beşeriyetin izlemesine bir nebze olsun katkı sağlayabilmek adına kâğıt-kaleme sarıldığımı ifade etmek isterim. Son yılların belki de en yaratıcı filmi olan ve cemiyetin karşı karşıya kaldığı girift meselelerin üzerine gitmekten çekinmeyen bu denli mühim bir eseri seyrederek tarihe tanıklık etmiş olduğum hissinden henüz kurtulabilmiş değilim. Seriyi izlemeden geçirmiş olduğum eski günlerimin anlamsızlığı hususundaki tek suçlunun ben olduğum hissini idrak edip mazimi hatırladıkça ‘’bir mücrim gibi titremekten’’ kendimi alamıyorum. Bu dile getirme ameliyesini bir nevi vazife telakki ettiğimi, zira yaratıcı beyinlere mahsus ürünleri mümkün mertebe çok kişiye ulaştırmak gibi naçiz bir gayret içerisinde olduğumu söylemeliyim. Hepinizin malumu, bu nev’i filmler gerek dağarcığımızın genişlemesi, gerek umumi idrakimizin inkişafı cihetinde, tarifi imkânsız tesirlerde bulunuyor. Yazımda hatalarım olmuşsa, filmin üzerimdeki tarif edilemez etkisine verilmesini ister, ‘’sürç-i lisan etmişsem affola’’ demeyi şimdiden bir borç bilirim.

Recep İvedik serisinin üçüncü filminde de görkemli oyunculuklarından birini daha sergilemesi dışında feylesof yönünü de ortaya koyan Sayın Şahan Gökbakar’ın “Sokakta birbirinin kafasını kıracak insanlar yan yana oturup, bir şey izleyip güldüler. Bu kadar toplumsal gerginliğin olduğu bir ülkede aynı anda gülme seansı gibi oldu film. Herkes aynı anda güldü. Sağcısı-solcusu, dertlisi-tasalısı, Türkü-Kürdü-Çerkezi-Lazı herkes aynı salona gidip, yan yana oturup gülebildi aynı şeye. Bunun için bana teşekkür edilmeli” şeklindeki beyanı, eleştirinin ve içtimai sorunlara parmak basmanın ‘’kişilerin medeniyet ve zekâ seviyelerine dair ciddi işaretler taşıdığı’’ şeklindeki kanaatimi bir an için unutmama sebep olmuştur. 

recep-ivedik-sahan-gokbakar

İçtimai tenkidin bu denli kaliteli örneklerine tesadüf etmenin her zaman mümkün olamayacağından hareketle böyle muazzam bir karakterin ortaya çıkarılmasında emeği geçen, başta Sayın Şahan Gökbakar olmak üzere, tüm ekibe şükran ve teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. Ana karakter olan Recep İvedik dâhil, hepsi birer meddah kalitesindeki sanatkârlar tarafından canlandırılan filmin bünyesinde yer alan her bir karakter o kadar incelikli bezenmiş ve kanaviçe işler gibi işlenmiş ki, böyle bir seviye çok nadiren tutturulabilir. Ecdadımız bugünleri görecek olsaydı ziyadesiyle gurur duyardı, eminim.

Koltuğuma yerleştiğimde izleyeceğim ürünün kalitesinden bir nebze olsun şüphe duymuyordum. Geniş bir hayat görgüsüne sahip güzide senaristlerin kaleminden çıkacak her şeyi kabullenmeye dünden hazırdım. Hatta yabancılık çekmemek maksadıyla ve fanatikliğimin sorgulanmasından endişe duyarak -çok affedersiniz- ‘’böörrğğörrkkk, öööörrrğğk, ööğğkk’’ seslerini layıkıyla çıkarabilmek için ayna karşısında idman bile yaptım. Türk sinema tarihinde eşi benzeri görülmemiş ve uzun yıllar boyunca da görülmeyecek bir fenomen haline dönüşen bu eser için ne yazarsam yazayım bir şeylerin eksik kalacağı duygusunu içimden atamamanın sıkıntısını halen yaşıyorum. Ya bu denli özgün filmin namütenahi müspet yönlerinden bazılarını unutursam, ya beni ziyadesiyle etkisi altında bırakan bir bölümü anlayamazsam, ya hepsi birer maestro ayarındaki ekibe haksızlık edersem diye üzüntüden hâlâ mideme kramplar girdiğini söylemeliyim.

Son zamanlarda Desdere, McDandik, Oğlum Bak Git, G.D.O. Karakedi, Romantik Komedi, Sabit Kanca, Bana Bir Soygun Yaz, Kolpaçino gibi isimleri bile birer yaratıcılık örneği sayılabilecek filmlerle Türk sinemasında kayda değer bir kalite yükselmesinin müşahede edildiği dile getirilmektedir. Misal Tarkovski hayranı olduğu söylenen Nuri Bilge Ceylan nam yönetmen, yapsın böyle bir film, yapamaz. Ercan Kesal tesmiye edilen aktör, can versin böyle bir karaktere, veremez. Çünkü kaliteli eserlerin en mühim hususiyeti, yazılması kolay gibi görünmesine rağmen işin aslının bunun tam zıddı olmasıdır. Tecrübe ederseniz, bu tarz filmleri kolay kolay çekemeyeceğinizi, böylesine ustalıklı senaryoyu kaleme alamayacağınızı ve bir karaktere benliğinizden parçaymış gibi can veremeyeceğinizi siz de fark edeceksiniz. Bu eserlerin yaratım sürecinde emeği geçen insanlarımızın derin muhtevalı mesajları aracılığıyla güzide birer numune teşkil ettiklerine dair inancım, kıvancımın büyümesine sebebiyet veriyor. 

recep-ivedik-filmleri

Sinema meselesine hâkimiyetimiz bu kadar aşikârken, neden dünya üzerinde iyi işler yapmaya ve evrensel çalışmalara iştirak etmeye muvaffak olamadığımızı sormanın pişmiş aşa su katmak anlamına geleceği ve bu incelemenin muhtevası dışında kalması gerektiği düşüncesindeyim. Yine de henüz dibe vasıl olunmadığını, bir defa vurduk mu süratle yükseleceğimize inancımın tam olduğunu belirtmek isterim. Yoksa bu kadar yazar, oyuncu, yönetmen, seyirci ve yapımcı topyekûn gaflet içinde olamazlar.

Temiz kalpli, kimseyle derdi olmayan, asabi tabiata sahip olduğundan arada bir argo kelimeler kullanan, hayatla ziyadesiyle barışık, son dönem Türk temaşa hayatına damgasını vuran Recep İvedik karakteri, hayattan kopup sırça köşklerinde yaşayan entelektüeller tarafından körü körüne tenkit edilse de karakteri canlandıran Sayın Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’in çok güzel bir film olduğunu, senaryonun kaç kez sil baştan yazıldığını hatırlamadığını, hatta üniversiteden destek aldıklarını söylemesi sevincimin katlanarak artmasına sebebiyet vermiştir. Daha sonra başka bir gazetede okuduğum mülakatında ise filmdeki esprilerin senaryoda bulunmadığını, insanların, affedersiniz, ‘’yarılarak güldüğü’’ esprilerin doğaçlama olduğunu söylemesi ise ‘’işte gerçek sanatçı’’ diye düşünmeme neden olmuştur.

Temaşa sanatına gönül vermiş güzide aydınlarımızdan birisinin ‘’Bence Recep İvedik toplumumuzun %70′ni oluşturuyor. %1 entelektüel kesim var, onlar filmi beğenmiyor.” sözleri karşısında aynı hisleri beslediğimizi öğrenince gözyaşlarıma hâkim olamadığımı itiraf ediyorum. Her ne kadar, ne idüğü belirsiz %29’luk bir kesim arada kaynamış olsa da, bu nasıl bir yetenektir, bu nasıl bir belagattir ki, bir cümlede koca bir hayat felsefesini özetleyebiliyor. Meşakkatli merhalelerden geçerek ecdadın göğsünü kabartacak böylesine mükemmel eserler ortaya koyan gıpta edilmesi gereken insanların münasebetsizce eleştirilmesi karşısında el-insaf demekten başka söz bulamıyorum. Bu anlarda ‘’ben neden yapamıyorum, ben neden başarısızım, o başarılı’’ düşüncesiyle kalemimi kırıp atmak, bu işlerden elimi eteğimi çekmek ve dağ başında ahşap bir kulübede, pirinç bir soba başında kestane pişirmek istiyorum. 

Son olarak, filme değgin bu seviyeli münakaşaların, bir hayat kültürünün teşekkülüne namütenahi katkılarının bulunduğu düşüncesinde olduğumu belirterek, bu seviyeli, aydınlatıcı yazılardan hiçbir zaman mahrum kalmamamız dileğiyle yazıma son veriyorum. Hatta filmi cansiperane tavırlarla savunan bir arkadaşımın ‘’ne kadar çırpınırsanız çırpının, herkes bu filmi izleyecek’’ şeklinde yazması karşısında duyduğum heyecan içimin ürpermesine neden olmuştur. Vakit geçirmek gibi hususi bir telaşlarının olmadığı aşikâr arkadaşların, bizlerin can sıkıntısı illetinden mustarip olmamıza gönülleri elvermeyerek tenvir edici yazılarını hizmetimize sunmuşlardır, müteşekkirim.

sahan-gokbakar

Bedbin geçen ve hafakanların bastığı şu kış günlerimde dördüncü filminin çekimlerine başlandığını öğrenmek bir parça olsun mutlu olmama vesile olmuştur. Tevazu göstermeden söylemek gerekirse mutlaka izleyin ve izlettirin.

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarımızın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

Popüler Kültür Analizleri (2) – Kemal Sunal ve Popüler Filmler Üzerine Notlar

“Aşırı esinlenme” ile “intihal” arasında pek fark göremiyorum. Yazınsal alanda olduğu gibi sinemasal haritada da örnekleri bir hayli çok. Türk sinemasının ise söz konusu mevzuda kabahati daha da çok. Bir tür ikâme sorunu yaşadık Tanzimat’tan beri. Alıp yerine koyma, inşa etme… Fakat sinema söz konusu olunca durum çok daha vahim. 60’lı ve hassaten 70’li yıllarda çekilen westernler, absürd bilimkurgu filmleri, trash fantastik örnekler Türk sinemasının tecimsel anlamda nasıl bir yol izlediğinin kanıtı olarak önümüzde durmaktadır. Dar bir kadro ve düşük bütçelerle kısa zamanda kotarılan bu “iş” filmleri, enflasyonist bir sinema yaratmış, bu filmlerden geriye ise koskoca bir çöplükten maada hiçbir şey kalmamıştır… Bir haftada nasıl film ürettiklerini röportajlarında gülerek anlatan Çetin İnanç gibi dumur isimler, az para kazandıkları için kendini acındıran figüran-aktörler, aynı anda 15 metni birden kaleme aldıklarını gururla ifade eden senaryo yazarları, biraraya geldiklerinde birbirlerini Alain Delon’larla, Ingrid Bergman’larla kıyaslayan ezik jön eskileri ve aktrisler… Ve daha niceleri o günlerin Yeşilçam’ını mumla arasalar da, bir daha açılmamacasına çoktaaan kapandı o eski defterler…

Sırf “intihal” mi, “hırsızlık” mı?

Bir de Hollywood’da (veya Avrupa’da) çekilmiş düzeyli sinema yapıtlarının eğilip büküldüğünü; sinema tarihinde önemli bir yeri olan belli başlı yapıtların enflasyonist bir anlayışla ele alındığını ve tamamen fabrikasyon üretim tarzıyla harcandığını görüyoruz. Birkaçına yakından bakmakta yarar var. Charlie Chaplin filmlerinin 80’lerin tecimsel seri üretimine kurban edildiğini anarak başlayabiliriz öyleyse…

Şarlo’nun sessiz sinemanın çocuk yıldızı Jackie Coogan ile birlikte oynadığı sessiz sinema klasiği The Kid (1921, Yumurcak), 1986’da Memduh Ün tarafından “Garip” ismiyle çekilmiştir ve aynen ismi gibi garip bir filmdir!… İki filmi karşılaştırma cesaretine girişmeyeceğim elbette; fakat Türk Şarlosu olarak anılan Kemal Sunal’ın bu filmdeki rolüyle sinema adına ne tür bir yenilik getirmiş olabileceğini sormak istiyorum. Aynı şekilde Memduh Ün’ün bu filmle yönetmenlik sanatına nasıl bir katkıda bulunduğu da sorulabilir. Peki, amaç ne o vakit? Bu filmlerin çekilmesinin amacı ne? Cevabı basit. Ticaret. Bütün bunlar bir yana, Kemal Sunal sinemasının toplumsal sorunları kaba bir anlayışla, absürd bir mizah anlayışıyla ele alışının kurbanı olmuştur The Kid. Kemal Sunal sineması aptal yan karakterleri (“Şaban” tiplemesi de aptaldır keza), çiğ müziği, mutlu sonla biten absürd senaryoları ve basbayağı kötü teknik kadrosu (yönetmeninden set âmirine) ile seyirciyi memnun etme telaşında olan bir sinema olmuştur hep. Seyirciye oynayan bir sinemadır bu. Maalesef Türk sinemasına yeni bir açılım getirdiği, yeni bir ufuk kazandırdığı iddia edilemez. Bu sinemadan geriye çok az nitelikli film kalabilmiştir…

Bir başka “Şaban” harikası da (!) Chaplin’in City Lights (1931, Şehir Işıkları) adlı başyapıtından uyarlanan 1983 yapımı “En Büyük Şaban” adlı filmdir. “Şaban” serisinin bir başka korkunç filmi ve bu kez yönetmen Kartal Tibet. Bu film de The Kid uyarlaması “Garip” gibi neredeyse kare kare çekilmiştir. Birçok plan ve sahnede Chaplin’in kemiklerinin sızladığı aşikâr! Üstelik bu filmde toplumsal sorunları yansıtma çabası sezilse de tribünlere oynandığı ve Chaplin’in eleştirel derinliğine ulaşılamadığı kesindir. Teknik meknik hak getire! Anglosaksonlarca, Fransız Yeni Dalgacılarınca ve birçok Amerikalı eleştirmence bütün zamanların en iyi yapıtlarından biri kabul edilen City Lights, sözün özü, yönetmen olduğu su götürür Kartal Tibet tarafından linç edilmiştir…

Kemal Sunal ile birçok filmde birlikte çalışan jön eskisi Kartal Tibet’in komedi türünde verdiği yapıtlarının tamamı piyasa işidir ve Türk sineması açısından herhangi bir öneme haiz değildir. İkilinin birlikte çalıştığı bir başka film de, Amerikalı yönetmen Sydney Pollack’ın Tootsie (1982) filmini çağrıştıran içler acısı film “Şabaniye”dir (1984). İsme bakın: Şabaniye! “Şaban” fırtınasının estiği yıllarda bu isim de anormal olarak karşılanmayacaktı. İlginçtir, birçok değerli sinema oyuncusunu sinemadan el çektiren porno film istilasından etkilenmeden filmler çekebilen ve bunları izletmeyi başarabilen bir oyuncuydu Kemal Sunal. Sinema işleri ölmeye yüz tuttuğunda bu kez video filmleri çekerek ülkenin büyük birkısmını o kendine özgü absürdizmi ile meşgul etmeye başarabildi. Alan da memnun satan da misali 70’li ve 80’li yıllarda bu filmler büyük rağbet görmüş, geniş kitlelerce izlenmiştir. Bu filmler daha düne kadar –dizi enflasyonu başlamadan evvel– prime time kuşağında defalarca kez sunuluyordu. Deyim yerindeyse geniş kitleler adeta Kemal Sunal manyağı yapılmıştı…

Şunu soralım ilkin: Charlie Chaplin’i oynamak için insanı hangi cahil cesareti motive edebilir? Esprileri, mimikleri ve jestleri ile Şaban, hep o bilindik Şaban’dır ki Chaplin’i taklit ettiği filmlerde de klişelerini kaba bir şekilde pratize eder. O kendine özgü “hihihi” şeklindeki gülüşü, olur olmaz sakarlıkları ve az çalışan beyniyle Şaban tiplemesi şu günlerde eskiye nazaran popülaritesini muhafaza edemese de Kemal Sunal filmleri haşmetli kapitalist tüccarlarca “klasik” olarak addedilmektedir.

