John Huston & The African Queen (1951; Afrika Kraliçesi)

28 Kasım 2024 Yazan: admin  
Kategori: Klasik Filmler, Sanat, Sinema

Yorum yapın

Kariyerine kapkara bir Dashiel Hammett uyarlaması ‘’ {1941, Malta Şahini} gibi bir filmle başlayıp, neredeyse yarım asra yakın bir süre -birçoğu tarihinde ciddi yer edinecek- aralıksız film çekmek kaç yönetmene nasip olmuştur değil mi? 1941–1987; dile kolay! Rivayet odur ki bu filmi çekmesi için yönetmeni teşvik eden isim, bir başka film-noir (kara film) ustası Howard Hawks imiş. Malta Şahini, karizmatik rollerin adamı ile olan birlikteliğinin de ilk adımıydı. Bu birliktelik, aslında bir Amerikan rüyası eleştirisi sayabileceğimiz ‘The Treasure of the Sierra Madre’ {1948, Sierra Madre Hazineleri}, ‘The African Queen’ {1951, Afrika Kraliçesi}, savaştan dönen bir asker ve tek bir mekanda maruz kalınan cendereyi ustalıkla işleyen gerilim çalışması ‘Key Largo’ {1948, Ölüm Gemisi} ile devam eder.

‘The Night of the Iguana’ {1964, İguana Geceleri} ve ‘The Asphalt Jungle’ {1950, Elmas Hırsızları} filmografisindeki diğer önemli yapıtlar. Bir soygun hikayesini ustalıkla işleyen ve aynı zamanda kara klasiği olan The Asphalt Jungle, başta Quentin Tarantino ilâ Michael Mann olmak üzere benzer türde çalışmalar gerçekleştirmiş birçok çağdaş yönetmene esin kaynağı olmuştur kanımca. {Stanley Kubrick’in ‘The Killing’i (1956, Son Darbe) ve Jules Dassin’in ‘Du rififi chez les hommes’u (1955, İnsanlar ve Para) ise aynı dönemlerden bir öykünme. Elmas Hırsızları’nın türünde bir mihenk taşı olduğu kesin!}

Bir peder eskisi ile çevresindeki hanımları konu edinen İguana Geceleri, 1960′ların ortasında gelmişti ve yönetmenin kara tarzına alışkın olan seyirci için şüphesiz ayrı bir kefede değerlendirilmesi gerekiyordu. Ve de Arthur Miller ile teşrik-i mesai ettiği unutulmaz ‘The Misfits’i, yani bizdeki meşhur adıyla Uygunsuzlar (1961)… Arthur Miller’ın, o yıllarda ile sorunlu -ve sete de yansımış- bir evliliği vardı bilineceği üzere. Şöhretini biraz da McCarthy dönemindeki mağduriyetine borçlu bir yazardı Miller. Ünlü Cadı Kazanı başta olmak üzere eserlerinde Amerika’nın müptezel ahlak anlayışını ve yoz kurumlarını yerden yere vuruyordu. Tabii ki The Misfits de bu durumdan payını alacaktır kısmen. Rodeo yarışçılarının hayatından kesitler aktaran filmin kadrosunda kimler yoktu ki: Şöhretinin zirvesinde bir , ismiyle özdeşleşen klark bakışların sahibi , Montgomery Clift ve ‘Çirkin’imiz Eli Wallach… Uğursuz bir filmdir ayrıca; şöyle ki: Hem hem de ’nun oynadıkları son film olmuştur. İkisi de çekimlerden çok kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiştir. Marilyn yüksek dozda uyuşturucudan, Gable kalp krizinden… Film, daha ziyade bu magazinel yönleriyle hatırlanıyor.

sineması, bize “felaketin kaçınılmazlığı”nı fısıldar! Kahramanlar farkındadır bir facia yaşanacağının ama üstüne üstüne gitmekten de kendilerini alıkoyamazlar.

The African Queen {Afrika Kraliçesi} – 1951

Kanımca filmde başrolleri paylaşan ve yaşlandıkça güzelleştiği görülen , tarihinin birbirine en yakışan çiftlerinden birini oluşturmuşlardır. Zaten bu ikisi haricindeki hiçbir oyuncu, dekor olmaktan öteye gidemiyor filmde.

Afrika Kraliçesi, 1. Dünya Harbi yıllarında geçer. (sıhhati bozuk kocasıyla beraber), savaşın yakıcılığından korunmak için Afrika köyüne yerleşmiş İngiliz aristokrasisine mensup bir hanımefendiyi canlandırıyor. Ancak gel gör ki felaket (onlar için Almanlar manasına geliyor tabii) burada da peşlerini bırakmamış; cephe, Afrika’daki sömürgelere dek genişlik kazanmıştır.

Bir tekne adı olan Afrika Kraliçesi’nin kaptanı rolündeki Amerikalı rolünde izlediğimiz ise Hepburn’ün aristokrat ve kibar tavırlarına tam karşıt denebilecek bir portre çiziyor filmde. Hani olur ya eski Yeşilçam filmlerinde… Önce birbirleriyle kedi fare misali çekişen zıt kutuplar, bir süre sonra aşka yelken açarlar. The African Queen de böyle bir film, klişe. Olacakları önceden tahmin edebiliyoruz ilerleyen safhada.

