Kurmaca Alıştırmaları ve Muhaliflik

Neden mizah diye sorulmuş bu hafta Penguen yazarlarına. Kimi bunu bir ev ödevi gibi görmüş ve bu ev ödevi olma durumuna gönderme yapmış, kimi de espirili bir biçimde kendi cevaplarını vermiş. İlginç olan şu ki tüm cevapların ihtiva ettiği bir kavram var. O da muhaliflik. Bu da bize mizahın muhalif tarafını gösteriyor.

Penguen’in “neden mizah” ekini okurken, muhalifliğin mümkünlüğünü sorguladım. Sonuçta birbirine ters düşen şeyler illa ki birbirlerine muhalif olmak zorunda değil. Açımlamak gerekirse, bir makinanın yan yana duran iki dişlisine tek tek baktığımızda, farklı yönlere gittiğini düşünürüz. Halbuki ikisi de aynı makinanın işlemesi için çalışıyor. Bu durum diyalektik metotta, kavramları değilleyerek düşünmek olarak ortaya çıkıyor. Söylembilim ise ikili zıtlıklar üzerinden yürütüyor meseleyi. Yani mizahı anlamak için “mizah olmayanı” anlamak gerekiyor. Diğer bir deyişle mizahın zıddını bulmak gerekiyor.

Mizah olmayan şey ne? Siyah beyaz gibi basitçe kurabileceğimiz bir ikili zıtlık yok. Ben mizahın temel fonksiyonlarını tersine çevirerek irdeledim konuyu. Yani “güldürenin”, “gülümsetenin” ve “gevşetenin” diyebileceğim özneleri tersine çevirdim. Bulduklarım şunlar: “ağlatan”, “hüzünlendiren” ve “geren”. Dikkat edin tüm bu öznelerin bir de nesneleri var. Hepsi beşeri ile ilgili. İnsanın duygu dağılımlarının bir tarafını oluşturuyorlar. İşte mizah bu duygulanmaların tersi tarafında durandır. Ve insanları tersi tarafına yönlendirir. Bu ikili duygulanımlar normal denilen illüzyonu ortaya çıkarır. Yani mizah da “mizah olmayan” da söylem iktidarının “normal” olarak addettiği duygu durumunu yapılandırırlar. Sonuçta beşeri yaşamın “normalini” kurgularlar. Bunun en ham ve en basit mekanizması durum komedilerinde görülür. “Yere düşen”, “fazla kilolu”, “bir yeri açıkta olan” üzerinden mizah yapılır (komedi dükkanı bunu iyi örnekler). Gerisini de siz düşünün artık.

Tüm bu anlattıklarımın Gökdemir’in yazdığı “kurmaca alıştırmaları” adlı kitabı ile ilintisi ne peki? Öncelikle şunu söyleyeyim, bu kitap alelade bir metin değil ve iyi bir okur değilseniz bence okumayın. Özellikle bu kitap için bunu özellikle belirtiyorum. Zira Gökdemir her öyküsünde benim muhalif diyebileceğim bir alana gönderme yapıyor. Bu alanları bilmiyorsanız öyküler size sıkıcı gelecektir. İlinitiyi de böylece söylemiş bulundum. Elinizde tuttuğunuz / tutacağınız bu metin otuz üç farklı öyküden oluşuyor. Hepsinde “olanlar” aynı. Ama anlatılanlar, teknikler ve göndermeler farklı. Biri Camus’yu işaret ediyor, diğeri “Lost” dizisinden Desmond’u. Birinden baştan başlıyor olay örgüsü, diğerinde ortadan. Yani Gökdemir bir kitapta, şimdiye dek kullanılmış olan birçok(hepsini diyemiyorum çünkü öykü uzmanı değilim) öykü tekniğini ve aynı zamanda muhalif olan birçok farklı alanı (alan derken varoluşçuluk, yapısalcılık, marxizm ve başkalarını kastediyorum) sunuyor okuyucuya. Bu şekilde ki bence çok başarılı bir biçimde, birbirine zıt gibi görünen tüm alanların aslında aynı “olan şeylerin” yani tek bir temel olgunun, farklı tezahürleri olduğunun manifestosunu duyuruyor. Varoluşçuluk, her şeyi sisteme bağlayan “izm”leri hedef alarak başlamış, yapısalcılık modernizme kafa tutmuş, feminizm ataerkile başkaldırmıştı. Tüm bu muhalif alanlar aslında bir öncekinin değillemesinin anti senteziydi ki benim görüşüme göre hepsi de beşeriyetin dinamik yaşamındaki “normali” kurguluyorlardı. Hepsinin de derdi beşeriyetin anlamıydı (bu son iki cümle tamamen benim kitaba oturttuğum fikirler, Gökdemir katılır mı bilmem). Gökdemir de “normal” olarak bu alanların hepsine mizahi göndermeler yapmaktan geri durmuyor ve muhalife mizahi olarak kancayı takıyor. Bu analizin sonucu olarak şöyle diyebilirim ki, bu metinle aynı sistemi işleten çarklara yeni bir çark ekleniyor, ama bu çark oldukça pas tutmuş ve cilalanmayı da umursamıyor. Hatta dişlileri durmaya ve makinayı görmeye zorluyor.

“Tanrı öldü!” denildiği anda yazarı da öldürmüş sayıldık. Geriye sadece siz değerli okuyucular kalıyor. Bu nedenle size kitapla ilgili birkaç küçük ayrıntı daha vermeyi zorunluluk sayıyorum.

Gökdemir bir önceki kitabındaki (Bkz. İhsan, Gökdemir. “Katakofti”. Simurg Yayınları, İstanbul. 2024 ) o tatlı dilini farklı teknikleri kullanabilmek adına biraz bozmuş. Çünkü aynı zamanda farklı üslupları da denemiş. Yani her öykü farklı bir yazardan çıkıyor gibi olduğu için, üslubunun bütüncül bir yanı kalmamış. Ancak yine de hepsinde yazarın keskin zekasını, dili kullanma becerisini, muhalifliğini(ki muhalifliğin sistem karşıtı olmadığını tekrardan hatırlatmam gerek) hissedebiliyorsunuz. Okuyucu için bu anlatım şekillerinin hepsini takip edebilmek biraz zor olacak gibi. Ama elinizdeki kitabı biraz da mizahi bir biçimde ve bulmacaymışçasına değerlendirirseniz işiniz kolaylaşacaktır.

Kitabın künyesi ise şöyle: İhsan, Gökdemir. “Kurmaca Alıştırmaları”. Sel Yayınları, İistanbul. 2024

İyi okumalar…

Yazan: Emin Saydut

eminsaydut@sanatlog.com