Madalyonun öteki yüzü ise kuşkusuz seyirci profili / psikolojisidir (Siz “sürü psikolojisi” olarak okuyun!). Bir toplumun neye güldüğü ile ilgili şu eski klasik sorun… Soru: Chaplin’e gülebilen biri Şaban’a gülebilir mi? Marx Kardeşler’e gülen seyirci, Woody Allen’a da aynı iştahla gülebilir mi? Harold Lloyd ve Buster Keaton’a gülenler Recep İvedik ya da Ata Demirer karşısında kahkaha atabilir mi? Tamam tamam, sadece şaka yapıyorum. Sorularımı geri alıyorum… Ama şunu da ekleyeceğim: Bütün bu komedyenlere gülen ve üstüne bir de Şaban karşısında gülerek karnı yarılanlara bir sözüm yok; fakat Kemal Sunal ile büyüyen, televizyonda onu gördüğünde kumandayı yastığın altına saklayan pijamalı amcalarımın kültürel vizyonu Chaplin’e, Keaton ya da Max Kardeşler’e bir hayli yabancıdır. Zaten Kemal Sunal sinemasının hitap ettiği veyahut hedef aldığı kitleler, intelijansiya değil; bilakis köy romanlarında bahsedilen “halk”tır. Ne idüğü, kim olduğu belirsiz ve her daim romantize edilegelen “halk.” Bu müphem “halk” sözcüğünün Borges okuyan, Godard izleyen, Beethoven dinleyen “halk” olmadığı kesindir. Bu ifadelerim ayrımcılık ve elitizm kokuyor olabilir; fakat Şabaniye’yi ben yönetmedim!… “Özalisyon” dönemlerinde halkı uyuşturan o salak komedileri ben çekmedim!… Bu filmler, 12 Eylül iktidarının pekiştiricisi / tamamlayıcısı / genelleştiricisi Özal hükümetinin politikalarına koşut “okunduğunda” ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır. 1970’lerde ülke 12 Eylül’e doğru yuvarlanırken erotik-pornografik patlama yaşanmıştı Yeşilçam’da. Sonra bu dalga soft ve hard porno sinemasına evrildi. Kimileri televizyonun yaygınlaşmasının Yeşilçam’ı böyle bir anlayışa sevkettiği yönünde görüş beyan ediyor. Olabildiğince dar bir bakış açısıdır bu. Unutulmamalı ki, Amerika Birleşik Devletleri’nde “Büyük Buhran” (Great Depression) baş gösterdiğinde fantastik filmler çekiliyor (King Kong gibi), Bay ve Bayan Amerikalılar uyuşturulmaya çalışılıyordu. Konjonktür de, siyasal-toplumsal-ekonomik durum farklılık gösterse bile benzer bir durum Türkiye’de de yaşanmıştır. 70’lerdeki siyasal kargaşa (ki her gün cinayetler işleniyor, aydınlar sokak ortasında öldürülüyor, öğrenciler kurşunlanıyordu…) hızla yükselirken, polis devleti kan kusarken; erotik-pornografik furya da sinirleri gergin “halk”ı yumuşatmıştır!… Siyasal örgütler de cellâtlıklarına daha rahat devam edebilmişlerdir… Sonraları, 12 Eylül silindir gibi ezip geçtiğinde, “Özal Gençliği” diye tabir edilen depolitik bir gençlik yetiş(tiril)miştir. Anımsatmakta yarar var: Politikadan uzak, kültüre sırtını dönmüş, kitap okumayan, araştırıp kafa yormayan, kısacası düşünmeyen insanlar, iktidarların her zaman hoşuna gitmiştir. Eh, bugünkü manzara en azından budur.

12 Eylül Darbesinin olduğu yıl Devlet Kuşu (1980, Yön: Memduh Ün) gibi filmler çeken Şaban’a veda edip başka örneklere geçelim…

Yeşilçam’da bir başka kare kare çekilen film de “Şeytan”dır. Orijinal filmden (The Exorcist, William Friedkin) bir yıl sonra, yani 1974’te Metin Erksan tarafından çekilmiştir. William Peter Blatty’nin Hıristiyan uygarlığı üzerine kurguladığı senaryoyu İslam terminolojisine ikâme etmeye çalışan senarist Yılmaz Tümtürk, gerçekten de komik sahneler yazmış, “şeytan çıkarma” seremonisini hayli renklendirmiştir! Amerikan pazarında “Turkish Exorcist” ismiyle marka olan film, küçük çaplı bir efsane yaratmayı başarmıştır! Kuşkusuz Erksan, Türk sinemasında sayısı çok az olan auteur’lerin önde gelenidir ve o da özellikle 70’lerdeki işleriyle tamamen piyasaya hizmet etmek zorunda kalmış, filmografisine böyle sorunlu bir film eklemiştir. Orijinal filmde, Ingmar Bergman filmlerinden tanıdığımız Max von Sydow’un oynadığı Peder Merrin rolünü üstlenen tiyatro kökenli oyuncu Agâh Hün’ün replikleri literatüre girecek cinstendir. Basit oyunculuklar, kötü işçilik gibi kusurları bir yana, Şeytan’ın asıl sorgulanması gereken niteliği –bir niteliği var denebilirse tabii– Hıristiyan kültürünü İslam formuna giydirmeye çalışmasıdır. Filmin dinsel kaygılar güttüğü ve birtakım kavramsal analizlere soyunduğu da söylenemez; zira ticari kaygılarla çekildiği apaçıktır. Geriye, Agâh Hün’ün inanılmaz replikleri (“Nankör şeytan!” naraları özellikle…) dışında, ruhuna şeytan giren genç kız rolünü üstlenen Canan Perver hanımefendinin yara bere içindeki suratı ve dik dik bakan gözlerinin komik görüntüsü kalmıştır… Ve her daim yakınılan konulardan biri de Türk sinemasının neden korku filmi üretemediği meselesidir. Gerçekten de her janra bulaşan zanaatkâr film adamları korku janrına pek bulaşmamışlardır. Kuşkusuz, insanın “iyi ki de bulaşmamışlar”, diyesi geliyor…

Şimdi, kalabalık kadrolu komedilerin popüler ismi Ertem Eğilmez’e bakalım…

Kemal Sunal’a göre daha nitelikli filmler çeken Şener Şen de bir vakitler Şaban’ın yanında yan rolde görünse de sonra sonra daha ciddi yapımlarda yeteneğini gösterebilmiştir. Fakat 1985’te Ertem Eğilmez yönetiminde rol kestiği “Âşık Oldum” filmi, Mel Brooks komedilerinden tanıdığımız Amerikalı oyuncu ve yönetmen Gene Wilder’ın hem yönetip hem oynadığı The Woman in Red (1984, Kırmızılı Kadın) filminden araklamadır. (Hoş, bu film de bir Fransız filminden uyarlamadır. “Taklidin taklidi” bir filmle karşı karşıyayız.) Bu film de handiyse plan plan çekilmiş; 60’larda göz yaşartıcı melodramlar (“Ben Bir Sokak Kadınıyım” ve “Sevemez Kimse Seni” filmlerini anımsayın), 70’lerde kalabalık kadrolu güldürüler (“Hababam Sınıfı” serisini anımsayın) ve 80’lerde de içinde kendisinin de yer aldığı Yeşilçam’ı sorgulayan (“Arabesk” filmini anımsayın) filmler çeken, bu filmlerin aynı zamanda yapımcılığını da (Arzu Film) omuzlayan Ertem Eğilmez’in filmografisine bir başka ticari film olarak altın harflerle yazılmıştır! Eğilmez’in halkı anlayan, gözlemleyen, ona içerden yaklaşan bir isim olduğu sıklıkla dile getirilmiştir. Bu noktada şu soru: “Hangi halk?” Kolaycı sinema yazarları kıvıramadıkları durumlarda, “realist film”, “çok gerçekçi bir film”, “bu film bizi anlatıyor” demeyi çok severler… Ama biri çıkıp da “Sanat ve yaşam aynı noktada kesişmek zorunda mı?” diye sormaz. “Sanat ayrı gerçeklik, hayat ayrı gerçekliktir.” demez. “Sanatın gerçekliği kurmaca (fiction) gerçekliktir.” demez.

Kuşkusuz, örnekler çoğaltılabilir. Bugün kimilerinin özlemle yâd ettiği, bir sinema nostaljisi olarak benimsenegelen Yeşilçam, öyle yutturulmaya çalışıldığı gibi elzem bir sinema olmamıştır. Bu sektörde tutunmaya çalışan (Lütfi Akad veya Metin Erksan), kendi deyişiyle, “iyi filmler çekebilmek için kötü filmlerde oynamak zorunda kalan” (Yılmaz Güney), kurt prodüktörlerin gölgesinde sinema yapmaya çalışan (Şerif Gören veya Zeki Ökten) tek tük örnekler ve elbette bu dönemde zorlukla çekilebilmiş kimi başyapıtlar (Erksan’ın başyapıtlarından “Sevmek Zamanı”nın talihsizliği anılabilir burada) dışarıda bırakılırsa, Yeşilçam ve temsil ettiği değerler afyon misali uyuşturucu bir etkiye sahiptir. Bu dünyaya ait olmayan salon melodramları, “genç kız âşık olur” temalı içler acısı trajediler ve popüler roman uyarlamaları, zengin erkek-fakir kız edebiyatı hiç de göründüğü kadar masum değildir ve bu alt yapısı sıfır filmlerden geriye sinema mirası adına elle tutulur bir şeyler kalmamıştır. Bugünün izleyicileri, yanılsamalı bir sinema nostaljisi yaşamaya çalışacaklarına, sahneyi oyun yetenekleri ile değil de yakışıklı jön duruşları ile doldurmaya çalışan oyuncuları idolleştirmeye uğraşacaklarına keşfedilmeyi bekleyen “esas” Türk filmlerini izlemeli ve anlamaya çalışmalılar, diye düşünüyorum. Kanun Namına, Susuz Yaz, Sevmek Zamanı, Kurbanlık Katil, Hudutların Kanunu, Haremde Dört Kadın, Gurbet Kuşları, Umut, Arkadaş, Gecelerin Ötesi, Yol, Sürü, Suçlular Aramızda, Kızılırmak-Karakoyun, Kuyu, Kırık Çanaklar, Duvar, Ölüm Perdesi, Linç, Düşman, Hakkâri’de Bir Mevsim, Namus Uğruna, Muhsin Bey, Ah Güzel İstanbul, Aşk ve Kin, Üç Arkadaş, Bereketli Topraklar Üzerinde, Kadın Hamlet, Aaah Belinda, Yusuf ile Kenan, Gizli Yüz ve daha niceleri keşfedilmeyi bekleyen başyapıtlar olarak izleyicilerini bekliyor… Bu açıdan en mantıklı olanı, yönetmenler üzerinden giderek bir izleme / okuma prosesi geliştirmektir. Ancak bu çabanın sonucunda Türk sinema tarihi yeterince iyi algılanabilir ve bir Türk sinema birikimi elde edilebilir. “Statik kamera”nın tiyatral temsilcisi Muhsin Ertuğrul ve “geçiş dönemi” sinemacısı Faruk Kenç’in yapıtlarını bulmak, izlemek neredeyse imkânsız gibi. Bu minvalde “sinemacılar kuşağı” yönetmenleri başlangıç için yerinde gibi görünüyor. Yani Lütfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Yılmaz Güney…şeklinde bir rota çizilmeli. Bu yönetmenleri keşfedenler zaten ardından nereye bakacaklarını çok iyi öğrenmiş olacaklar…

Türk sinemasının bugün hâlâ uluslararası düzeyde zincirlerini tam anlamıyla kıramamasında deminden beri sözünü ettiğimiz ticari anlayışın ve ikâme edilen filmlerin olumsuz anlamda katkıları büyüktür. Eğer Türk sineması kendisine bir çıkış yolu arıyorsa, çıkış yolunu iddia edildiği gibi ulusal öyküler anlatarak değil, üslûp duygusu olan filmler üretmeye çalışarak bulmalıdır.

Şimdilerde “Şaban” karakterinin bir başka uzantısı sayılabilecek hastalıklı figürler ticari kaygıların unsurları olarak piyasada varlıklarını hissettirmeye çalışmaktadır. Recep İvedik gibi kepaze bir figür, “halk”tan bir figür olarak lanse ediliyor; filmin teknik ekibi ve oyuncu kadrosu, popülerliğinden dolayı basında ilgi görüyor, konuşuluyor, burjuva televizyon kanallarını meşgul ediyor. Yahşi Batı’nın (Cem Yılmaz) ya da Eyvah Eyvah’ın (Ata Demirer) ekibi televizyon televizyon geziyor… Kuşkusuz 60’lı ve 70’li yıllardaki piyasa filmi mantığının başka görünümler altında sürdüğü / sürdürüldüğü açıktır. Nasıl ki “Şaban filmleri” Türk sinemasına ve Türk sinema anlayışına yeni ve derinlikli bir katkı sağlamadıysa, sözüm ona bu filmlerin de bir katkı sağlamadığı / sağlayamayacağı açıktır.

Türk komedi sineması –tüm çabalara ve emeklere rağmen– gelecekte de sorunlarını aşamayacak gibi gözükmektedir. Film sayısındaki artış ise sadece niceliksel bir meseledir. Buna koşut bir niteliksel artıştan söz edemeyiz bile. Üç film çekeni “auteur” ilan eden zavallı bakış açısı, yani “popüler eleştirmeci”ler, bunu canlanma olarak, Türk sinemasının şahlanışı olarak gösterseler de, kuşkusuz zaman bunun yanıtını daha iyi verecektir…

Hakan Bilge

Ayrıca burada ve şurada yayımlandı.

hakanbilge@sanatlog.com