Hepburn, filmde vatanına tutkuyla bağlı bir görünüm sergiliyor. Bogart ile çıktıkları uzun ve tehlikelere gebe tekne yolculuğu, köylerini basan Almanlardan intikam alma hırsıyla sergilediği gövde gösterisine dönüşüyor adeta. Bir canavar gibi gösterilen Alman destroyerinin de müdahil olacağı final sahnesi ise “olmaz bu kadar” dedirtiyor. İzleyenler tebessümle hatırlayacaktır. (Evet, filmimiz Anglosakson cephenin bakış açısı üzerine kurulmuş tamamıyla.)

Şüphesiz bu filmin stüdyo dışında, doğal ortamlarda çekilmiş olması yerinde olmuş. Stüdyo sistemi aynı tesiri yaratamayacaktı kesinlikle. Güney sahillerimizin bir kısmını da plato olarak kullanan filmimizdeki nehir çekimleri ve görüntü yönetimi alkışı hak ediyor. Afrika Kraliçesi’ni mümkünse bir defa izleyiniz diyerek bahsi kapatıyorum.

Klasiklerin tadı gerçekten bir başka oluyor!

İmza:

Adam’s Rib / Adem’in Kaburga Kemiği {George Cukor}

28 Kasım 2024 Yazan: admin  
Kategori: Klasik Filmler, Sanat, Sinema

Yorum yapın

George Cukor, alaycı bir mizah ve incelikle işlenmiş durum komedileriyle, vodvilleriyle tanınır daha ziyade. Bilhassa ünlü kadın oyuncularla çalışmayı sever filmlerinde. Aşağıda yazacağım filmde de göreceğiniz üzere kadınlar çok dominant ve baskındır onun çalışmalarında. Hatta yine rivayet odur ki onun kadınları bu denli ön plana çıkarma sevdası, ünlü ‘Gone With the Wind’ın {1939, Rüzgar Gibi Geçti} çekimleri esnasında Gable ile ufak bir sürtüşme yaşamasına sebebiyet vermiştir. İşte bu sözkonusu niza dolayısıyla kendisine yol verildiği de yine söylentiler arasındadır. Kimbilir, bunlar olmasaydı belki de bu dev klasiğin Directed By kısmında Victor Fleming yerine George Cukor ismini görüyor olacaktık bugün.

A. Dumas’nın ölümsüz eserinden uyarlanan, Greta Garbo’lu ‘Camille’ {1936, Kamelyalı Kadın}; 1940 yılında gelen ve sonraki yıllarda High Society {Yüksek Sosyete} adlı bir de müzikal varyasyonu yapılan Cary Grant/’lu ‘The Philadelphia Story’ {Philadelphia Hikayesi}; iki namdar müzikal ‘A Star is Born’ {1954, Bir Yıldız Doğuyor} ve Oscar ödüllü ‘My Fair Lady’ {1964, Benim Tatlı Meleğim}, filmografisinden en bilinen yapımlar.

‘Adam’s Rib’ {1949, Adem’in Kaburga Kemiği}; evlilik, aile, sadakat ve kadın/erkek ilişkilerini merkeze alan sıcak bir romantik komedi. Bir pazar sabahı maaile izlenecek filmler olur ya hani, onlardan…

Perdedeki müthiş uyumlarından maada gerçek hayatlarında da son derece hoş/düzeyli bir birlikteliğe imza atmış Spencer Tracy ve başrollerde. (, bana göre sinemanın gördüğü en güzel üç hanımdan biridir. Nur içinde yatsın!) Yardımcı rolde ise sadece dört oyuncu mevcut tüm film boyunca.

Adam Bonner (Spencer Tracy) ve Amanda Bonner (), mesleği avukat olan eğitimli/orta sınıf bir çifti canlandırıyorlar. Derken bir aldatma ve cinayete teşebbüs olayının, farklı saflardaki dava vekilleri olarak buluyorlar kendilerini: Doris Attinger, eşi Warren Attinger ve üçüncü kadın Beryl, söz konusu davanın tarafları. Amanda, kadınlık içgüdüleriyle aldatılmış/mağdur eşi oynayan Bayan Doris Attinger’ın; Adam ise metresiyle (Beryl; Jean Hagen canlandırıyor) baş başayken baskına uğramış despot koca Warren Attinger’ın müdafileri oluyor. Film, bu dakikadan sonra yarı mahkeme yarı salon komedisi şeklinde devam edecek. Bizlerse sadece davanın seyrine ve neticesine değil; karı koca olan bu iki meslektaşın karşılıklı ego savaşı ve gövde gösterisine de tanıklık edeceğiz. Ancak hafif vodvil tarzı bir gösteri.

Filmin feminist bir bakış açısı barındırdığını da sözlerime ekleyeyim. Tabii dönemin Amerikası’nda (biraz öncesi yılları hatırlayın) kadınların seçme ve seçilme hakkı için yaptıkları ateşli mücadeleyi bileceksiniz. Bu damarı da arkasına almış görünen Adam’s Rib, “yılan hikayesi”ne dönmüş davanın iki tarafı olan Bay ve Bayan Attinger vasıtasıyla, kadın/erkek eşitliğine getirecektir sözü. Sonra ne mi olacak? (…)

Yardımcı rolde 4 oyuncunun yer aldığından bahsetmiştim. Peki, bu 4. kişi kim diye soracak olursanız: ‘Kip’ (David Wayne canlandırıyor). Tek kişilik piyano resitalleri veren, oldukça rahat ve laubali tavırlarla Amanda’ya sarktığını gördüğümüz aile dostları Kip…

Yazan: