Man of Steel (2013, Zack Snyder)

Bu yazı Xale Vanya’ya ithaf edilmiştir. 

superman-filmleriBu senenin ‘blockbuster’ filmlerinden biri olarak tanımlayabileceğimiz Man of Steel, Zack Synder’in bilindik rasist söylemlerini rahatça gizleyebileceğini düşündüğü bir diğer filmidir. Böylesine bir filmi çekerek aslında kendine simgesel olarak ırkçı bir yer açmıştır da diyebiliriz. Synder’in 300 (2006) filmindeki ırkçı perspektifini görmemek için aptal olmak gerekir. Spartalıların savaşçı kimliklerini korumak, yüceltmek, soylarını ıslah edercesine imha etmeye çalıştıkları insanları çukurlara attıklarını görürüz. Mamafih bu deforme olmuş bedenleri işaret edercesine tekrar karşımıza çıkan Pers ordusundaki deformasyona ne demeli? Zizek, Yamuk Bakmak kitabında özellikle popüler kültürün metalaştırdığı zombi filmleri -nam-ı diğer ‘yaşayan ölülerin dönüşü’- hakkında simgesel olarak gömülmediklerini, bu yüzden geri döndüklerini ifade eder. Bunun nedeni ‘cehennemde yer kalmamasıdır.’’ (Tırnak içindeki cümle yine Synder’in Dawn of the Dead (Ölülerin Şafağı, 2024) filminin afişinde yazılmıştır.). Cehennemde yer kalmamasının nedenini Zizek’in de altını çizdiği noktayla ilişkilendirmek mümkündür. 20. yy’da insanların yaşadığı iki büyük travma ‘holocost ve gulag’ olaylarıdır. Yahudi Soykırımı aynı zamanda gereğince gömülmedikleri için yeniden dünyaya gelen haddi zatında Yahudilerin zombi olarak geri dönmesidir. Bir nevi Batı Uygarlığının Antigone ile hesaplaşmasıdır. (Zizek:2005).  Synder’in 300 filmindeki öldürülen ve örneklediğimiz üzere ‘gereğince gömülmeyen’ deformasyona uğramış insanların Pers ordusunda karşımıza çıkmaları tesadüf olmasa gerek. Film ilk çıktığı zaman yapılan yanlış yorumlardan birisi de Batı-Doğu çatışması olarak lanse edilmesi, Doğuluların oldukça canavarımsı ve fiziksel olarak çirkin gösterilmesine karşılık Spartalıların baklava dilimli fizikleriyle savaşmalarıdır. Doğu uygarlığı tamamen örtünmüş ve maskelenmiştir, Batının sembolizasyonu daha açık, şeffaf, neredeyse çırılçıplaktır. Bir anlamda bu film Batı’nın kendisiyle bir iç hesaplaşması, vicdani sorumsuzluğunun musibetidir. Filmde Doğu-Batı ayrımı yoktur. Ya da Sparta-Pers savaşı yoktur. Deyim yerindeyse aynı madalyonun iki farklı yüzü vardır. Batı kendisini fiziksel olarak mükemmelleştirirken, aynı zamanda bilinçaltını bir tür ‘ucube’ olarak göstermiştir.

300 filminde Synder’in bakış açısı bir ülkenin askerlerinin yaptığı kahramanlıkları göstermek ya da tarihe dair alıntılanan bir olayın, bir savaşın kendisini göstermek değil, bu deforme olmuş varlıklara karşı savaşmaktır. Burada Sparta’nın tarihte yapmış olduklarını değil, Synder’in işlediği temaları eleştiriyorum. Elbette Hollywood’un bu tür anlatılara tarafsız olarak bakmasını beklemek de aptallık olur. Ancak Hollywood’un sinema kimliği artık emperyalizme ya da kapitalist sisteme çanak tutmaktan çok öteye geçmiş bulunmaktadır. 300 filminde Spartalıların yine deforme olmuş bir başka karakter (Ephilates) tarafından ispiyonlanmaları sonucunda ölmeleri, filmin bu konudaki hassasiyetine bir vurgudur. Synder’in nihai amacının bu olmadığına inanmak istemeyenler son filmi Man of Steel’e (2013) bir göz atabilirler. Lakin 300 filmindeki faşist ve ırkçı vurguyu görmek için de böylesine sözüm ona bir Süpermen filmi çekilmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Bu nedenle Synder ırkçı söylemlerine 300 ile yer açmış ve onu sinemanın simgesel tarihine yerleştirmeye çalışmıştır diyebiliyoruz.

Man-Of-Steel

Süpermen filmlerinin kökeni, çizgi romanının tarihi, daha önce çekilmiş filmleri, hayal kırıklığına uğratan yeniden çekimlerinden bahsetmeyeceğim. Lakin bu konuda sıradan bir sinema izleyicisinin bildiği kadarını bildiğimi itiraf etmekle yetineceğim. Eminim bu sözde kahraman üzerine iyi kötü az çok bir şeyler biliyorsunuzdur. Giydiği kıyafetin renginin anlamı, geldiği gezegen, zayıflıkları ve ezeli düşmanları, S harfinin ne anlama geldiği vs… Bütün bunları bir kenara atıyor ve filmin kullandığı dili ve görselleri üzerinden nereye varmaya çalıştığını görmek açısından ilerliyoruz.

Film Süpermen’in doğumuyla başlar. Gezegen artık yok olmanın eşiğine gelmiş, nihai sonuna yaklaşmaktadır. Yeni doğmuş olabilir ama halen umudun var olduğuna dair bir işaret olarak okuyabiliriz kahramanımızın doğuşunu. Bu arada S harfi umudu temsil ediyor arkadaşlar.

Filmin ilk sahnelerinde genel olarak gezegeni tanıtma amaçlı bir epilog görüyoruz. Ancak bu bizleri şaşırtmıyor. Bizden daha ileri bir teknolojiye sahip olduklarını sandığımız Kriptonlular çocuklarını mağara şeklinde bir yerde doğuruyorlar. Hemen tepkileri görüyorum. Ne de olsa gizli bir doğum olmak zorunda; böyle mağaramsı bir yer lazım. Kimse görmesin, bilmesin, duymasın tarzında bir doğum gerçekleştiriliyor. Amenna. Ancak mağarayı da geçtik, diğer sözde mekânlar açıkçası hiç de ileri bir teknolojinin varlığını tanıtlamıyor, kullanılan teknolojik araçlar her ne kadar bir gösterge olarak bize ileriymiş gibi gösterilse de daha çok Antik Çağ ile gelecek arasındaki kurulmuş bir analojiden söz edebiliriz. Yüksek binalar toprak alan üzerine kurulmuş ve yaşayan diğer canlılardan birkaç tane gösteriliyor ki, bunlar da dünyamızın Antik çağlarında var olan canlılara benziyor. Daha da derinleştiriyoruz; sözüm ona kurulan yönetim ya da konsül sanki Kripton gezegenine ait değil de Roma İmparatorluğu’nun sıfır tarihine göndermede bulunuyor olabilir mi? Bu oldukça basit bir çıkarım, birçok farkında olan izleyici de bunu çıkarmıştır. Bir anlamda bizden ileri bir teknolojiye sahip olarak gösterilen Kriptonlular aslında bizim yaşadığımız ve geçmişte bıraktığımız -sandığımız- bir tarihi yaşıyorlar. Hristiyanlığın doğuşu ve Mesih’in doğumuna tekabül eden gezegenin yok oluşu ki neden yok olacağı özellikle belirtiliyor. Gezegenin çekirdeğine enerji sağlayabilmek amacıyla müdahale edilmesi bu gezegenin yok oluşunu hızlandırıyor. Bu aynı zamanda herkesin kafasında olan dünyanın sonu teorilerinden birisidir. Bu söylemi Pacific Rim filmiyle paylaşıyor.

orhan-micoogullari-sanatlog.com

Film uzam olarak Dünya’nın geçmiş zamanını Kripton’un şimdiki zamanıyla denkleştirirken (bu gezegenin sadece şimdiki zamanını görürüz), Dünya’mızın olası bir yok olma senaryosunun geleceğini Kripton’un şimdiki zamanında görmekteyiz desek yanlış olmayacaktır. Bu biraz da Zizek’in Lacan’dan alıntıladığı bastırılmışın geri dönüşü nereden gelir sorusuna verdiği cevapta da gizli olabilir. Bastırılmış olan nereden gelir? sorusunun cevabı ‘gelecekten gelir’ olarak imlenir. Ancak bu konuyu derinleştirmek bizi komplo teorilerine sürükleyecektir. ‘’Umarım bazı arkadaşlar bu konuyu derinlemesine inceler ve genişletirler.’’ Ancak fazla kurcalamamalarını da tavsiye ederim. Özellikle ‘bazı’larının.  En nihayetinde filmimiz bir zaman filmi değildir. Doğal olarak sonuç nedenden önce gelir gibi bir yorum da yapamayız. Her ne kadar iki farklı gezegenin olduğunu bilsek de hiç de iki farklı gezegen olmadığının altını çizmek gerekir.

[Film dışında bir senaryo: Aslında hazır aklıma gelmişken şöyle bir zaman senaryosu hazırlanabilir. Süpermen’in bütün hücrelerinde kendi ırkının genetik kodları hazır yer almışken, fi tarihinde bu genetik kodlar sayesinde Kriptonlular dünyamızda yeniden bu kodlar sayesinde yaşama kavuşurlar. Daha sonra dünya’yı aslında Kripton gezegeni kullanmaya ve son olarak insanlar gibi sömürmeye ve bütün enerji kaynaklarını tüketerek yeniden gezegenin yok olmasına neden olurlar. Sanırım bu senaryoyu daha önce kutsal kitaplarda Yahudi başlığı altında okumuştuk. Yahudiler’in sürülmesi, kutsal topraklara yeniden dönmeleri, Hz. İsa’nın doğuşu ve Yeni Ahit… Konumuzdan kopmadan devam edelim…

Amerika’nın kurulduğu dönemden itibaren bu geçmiş Grek-Roma imparatorluklarına olan arkaik sevgisi bitip tükenmeden her zerresine sirayet etmiştir. Mimarisinden –özellikle devlet binaları- tutun da, örnek olarak benimsedikleri ideolojilere kadar bunun yansımasını görebiliriz. Amerikan çizgi romanlarından beyazperdeye uyarlanan her süper kahraman kimliği aynı zamanda Antik Yunan’daki tanrılarla belli paralellikler taşımaktadır. Oldukça geniş ve beni aşan bir konu. Ancak bilinmesi gereken şey şu ki Synder’in gezegeni bir anlamda geçmişte kalmış bir Roma idealini yaşatmakla kalmayıp daha önce yapılmış olan hatayı da onarmak pahasına Mesih’i Süpermen kılığında yeniden dünyamıza getiriyor. Bu Batı medeniyetinin, her daim altında ezildiği ‘çarmıha gerilmişin’, Baudrillard’ın tabiriyle sürekli borçlu kalmasından kaynaklanıyor.

superman

‘‘Günümüzde akla gelebilecek bütün stratejiler şöyle özetlenebilir: Başımızı kurtaramayacağımız borcu, krediyi gerçek olmayan ve adlandırılamayan her şeyi dolaşımda tutmak. Nietzsche de Tanrı’nın başvurduğu hileyi şöyle çözümlüyordu. O, büyük Alacaklıyı borçtan kurtarmakla; Oğul’un fedakârlığı sayesinde insanı borçtan kurtarmakla borçluyu bu borcu ödeyemez hale getiriyordu. Çünkü alacaklı bu borcu çoktan ödemişti- böylelikle Tanrı bu borcu sonsuza dek dolaşıma sokma imkânı yaratıyordu ve insan da bunu ömür boyu üstleneceği bir hata olarak omuzlarında taşıyordu.’’ (1)

(1) İmkânsız Takas – Baudrillard J. (Çev: Ayşegül Sönmezay), Syf: 13 Ayrıntı: İstanbul

Diğer çizgi roman karakterlerinden bağımsız olarak Süpermen’e bir ölümsüzlük halesi atfedilmiştir. Filmin senaristlerinden David S. Goyer de bu kahramanın ölümsüzlüğüne dikkat çekmiştir. Bu yüzden diğer kahramanlar gibi karşısına gerçek anlamda bir kötü karakter çıkarılması oldukça güçtür. 
’’Ben de çizgi romanlar yazdım ve diğer çizgi roman yazarlarıyla burada çelişiyorum- ‘Süpermen öldürmez,’ diyorlar. Bu hikâyenin dışında var olan bir kural ve bu tür kurallara şahsen inanmıyorum. Bence bir film veya televizyon eseri yazıyorsanız hikâyenin dışındaki bir kurala bağlı kalınmamalı.” (2)

(2) http://divxplanet.com/?page=haber&sid=1173

Kill Bill: Volume 2 filminde David Caradine’ın bu konudaki tiradı kulaklarımızı çınlatsın. ‘’Süpermen’in Clark Kent kimliği onun insanlığa olan bir eleştirisidir. İnsanın zayıflığına, acizliğine bir göndermede bulunur.’’ Süpermen bu nedenle diğer süper kahramanlardan ayrılır çünkü Mesih’tir. İnsanlığın sürekli dolaşımda olan borcu için gönderilmiş ve bu sefer insanların -pardon Amerikalıların- bankaya olan faiz borçlarını kapatmak için yeniden gönderilmiştir.

sanatlog.com-sinema-sitesi

Filme geri dönecek olursak: Rasist söylem birçok sahnede hem dilsel hem de görsel olarak kendini tekrar eder. Bunlardan ilki kahramanımızın öz babası Jor-El (Russel Crowe) tarafından belirtilir. Gezegen yok olmaktadır ve konsül herkesin kurtarılabilme ihtimalinin imkânsızlığına işaret eder. Jor-El, “Herkes mi?” diye sorar. ‘’Herkes zaten öldü. Bana kodeksin anahtarını verin. Irkımızın hayatta kalmasını sağlayayım.’’ Bu söylem de anlaşılan odur ki ‘ırk’ ifadesi gezegen henüz yok olmadan önce söylenmiştir. Bir anlamda herkes zaten ölmüş sayılır, en azından ırkımızı kurtaralım şeklinde bir yorum getirilebilmektedir. Daha sonra Zod konsülün olduğu yeri işgal ederek bir nevi kendine göre biçimlendirdiği ‘ırk kurtarma’ operasyonundan bahseder. Zod’un saç şeklini şahsım adına beğenmedim; berberinin saçını kısa kesmesi kendisine tipik bir kötü Romalı komutan izlenimi vermiş. Zod’un ırkı kurtarma fikri biraz daha farklıdır. “Baştan başlarız. Bizi bu hale getiren bozuk soyları keseriz.” tümcesi daha radikal bir kopuşu imler ve hemen kalıp olarak onu filmin ‘villain’ mertebesine ulaşmasını sağlar. Jor el kodeksi bu arada ele geçirir, kodeksin şekil itibariyle bir kafatasından başka bir şey olmadığını görürüz. Kodeks alınır. Süpermen’in yollanacağı gezegen bulunur. Bu gezegende yaşayan varlıkların zeki ancak Süpermen’i bir garabet olarak göreceklerini söyler Kriptonlu anne. Kriptonlu baba ise “Hayır onu bir tanrı olarak görecekler.” der. Haliyle babanın dediği olur. Buradaki söylemlerin ve kelimelerin hepsinin altını çizmeye gerek yok. Bu epilog zaten başlı başına 300 filmindeki söylemin aynısıdır. Kripton diye bir gezegen yok, Dünya var. Kripton sadece bu dünyanın izdüşümüdür. Amerikanın değil, Hollywood’un faşist söylemlerinden bir kaçıdır sadece. Bu arada 300 filmindeki Leonidas’ın eşi ile Jor-el’in eşinin birbirine benzemesi tesadüf olmasa gerek.

Bu epilogun sonunda Süper kahramanımız hızlı bir şekilde gemiye bindirilerek dünyamıza gönderilir. Kodeks ise bir anlamda gezegendeki Kriptonluların genetik şifreleri ve her şifre Süpermen’in hücrelerine kazınmıştır. Filmde herhangi bir soykırıma rastlanmaz ama sembolik olarak bunun üzerinden kahramanımıza bu hale giydirilerek onun kurtarıcı ve bütün ırkın taşıyıcısı kimliğine göndermede bulunulur. Her ne kadar uzaktan bakıldığında bir über-mench gibi görünse de kahramanımız, Hollywood’un kalpazanlıklarının ve çarpıtmalarının sonunun olmayacağının kanıtı haline gelir.

populer-filmler

Daha önce okuduğum Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi adlı eserindeki Nietzsche’ye atıfta bulunularak yapılan sövgü -Hançerlioğlu’na göre o yarı delidir- filmin bu alandaki hataları gibi tekrarlanmıştır. Aynı durum Hitchcock’un Rope (1948) filmindeki Nietzsche muhabbeti için de geçerlidir. Paragrafımızı alıntılayalım:

Nietzsche, ‘’Törebilimi aristokrattır. ‘’İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değildir. İnsanın ilerliyi aristokratik toplumdan gelir.’’ der.

İnsanüstü ereği: Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmektir: ve ‘’Bütün bir ulusun yoksulluğu bir insan-üstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.’’ (3)

(3) Düşünce Tarihi – Hançerlioğlu O.- syf: 245 Remzi: İstanbul

Filme son bir kez bu paragraftan üzerinden bakalım. Dostoyevski yasayı birebir uygulayanı zorba olarak kabul eder. Nietzsche’nin felsefesi ya da yukarıdaki sözleri birebir alındığında ve uygulandığında -Nazi Almanyası- karşımıza maalesef bu türden insanlık dışı portreler, zorbalıklar çıkmaktadır. Ama daha da üzücü olan şey ise Hollywood’un Nazi Almanya’sının fikirleriyle örtüşen bu tür filmler yapmasıdır. Nietzsche’nin bu paragrafını birebir alan Hançerlioğlu onu bir deli kabul ederken, Hollywood ise bilerek ya da bilmeyerek (bu daha da kötü)  birebir filme kaydeder. Süpermen’in filmin sonunda acı çekerek General Zod’u öldürmesi seyircide onun da zayıflığının olduğunu bilmesi ile eş tutulur. Süpermen’in de bir ‘zayıflığı varmış’ denilip onun karanlık taraflarına yapılan vurgunun esas amacı zayıflık değildir. Tam tersine insanların kendilerini sefil bir varlık olarak hissetmesidir. David Caradine’ı yeniden anıyoruz.

Man-Of-Steel-film-elestirisi

Nietzsche’nin vurguladığı ‘Bir ulusun yoksulluğu bir insan-üstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.’’ sözünü bu anlamda daha iyi okumak gerekir. Uygar Şirin son dönemde çekilen süper kahraman filmlerindeki travmaları eleştirirken bunu gözden kaçırmış sanırım.

Hikâyeye bir şey katmak için yola çıkılıyor ama sonuç hikâyenin içinin boşaltılması. Bu boşluğun doldurulması için atılan cilaya “karanlık”, yapılan makyaja “kahramanların çocukluk travmaları” adı veriliyor. Travmaların onarılmasıyla mutlu sona ulaşıyoruz. İyi de travma vernikli ahşabın üzerine dökülen çay değil, silip geçesin. Travma ağacın içine işleyen, ona şeklini veren ve onun şeklini alan, “malzeme”yle iletişime geçen iz. Üstesinden gelmenin yolu da onu silmek değil, görmek. Manzaranın onu içerdiğini, onun varlığıyla anlam kazandığını bilmek. Tam da bu yüzden kahramanların travmaları olmaz, “yumuşak karın”ları olur. Travmaları olsaydı süper kahraman olmaz, insan olurlardı.” (4)

(4)http://uygarsirinyazihane.wordpress.com/2013/05/16/super-kahramanlarin basittravmalari

Buradan şunu sormak gerekir: Bu süper kahramanların özellikle Süpermen’in böyle travmatik olmasının nedeni nedir? Gerçekten süper kahramanların da sorunları ve problemleri olabileceğini, aynı zamanda içselleştirdikleri birtakım karanlık fikirler olabileceğini gösterip sıradanlaştırmak mı? Yoksa bunu seyirci üzerinden kendimizi aşağılık birer aptal olarak görmemizin bir yolu olarak kullanmak mı? Şunu diyeceğimizi düşünmüyorum: “Şu Süpermen’e bak, o da bizim gibi acı çekiyor, onun da içselleştirdiği ve iyilik yolunda kötülük yaptığı için aşamayacağı duygu durumları var.” Diyeceğimiz şey şu -Nietzsche’nin sözünden yola çıkarak- “Eğer bir süper kahraman acı çekiyorsa onun yerine benim yok olmam, acı çekmem, kendimi feda etmem gerekir.” Hollywood’un bu kodları son 15–20 yılda çok iyi bir şekilde kullandığını söylemeye gerek yok. Elbette burada bir fantazmadan bahsediyoruz. Ancak bu fantezi süper-kahramanların yerine dünya liderlerini ya da dünya üzerindeki yaşam konusunda söz sahibi olan insanları düşünürsek geçerliliğini ve gerçekliğini kazanmış olur.

sanatlogcom-sinema-blogu

Uygar Şirin’in söylemi eskimiş bir süper-kahraman idealinin bakış açısıyla yazılmıştır. ‘Nerede o eski süper-kahramanlar’ der gibi. Ancak şunu da görmek gerekir ki gerek Marvel gerek DC’nin seyircisine dayattıkları senaryo bu süper kahramanların travmalarına ve karanlık taraflarına bakarak izleyicide bir aşağılanmışlık hissiyatı yaratıp her an kendini feda edebilme kapasitesine ulaştırmaktır. Peki, biz seyirci olarak bu yükün altından kalkabilir miyiz? Elbette hayır. Bunu ödememiz için Süpermen’in ya da süper kahramanların öldürülebilir yok edilebilir olmaları gerekir. Baudrillard’ın İmkânsız Takas’ta belirttiği gibi: ‘’Çünkü alacaklı bu borcu çoktan ödemişti -böylelikle Tanrı bu borcu sonsuza dek dolaşıma sokma imkânı yaratıyordu ve insan da bunu ömür boyu üstleneceği bir hata olarak omuzlarında taşıyordu.’’

Orhan Miçooğulları

kusagami@sanatlog.com

Yazarımızın diğer film okumaları için tıklayınız.

Angst essen Seele auf (1974, Rainer Werner Fassbinder)

16 Ağustos 2024 Yazan:  
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema

Das Glück ist nich immer lustig.”

[Rainer Werner Fassbinder, Angst essen Seele auf]

korku-ruhu-kemirir-film-analizi“Angst Essen Seele Auf” (Korku Ruhu Kemirir) 1973 yapımı bir Fassbinder filmidir. Filmin directoral tarzı ve anlatısal içeriği dikkate değer biçimde ilk dönem filmlerinden farklılık arz eder. Onun ilk filmlerinde kullandığı tarzdan sonraki filmlerine doğru gittiğinizde solgun renklerin sinema verite tarzı kullanımı, el kamerasından canlı Hollywood renklerine ve Douglas Sirk tarzına doğru kayacaktır. Bununla eşzamanlı olarak anlatısal yapı ise hayatın ultra realist bir yansıtımından abartılı ve potansiyel olarak duygusal melodramlara doğru kaymıştır.  Bu filminde tematik “implications” ve her filmin tematik önemi aynı şekilde kalmıştır: bireyleri baskı altına alan ikilem, kişisel duyguların, sosyal yapıların kişisel özgürlüğün, sosyal sınırlamaların ve ikiyüzlülüğün, kişisel anlamdaki olağanlığın toplumsal sapkınlığın ortak bir antagonizmi karşımıza çıkar. Filmdeki ana konulardan birini de yukarıda belirttiğimiz ikilem oluşturur. İkilem adını da verebileceğimiz bu dikotomi toplumsal ve bireysel arasındaki belli bir karşıtlığı dile getirir. Bilhassa Ali ile Emmi’nin aynı evde birlikte yaşaması komşularını rahatsız eder. Bu noktada Herr Gruber’e baskı yaparak Ali’nin Emmi’nin evinden gönderilmesini isterler. Bu baskı ve komşuların Ali’yi istememesi yıkıcı sosyal davranışların ve kişisel mutluluğu yok eden tüm bu baskılar silsilesinin alamet-i farikasıdır. Fassbinder’in Angst essen Seele auf Auf filminin başında ifade ettiği epigraf aslında filmin tümünü yasıtmakta ve ifade edilen karşıtlığı gün yüzüne çıkartmaktadır.

“Das Glück ist nich immer lustig.” [Mutluluk daima eğlenceli değildir, burada eğlencelinin bir başka anlamı da "komik"tir[lustig], bu nedenle bu ifade dramatik olsa da aynı zamanda ironiktir]. Bu filmde bireysel ve sosyal arasındaki çatışma ve toplum tarafından bireyin baskı altına alınması bu dil ile ifade edilir; fakat burada dil olarak ifade ettiğimiz kavram geniş anlamıyla ele alınmıştır. Dilden kastedilen sözlü iletişim değildir; burada dil ile kastedilen sessizlik, müzik, görsel imgelerin çarpıcı meta-dilidir. Fassbinder bilhassa farklı türlerdeki dillerin istimalini ve su-istimalini en başından en sonuna kadar vurgulayarak kullanmıştır. Fassbinder filmlerindeki sözlü iletişim dili bir iletişim kanalı olmaktan ziyade iletişimi daha çok sekteye uğratan bir araçtır. Toplum öyle sapkın ve ayrıksı bireylere ve dillerine sahiptir ki sözlü iletişim hemen hemen imkânsızdır ve dil sosyal bir silah haline gelir, yani bir çeşit saldırganlığın aygıtına dönüşür; Dil (sözlü iletişim dili) Fassbinder’de çok nadir bir şekilde anlamlı bir iletişimin aracı olarak hizmet eder. Bilakis dil tam anlamıyla yalancıların ve ispiyoncuların hizmetindedir. Dil baskı altına alanın yani ezenin emrindedir [bu minvalde Foucaultcu anlamda “discours”dur; onlar için dünyaya sahip olmanın bir başka aracıdır.  Film dışındaki yönetmen-seyirci ilişkilerinin ikincil seviyesinde iletişimsel fonksiyonunu korusa da, iletişimin ana fonksiyonunun gerçekleştirmesi ve film içindeki karakter ilişkileri açısından temel düzeyde dil kaybolmuştur.

sanatlog.com-sinema-blogu

Fassbinder'in karakterleri birbirleriyle konuşmazlar; daha çok yalan söyler, suçlar, dalga geçer, birbirlerini gülünç duruma sokarlar. Dilin toplumsal bir saldırı aracı olarak kullanımı Fassbinder filmlerinin en önemli niteliklerinden biridir.  Fassbinder bu meyanda derdini anlatamayan, anlaşılmaz pratogonistin de yaratıcısıdır. “Warum Lauft Herr R. Amok” filminde Raab'a sempati duymamızı sağlayan şey kendi yabancılaşmasını ve kinini kusamamamsıdır. Raab'ın isyanı sözlerden çok lisan-ı hali ile yani işleri ile dile getirilir.  Fakat toplum tarafından gene anlaşılmaz: polis ve onunla birlikte çalışanlar böyle efendi bir insanın karısını ve çocuğunu neden öldürdüğünü anlayamazlar. Ali filminde ise bu iletişimsizlik hem çok fazla merkezi konumdadır hem de oldukça karmaşıktır.  Ali'nin dili kötü kullanması hemen hemen her çatışmada ve problemde gün yüzüne çıkar. Filmin adı da Ali'nin bozuk Almancasından mütevellit oluşturulmuştur. Bu söz söylendiğinde Emmi bu cümleyi düzeltmiştir.

İlk bakışta dil, Ali ve Emmi arasındaki tek problem gibidir. Onların şifaen iletişememe sorunu kültürel, ırksal bir farklılığın göstergesi gibidir. Ali ve Emmi için dil problemi toplumsal yabancılaşmanın ve bireysel yalnızlığın bir semptomundan daha fazlasını temsil eder. Ali ve Emmi dil problemlerine rağmen birbirlerini sever ve evlenirler. Fakat belki de bu iletişimsizlikten dolayı birbirlerini severler; çünkü Fassbinder'in dünyasında dil, insan ilişkilerine sirayet etmiş olan sapkınlığı ve kötülüğü temsil eder. Bu filmde ifade edilmeye çalışılan ile söylenen arasında süreğen bir uyumsuzluk söz konusudur. Ve bu uyumsuzluk duyulan ve anlaşılan için de söz konusudur. Yozlaşmış ve yabancılaşmış bir toplumda, dil de bir çeşit yozlaştırma ve yabancılaşma aracı olacaktır. Godard filmlerinde bunun ele alınışı, dilin içeriğinin beş para etmez espriler ve sıradan olanın tekrarları ile terennüm edilir. Ali ve Emmi kelimelerden ziyade hareketleri ile iletişirler. Hayatlarının en temel ve en dile getirilmesi gereken durumu birlikte sözlü olmayan bir dilde ifade edilir.

avrupa-filmleri

İlk gecelerinden sonraki sabah, Emmi yaşadığı şoku, kendini suçlamasını ve Ali'yi kabul edişi ile ilgili düşüncelerini; Mein gott, ich....!" cümleleri ile ifade eder. Onların ilişkilerinin özü sözsel olmayan bir dil olsa da, dil (sözlü) bu ilişkinin hem başlatıcısıdır hem de o ilişkiyi bozandır. Ali ilk olarak Emmi’ye Barmaid’in cesaretlendirmeleri ile yaklaşır. Ali, Emmi’nin yatağına girdiğinde (ilk gece), o şunu söyler: “Ich will mit dir Sprechen (Seninle konuşacağım), bu bilinçaltına dair mükemmel bir imadır. Evlilikleri Emmi'nin Ali'ye dair attığı yalan ile perçinlenir [Herr Grüber'i savuşturmak için Ali'nin kiracısı olmadığını, onunla evleneceğini dile getirir]. Dil vasıtasıyla Fassbinder, seyirciye sömürücü bir toplumsal sistemde ve toplumsal eşitsizlikte edilgen bir kabul edişi ve karakterlerin karmaşasını anlatır.

Dil sıklıkla duygu ve düşüncelerin bir çeşit yerine geçenidir. Filmde diyaloglardaki klişelerin bolluğundan rahatça anlaşılabilir. Emmi’nin filmin başında katıldığı diyaloglar da bu çeşit klişelerin bolluğunu sergiler. Fakat burada klişe sosyal konformitenin sembolüdür. Etkisizleştirilmiş ve hadım edilmiş bireysel deneyimlerin toplumsal olarak kabul edilmiş bir şekilde kotarılmasıdır. Emmi klişeleri kullanarak kendi sömürülmesinin adaletsizliği ile yüzleşmekten sakınır. Daha sonra Ali böyle bir şeyin Fas’ta olmayacağını belirtir. [Çünkü orada aile hep birlikte yaşar, çekirdek aile kapitalizmin bir dayatmasıdır, aynı zamanda bireyselleşmenin de (subjectialisation -hem tebalaşma [birine uyruk olma ya da iktidara tabi kılınma] hem bireyleşme; subject’in çifte anlamına vurgu] Bu aslında batı toplumunun yaşadığı ana problemlerden birine dair güçlü bir vurgudur; insan yaşlandığı zaman çocukları ve sevdikleri tarafından terk edilir; tıpkı Ikiru’da olduğu gibi.

secim-bayazit-sanatlog.com

Kafka’nın romanlarında gördüğümüz belli bir sembolün stereotipi konumundadırlar. Onların yaşadıkları topluma yabancılaşmaları ve baskıcı bir toplumdaki konumları en çok isimleri ile ifade edilir; Ali’nin gerçek adı Ali değildir; El Hedi ben Salem M’barek Mohammad Mustafa’dır, Emmi ona “Ali” der; çünkü Almanlar tüm Gastarbeiter’lere “Ali” demektedirler. Bu sorunsal ya da bu etik Ali ya da Emmi tarafından hemen hemen hiç sorgulanmaz. Naif bir kabullenme söz konusudur. Emmi de bir noktada bu suç ortaklığına katılmıştır; çünkü o da Ali’ye “Ali” der. Onu nesneleştirir, kafadaki bir prototip ile özdeşleştirerek, onun Hedi ben Salem olma ya da insan olmaya dair içeriğinden soyutlayarak içini boşaltır. İsmin bu adı bilhassa Fransızca çevirisinde çok güzel biçimde vurgulanmıştır: “Tous les autres s’appellent Ali” şeklindedir; yani “tüm ötekilerin adı Ali’dir”.

Bu arada benzer bir problem Polonyalı kocasından “lan” soyadını saklamak isteyen Emmi’de de açığa çıkar.  Bununla birlikte Putzfrau (temizlikçi kadın) kavramının da göndermede bulunduğu nesne ile “insan Emmi” arasındaki uyumsuzluk bir hayli fazla olacaktır. Çünkü bu çeşit adlandırmalar ardındaki imgeyi Ali’nin durumunda olduğu gibi yok eder. Bununla birlikte Fassbinder Emmi’nin kapitalist toplum tarafından sömürülme olgusunu Emmi’nin bu süreçle işbirliği içindeki eylemleri ile gözler önüne serer. Emmi kendisinin hizmet ettiği zengin ailelere şoför ile götürüldüğünü ballandıra ballandıra anlatır: Ali ile ilişkisi dışında hiçbir şekilde hayır demez, isyan etmez, başkaldırmaz, onu baskılayan sisteme karşı çıkmaz. Bu da onu Brecht’in “Mutter Courage”[Cesaret Ana]sına yaklaştırır. Bu karakter çocuklarını savaşta kaybetse de savaşın sürmesini ister. Çarkı olduğu sistemi hiçbir şekilde sorgulamaz. Onun Ali ile ilişki kurması sadece onu baskılayan sistemdeki halkalardan biridir. Çünkü o da bir noktada Ali’yi baskı altına alarak, Ali’nin etrafındaki baskı zincirlerini bir nebze daha artırır; çünkü Ali’nin daha açık bir takım ile daha iyi olacağını düşünür. İşim ilginç tarafı ilişkinin ilk evresindeki durumundan farklılaşarak iki eşit arasındaki ilişkiden ziyade baskılayan ve baskılanan (Ali) arasındaki bir iktidar ilişkisine dönüşür.

sanatlog.com-sinema-sitesi

Dil bu nedenle filmde toplumsal ve kişisel saldırı ve tecavüzün bir aygıtına dönüşür. Bunu Ali ile Emmi arasındaki ilk geceden sonraki kahvaltıda rahatça görebiliriz; Ali: “Angst Essen Seele Auf” demesine rağmen, Emmi onu: Angs ist seele auf diyerek düzeltmiştir [daha sonra ise bu davranışından dolayı pişman olmuştur]. Fakat Ali Emmi’nin devamındaki cümlesini de yanlış anlar: Emmi istemeden de olsa Ali’yi incitmiştir. Fakat bunu bilinçsizce yapmıştır: zarar verme arzusundan değil de düşüncesizliğinden gerçekleşmiştir. Bu ise hali ile kökleşmiş önyargı ve baskıların bir sonucudur.

Dil filmde saldırı amaçlı ve baskıcı amaçlarla kullanılmadığı zaman bile genellikle müphem ve belirsizdir ve de gerçekte söylenenden oldukça farklı bir şeyi imler. Ali’yi bara aramaya gelen Emmi barmaid ile diyaloga geçer; fakat onların konuşmaları buzdağının görünmeyen kısmını gizler; fakat barmaid ile Emmi’nin konuşması “barın kendisine(Barmaid)e ait olduğu” açıklamasıyla sona erer. Burada bari ile kastedilen aslında Ali’nin kendisidir. Aynı belirsizlik Ali ile Emmi’nin son dans ettiği sahnede de gün yüzüne çıkar. Fakat bu belirsizliğin işlevi nedir? Fassbinder’in karakterleri duymaya eğilimli oldukları şeyleri duyarlar. Ali’nin bakkal ile karşılaşmasında, bakkal Ali’nin Almancasını anlamamayı seçer. Fakat Ali de kendisine yönelik bazı şeyleri duymamayı seçer [ev sahibesinin oğlunun Ali hakkında Emmi'ye söyledikleri]. Bu şu anlama gelir ki; dil sıklıkla bu eylem amaçlanmasa bile bir saldırı eylemi(aktivite)si olarak yorumlanır. Ali ile Emmi arasındaki ilişki filmin sonlarına doğru yukarıda belirtildiği gibi baskılanan ve baskılayanın olduğu bir iktidar ilişkisine dönüşür, ilişkilerinin kopuşu çok keskin bir şekilde tatilden dönmelerine tekabül eder; onlar tatil dönüşü toplum tarafından kabul edilmelerine rağmen, artık birbirleri ile olan ilişkileri kopuşa uğramıştır. Emmi ailesine onu “Ali” olarak tanıtır; komşularına onun hakkında 3. kişi olarak bahsederek kaslarının çok güçlü olduğunu belirtir; Ali bir objeye dönüşmüştür; ki bu obje batılıların oryantalist mantıkla doğuya giderek rüyalarını süsleyen seks objeleri gibi Ali de bir nesneye dönüştürülmüştür. Filmde dilin kullanımı bir anlamda negatif bir aksiyon biçimindedir. Ve sessizlik Ali’nin Emmi’den ayrılıp Barbara’nın apartmanına “arzulanan besin”[Kafka, Açlık Sanatçısı]i, seksin, bilincin ve dilin olmadığı bir yere gider.

avrupa-sinemasi

Filmde dilin gerçekliği anlatmak konusundaki yetersizliği ya da yetersizleştirilmesi [ki bu Homo Faber'de de gördüğümüz “Alman Edebiyatı”nda gündeme getirilmiş konulardan biridir], “sessizlik”in çok çok daha dikkate değer biçimde irdelenmesini sağlamıştır. Filmde görsel stil Baudrilard’ın terimiyle hipergerçekçilik olarak adlandırılabilir [Eylem tanımlanabilir realistik bir çevrede vuku bulur, fakat düzensiz ve dağınık bir natüralizmden ise sakınılır. Film'in dış mekân çekimleri yerinde yapılsa da [Münih'te] çevrede cereyan edenler [trafikteki araçlar ya da yoldan geçen bir üçüncü şahıs] karakterlerin ilişkisi ya da action’ın onların üzerinde dikkate değer bir etkisi yoktur. Etraftaki her şey onların ikili ilişkileri bağlamında konumlanmıştır; baş başa bir kafeye gittiklerinde insanlar onlara rahatsız edici bir şekilde bakmaktadırlar. Dünya onların ilişkilerinin bir tür dışavurumu ya da uzantısıdır; aslında bu onların solipsizminin ayrı bir boyutudur. Bu solipsizm de onların yalnızlığını ifade eden sembollerden biridir.

Filmin bazı can alıcı sahnelerinde sessizlik etkin bir şekilde kullanılmıştır; bilhassa başlangıç sahnesi. Bu sessizlik görsel imgede meydana gelen boşlukları güçlendirerek vurgusunu artırır. Görsel imgedeki boş mekânlar içinde görülmesi gereken oldukça çok şey olduğunu terennüm eder. Söz sessizlik tarafından söylendiğinde [ya da noktalandığında] kelimeler çok daha fazla anlamla yüklenir. Filmde kelimelerin sessizlik tarafından bu aşırı-anlam ile yüklenimi modern toplumda dilin baskıcı kullanımı ve kelimelerin ardındaki anlamın ruhsal gücü bizim üzerimizde etkisini göstermektedir. Sessizliğin Fassbinder filmlerindeki ana işlevlerinden biri de farklı anlamlandırma yollarını açarak, film üzerinde seyircinin daha ekin bir şekilde rol almasını sağlayarak daha geniş bir anlamlandırma olanağını barındırır. Metni daha da yazılabilir [scriptible] hale getirir. Faassbinder’in anlatısal anlamdaki ulaşmaya çalıştığı şey ve yöntem onu Brecht-sonrası modernizme yerleştirir ve bu filmi salt melodram sınıflandırmasının ötesine taşır.

rainer-werner-fassbinder-filmleri

Dil kapalı bir sistemin, baskıcı bir toplumun varoluşa karşı düşüncesiz bir cevabın sembolüdür. Sessizliğin başka bir kullanımı ise düşünmesi sürecinin bir göstergesi olmasıdır; bu şu anlama gelir, yukarıda belirttiğimiz kapalı sistemlerin çözülüşünü anlatır sessizlik; bunu seyirciyi dil ortadan kalktıktan sonra ondan arda kalanın yüzleştirmesi ile kotarılır. Bununla birlikte sessizliğin homojen tek anlamlı bir şey olduğu ya da belli bir davranış modeli anlamına geldiğine dair bir genelleme de yapılamaz. Biricik durumlarda anlam farklılaşmaktadır. Bilhassa restoran sahnesinde sessizliğin anlamı belirginleşir; restoran sahnesinin başlangıcında ve sonunda belli sessizlik aralıkları ile anlamlı hale getirilen zaman parçacıkları göze çarpar. Birçok sahnede dil sessizlik aralıkları ile bölümlenir; fakat devamındaki sahnede ise [Emmi'nin Ali'ye çocuklarını tanıştırdığı sequans] sessizlik dil tarafından kesilir. Bu bir çeşit gerçekler ile yüzleşme anıdır; kendini belli şiddet edimleri ile dışa vurur [büyük oğul sinirini nesneleşmiş bir dünyadaki televizyondan çıkarır; şiddetin yöneldiği de bir nesnedir, Bu nesneleşmenin ve Emmi'nin çocukları tarafından ne olarak görüldüğünün de metanomik bir dışavurumudur; ilerleyen sahnelerde çocukların parası için annelerine iyi davrandıklarını ve onu affettiklerine şahit olacağız, çünkü annelerini değil bir "nesne"yi sevmektedirler].

Sessizlik görsel bir dizi görmemizi sağlayan bir apparatus’tur, sessizlik bir düşünceyi defalarca vurguladığı gibi diyalogu da domine etme gücüne sahiptir; bunların da ötesinde sessizlik kritik bir sınama sürecini açık tutma işlevselliğine de haizdir. Dil düşünceyi bloke eder, sessizlikse dile karşı koyar. Sessizlik ayrıca seyircinin zihnindeki bir şeye dikkat çeker;  o da görsel imgedir. Bu minvalde tek bir kare; binlerce kelimeye eş-değerdir. Fassbinder’in kareleri de dil ortadan kalktığında tüm etkisini ortaya çıkarır. Subliminal (bilinçaltı tarafından algılanan) bir telkin dilin çarpıtan söylemlerinin yokluğunda bilinçli bir açıklamaya dönüşür. İletilmeye çalışılan düşünce ve iletişim dilin bu yokluğu ile tekrar ve tekrar inşa edilir.

Angst-Essen-Seele-Auf-fassbinder-film

Filmin başlangıcı olağanın dışında “title sequence” ile başlar ve bu başlangıca Arap bir sanatçının şarkısı eşlik etmektedir. Filmin başlangıcı aslında filmin tümünün ters çevrilmiş bir özetidir. Seyirci, belki de Ali ile özdeşleşmesinin bir parçası ya da bu özdeşleştirmeye yönelik yönetmenin bir oyunudur, olağan bir deneyimin tersyüz edilmiş bir durumu ile yüzleşir; dilsel bir izolasyon ve Gasterbeiter Ali’nin Almanya’da yaşamını andıran bir durum ile karşı karşıya kalmıştır. Ali’nin Batı Alman toplumunda yaşadıklarının bir benzerini daha doğrusu bir “microcosmos”u ile karşılaşır Emmi. Emmi de yabancıların kendileri için inşa ettiği “bu azınlıklar mekanı”nında bir azınlık durumuna gelmiştir. Bu sahnede Fassbinder, mizansen içindeki aktörlerin hareketi, kamera açısı ile ulaştırmak istediği mesajı iletmeye çalışır. [Irkçılık nosyonu ışıklı karanlık mekanların kontrast halindeki chiaroscuro renkler ve aktörlerin ten renklerindeki karşıtlık ile ortaya serilir]. 

Statik, katı, soğuk, düşman ve tam anlamıyla yabancılaşmış atmosfer filmin aşk hikâyesinin arka planını oluşturur. Karakterler hareket ettiklerinde, onların hareketleri yavaş ve stilize edilmiştir [belli bir tarzdadır]. Kamera beklenmedik biçimde statiktir ve karakterler kameranın etkisi altındadır. Ve kamera hareket ettiğinde ise bunu yavaş bir şekilde yaparak seyircinin psikolojik sezgi ya da duygusal bir bağlantı kurmasına engel olur. Burada Kamera’nın hareketleri Effi Briest’teki aşırı kontrol altına alınmış karakterlerin hareketini andırmaktadır [orada sınıf tarafından belli bir davranış modeline mahkûm edilen karakterlerin bir metaforu olarak konumlanır, burada ise yine toplum tarafından belli prototiplere mahkûm edilen gasterbeiterlere karşıt olarak tersyüz edilmiş bir mikrocosmos'un uzantısı olarak kılınır]. Burada hapsedilmişlik metaforu Fassbinder tarafından mükemmel biçimde aktarılır [Effi Briest'teki filmin başlangıcında salıncakta sallanan Effi imgesi ile karşılaştırın; sarmaşık ve salıncak zincirini aynı karede görürüz; zincir -mekân ile özdeşleşimi içinde Gieshübler'in yaşadığı yer olan Kessen'e gidildiğinde tutsaklık imgesine dönüşecektir; Effi'nin kaybedeceği bir zinciri vardır]. “Angst Essen Seele Auf”da bu yatay ve dikey kapı aralığı, pencereler, merdiven parmaklıkları [Emmi'nin temizlikçi kadınlar ile konuşurken onlar tarafından dışlanması], sütunlar, tavan kirişleri ile sağlanır. Yani görsel olarak “frame içinde frame” vasıtası ile toplumsal ve varoluşsal hapsolunmuşluk ve sınırlanmışlık duygusunu vermeye çalışır. Ortam klostrofobiktir. “Frame within the frame” James Franklin tarafından belirtildiği gibi Douglas Sirk’ten aldığı bir yöntemdir. [Bununla birlikte Ali burada tüm ötekileri -LGBT’yi, göçmenleri, “victime du rejet” olarak adlandırılabilecek her kesimi temsil eder.]

sanatlog.com-sinema-yazilari-film-elestirileri

Fassbinder’in filmlerinde özgürlük her zaman aldatıcıdır. Bir mekândan çıkış başka bir mekâna giriş anlamına gelir. Kafka’nın “Yasa’nın Önünde” [Vor dem Gesetz] öyküsü de aynı sınırlanmışlığı terennüm eder. Orada bireyin bürokrasi tarafından sindirilmişliği konu edinirken, Fassbinder bunu toplumsal tarafından bireyin sindirilmişliği olarak konumlandırır. Fassbinder’in filminde kapılar, pencereler ve merdivenler bir tuzaktan sonsuz seriler içindeki bir diğer tuzağa geçişi temsil eder. Bu minvalde kapılar ya da pencereler müphem bir anlam sahiptir, bir yandan özgürlük umudunu ifade ederken öte yandan da bu umudun reddedilişidir [Çin Ruleti filmini ve Margit Carstensen'in filmin başındaki estetik oturuşunu hatırlayalım]. Filmin başında Emmi’nin gasterbeiter’lerin mekânına girdiğinde kapı eşiğinde izole bir şekilde durması bu hapsedilmişlik ve sınırlanmışlığın bir göstergesidir. Fakat bu sahnede kadiri-mutlak seyircinin bakış açısından şaşırtan bir perspektif değişimini ifade etmektedir.  Bu şaşırtan perspektif değişimi açık ve sınırlandırılmamış görünen mekânların bile gerçekte öyle olmadığını göstermektedir. Bu bakış açısındaki farklılaşma bir hayat kadını olan Frau Karges’in Ali ve Emmi’yi gözetlemesinde belirgin kılınır. 

Perspektifteki üstü kapalı ani değişim seyircideki algı tarafından güçlendirilir; bu algı sadece Ali’nin ve Emmi’nin hayatlarının gözetlendiği anlamına gelmez, aynı zamanda Frau Karges’in gizli günahlarının da gözetlendiği anlamına gelir. Bir anlamda gözetleyenin gözetlenişidir; bu ise Antonioni’de göreceğimiz bir özelliktir; öznenin nesne konumuna düşmesi [David Bailey'in gözetleyen konumundayken, gözetlenen konumuna düşmesi, fotoğrafı çekenin fotoğrafının çekilmesi]. Bu perspektif değişimleri ve tutsak imgeleri belirli karakterler ile de sınırlanmaz; Emmi seyahatten döndüğünde Bosnalı bir göçmen olan Yolande diğer temizlikçi kadınların baskılayıcı bakışlarının nesnesi konumuna girer. Artık Emmi insanlar tarafından en azından görünür anlamda ötekileştirilmez; onun yerini başka bir nesne almıştır. [Fakat kuskus reddetmesi ve Yolande ile iletişime girmemesi ile onlarla aynı konuma girer; esasında o da ötekileştirir.] Merdiven parmaklıklarının arkasında tutsak imgesi ile sahne sembolik dilde ifade edilir. Bu açıdan “frame”, Fassbinder’in karmaşık görsel iletişim sisteminde en etkileyici sentetik elementlerden biridir. Materyalist bir dünyada en basit bir nesnenin bile belli bir anlamı vardır. Filmin başlangıcında Emmi’nin içtiği Coca Cola şişesi bunun bir göstergesidir. Batı dünyasında ve “Batı Alman Sineması”ndaki en hazır ve nazır nesnelerden biri olan Coca Cola şişesi yabancılaşmış ve Amerikan-domine kapitalist toplumun en temel sembolüdür. Materyalist bir dünyada, nesneye sahip olmak aynı zamanda o nesnenin satın alınması anlamına gelir.

rainer-werner-fassbinder-filmleri

Satın almak da dolayısıyla bilinçli ya da bilinçsiz bir seçimi ve baskıcı sistemdeki bir suç ortaklığını belirtir. Emmi’nin Ali’lerin mekânına her girdiğinde Coca Cola talep etmesinde kabul edilemez bir sistemin bir kabul edilişini görürüz, bu kabul ediş aynı zamanda Nazi geçmişini mümkün kılan bir kabul ediştir. Alt-metinsel olarak bu referanslar Fassbinder’de bolca bulunmaktadır [Emmi'nin Ali'yi Hitler'in restoranına götürüp pahalı bir yemek yemeleri bu bilinçsizliğin ve Brecht etkisinin ayrı bir boyutudur, karakterler bu durumda bilinçsizdirler ama seyirciye çok çok daha fazla iş düşmektedir]. Seçimler daima mevcuttur ve kolay olanı daima suça dâhil olmaktır [tıpkı Eichmann'ın Kudüs'te yargılanırken sadece devletin taleplerini yerine getiren vatandaşım demesine benzer bu]. Zor olan ise toplumsal bir değişim, özgürlük ve kişisel mutluluğu toplumsal önyargıların karşısına koymaktır. Bu minvalde pasif bir kabul ediş ya da kolay seçim statükoyu güçlendirmekten başka bir şey yapmayacaktır. Bu minvalde filmin sözlerden ziyade işlerin daha büyük önemi olduğunu göstermektedir. Fassbinder’in pratogonisti toplumsal sınırlamalara karşı daimi mücadelelerine devam etmektedir. Bununla birlikte toplumsal açıdan uygun olan bireysel açıdan doğru olmayabilir; bireyin toplumsal olan ile aynı paydada birleşmesi Fassbinder açısından mümkün değildir; Fassbinder’in anlatmaya çalıştığı şey bir bireyler toplumudur. “Batı Alman Toplumu” ve daha geniş anlamda ifade edersek, Batının kapitalist toplumu bir azınlığın ilgi alakasına ve kurumların katı oligarşisine hizmet etmekten başka bir şey yapmaz.

Kaynaklar

- Method and Message: Forms of Communication in Fassbinder’s Angst Essen Seele Auf, By Franklin, James c. Academic journal article from Literature/Film Quarterly, Vol. 7, No. 3

- Tous les autres s’appellent Ali de Fassbinder: mixité et intolérance, http://gvisy.free.fr/article.html3?id_article=80

Seçim Bayazit

calderon@sanatlog.com

Yazarın öteki film okumaları için tıklayınız.

Militarizmin Hizmetinde: John Rambo & First Blood

Silah, bıçak ve ellerini kullanmakta üstüne yoktur. Acıyı ve soğuğu hissetmemesi, bir hayvanın bile yiyemeyeceği şeyleri yiyebilmesi için onu eğittik. Vietnam’daki görevi, düşmanı ortadan kaldırmak ve öldürmekti. Kazanmak için öldüreceksin. Rambo en iyi adamımızdı.

Pekâlâ, Albay, korkudan titriyoruz. (First Blood)

‘’Amerika kültüründe militer kahramanlığa ilişkin sinemasal temsillerle ulusal özgüven duygusu iç içe geçmiş gibidir. Özellikle muhafazakâr bakış açısına göre, ulusal azamet, askeri güç kullanımından geçer. Savaş sırasında, ulusal eril itibarı temsil eden askerlerin dayanıklılık ve cesareti sınanır ve kanıtlanır. II. Dünya Savaşı sonrasının bu ritüele ilişkin sinemasal temsillerinde, erkekliğin kanıtlanmasına, Amerikan askerini ezilmiş halkların yiğit kurtarıcısı ve özgürlük savunucusu olarak resmeden milliyetçi idealizm eşlik etmiştir.’’ (Politik Kamera – Michael Ryan)

rambo-filmleri-film-elestirisi-sanatlog.com-sinemaGüzel bir sonbahar günü, omzunda çantası, uzun bir seyahatten döndüğü düşünülen, yüzünde sürpriz yapacak olmanın verdiği keyifli gülümsemeyle toprak yoldan yürüyerek gelen bir adam, göl veya ırmak kenarında ahşap bir ev, etrafta koşuşturan, oyun oynayan çocuklar, çamaşır asan kadınlar gibi gündelik yaşamın içerisinden pek çok unsur seyirciyi alabildiğine rahatlatır. Her şeyin bilindik, tanıdık olduğu bu yerde hayat sakince akıp gitmektedir.

Parkasındaki Old Glory ve US Army yazısını görünce askerden döndüğü anlaşılan adam kasabaya Vietnam’da birlikte savaştığı siyahî arkadaşı Delmare’ı aramak için gelmiştir. Delmare’ın annesinin ‘’Herhalde Vietnam’da etrafa sıktıkları o turuncu şeyler oğlumu öldürdü.’’ demesi ateşkesler ilan edilmiş, barış antlaşmaları imzalanmış olsa da savaşın acımasız etkilerinin yıllarca sürdüğünü gösteren ve filmde övgüye layık biricik sözlerdir. Delmare’ın öldüğünü öğrenmesiyle hayalleri yıkılan ve askerlik günlerine ilişkin tek nesne olan birlikte çekindikleri fotoğrafı arkadaşının annesine bırakarak yollara düşen Rambo’nun Vietnam’da birlikte savaştığı asker arkadaşını aramak için kasabaya gelmesi ve bu sadakatin siyahî bir arkadaş için gösterilmesi çok manidardır. Hollywood, azınlık mensubu, işsiz güçsüz ve başarısız erkek ve kadınların çok başarılı birer askere dönüşmesi sürecini birçok filmde incelikli olarak işlemiştir. Filmdeki bu sahne ile siyahîlere ve azınlıklara orduya katılırsanız değer verilen insanlar haline gelirsiniz mesajı çok güçlü bir şekilde verilmeye çalışılmaktadır.

Sylvester-Stallone-sanatlog-sinema-blogu

İlk film boyunca nerdeyse hiçbir rolde siyahî oyuncu görülmediği gibi Hope kasabasında yaşayan siyahî insan da yoktur. Ancak ikinci filmin başlangıcında kameralar Rambo’nun hükümlü olarak bulunduğu cezaevine çevrildiğinde hükümlülerin ve gardiyanların büyük bir çoğunluğunun siyahîlerden oluştuğu görülür.  Yıllar önce John Van Evrie isimli bir Amerikalı, zencilere eğitim verilmemesi gerektiğini çünkü böyle bir eğitimin onların beyinlerini öne doğru geliştirerek beyazlar gibi geniş alınlı yapacağını, bunun sonucunda da bedenleriyle kafaları arasındaki dengesi bozulan ve ağırlık merkezleri yer değiştiren zencilerin dik duramayacağını hatta yürüyemeyeceğini söyleyebilmiştir. Yıllar sonra Rambo filminde de suçlu veya değil, siyahîlerin yeri ancak hapishanelerdir önermesini vurgulayan ve inkâr edilemeyecek kadar cüretkâr ırkçı sahnelerden birini görmenin hiç de şaşırtıcı gelmediğini söylemeliyim.

‘’Irkçılık en büyük zararını zencilere, özelliklere zenci kölelere vermiştir. John Hawkins adında bir İngiliz’in sahip olduğu ilk köle gemisi 1562’de Amerika sularına girmiştir. Ancak köle ticaretinin, şeker kamışı plantasyonlarının yaygınlaştığı 1630’lardan sonra yoğunlaştığını görüyoruz. Gemiye olabildiğinde çok köle yüklemek için ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirlenerek balık istifi dizilen zenciler, bir ay kadar süren bu yolculuk boyunca, ağızlarına akıtılan çorba ile oldukları yerde hem besleniyor hem de tuvaletlerini yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Zenci köleliği 1863’te artık zencilerin de insan oldukları düşünülmeye başlandığı için değil, sanayileşen Kuzey’in ‘’özgür emek’’ gereksiniminden kaynaklanmıştır. Zencinin erdemsiz olduğu, şeref, gerçek, minnet ve ilke gibi kavramları kavrayacak nitelikte olmadığı, Güney’in onu arada sırada linç edip kırbaçlamasının, kokusuyla ve rengiyle tanrıya saygısızlık etmeye kalkmasını önlemek için gerekli olduğuna inanıldığından binlerce zenci linç edilerek öldürülmüştür.” (Alaettin Şenel – Irk ve Irkçılık Düşüncesi)

Rambo’nun küçücük çocukları öldürmekten, bağımsızlıkları için savaşan Vietnamlıları boğazlamaktan, kadınların ırzına geçmekten, köylerin üzerine her şeyi cehenneme çeviren napalm atmaktan dolayı pişmanlık, üzüntü, hayal kırıklığı, terk edilmişlik ve kullanılıp atılmışlık duygusu yaşadığını ve içini dökmek, dertleşmek için arkadaşlarını aradığını zannedenlerin büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu söylemeliyim. İkinci filmin başlangıcında ‘’Bu kez başaracak mıyız komutanım?’’ diye soran Rambo Fransız sömürgeciliğinden ve Amerikan zulmünden kurtularak bağımsızlığına kavuşmak isteyen ve vatanını savunurken öldürülen milyonlarca Vietnamlı’nın haksızca ve vahşice katledilmesinden değil, savaşın sona ermesine ve kendisinin sivil hayatta değersiz bir ‘’paçavraya’’ dönüşmesine üzülmektedir:

‘’Vietnam’a gitmemi siz istediniz. Kazanmak için elimden geleni yaptım ama geri döndüğümde, havalimanında protesto ile karşılandım. Yüzüme tükürüp bana çocuk katili, cani dediler. Benim savaşta ne yaşadığımı bilmeden beni nasıl protesto edebilirler? Burada sivil hayat benim için değersiz. Orada hiç olmazsa onurum vardı. Birbirimize karşılıklı güvenimiz vardı. Burada hiçbir şey yok. Orada milyonlar değerinde helikopter ve tank kullanıyordum. Burada araba park etmem bile yasak. Tanrım, herkes nerede? Arkadaşlarım vardı, birbirimizden ayrılmazdık. Hepsi yanımdaydı. Hepsi harika çocuklardı. Hepsi arkadaşımdı. Burada hiçbir şey yok.  Aradan yedi sene geçti. Her gün gözümün önüne geliyor. Bazen, geceleri uyanıyorum ve nerede olduğumu bilemiyorum. Kimseyle konuşmuyorum. Bazen bir gün sürüyor, bazen bir hafta. Kafamdan bir türlü atamıyorum.’’

Çinhindi yarımadasının doğusunda, yer yer bataklık olan ve ancak büyük emekler karşılığında ürün veren topraklarda yaşayan Çinliler, Taylılar ve Muongların karışmasıyla meydana gelen Vietnam’ın tarihi acılarla doludur. Hiçbir zaman Çin egemenliğinden kurtulamayan bu ülke bir süre güçlü bir krallık kurabilmişse de daha sonra Avrupa’nın sömürgesi olmaktan kurtulamamıştır. Ülkedeki egemen sömürgeci güç, kendisine karşı silah olarak kullanılmasını istemediği kültürünü yerli halktan kaçıran Fransızlar olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Vietnam’ı yitirmek istemeyen Fransızlar bazı aşırı uçları törpülese de artık sonun başlangıcına gelinmişti. Vietnam’ın aydınları kendilerini köleleştiren şartları anladıklarını söylüyorlar ve Batı’yı vurabilmek için Batı’nın silahlarıyla silahlanmak gerektiği konusunda birleşiyorlardı.

Yıllarca ülkesini köleleştiren Fransız sömürgecileri ile Japonları yenmek için Viet Minh’i (Vietnam Bağımsızlık Birliği) kuran Ho Şi Minh tüccar bir denizci olarak dünyayı dolaşmış, bir süre Amerika’da kalmış, yedi dil öğrenmiş ve komünizmi, sömürgecileri kovmak ve ülkesini bir araya getirmenin en etkili yolu olarak görmüştü. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Japonya’nın yenilmesiyle, Vietnam için bağımsızlık şansı olduğunu anlayan Ho Şi Minh 13 Ağustos 1945’te genel ayaklanma ilan etti ve 2 Eylül’de Bağımsızlık Bildirisi’ni okudu: ‘’Vietnam halkı, bağımsızlık ve özgürlük haklarını korumak için, maddi ve manevi güçlerini harekete geçirmekte, bu yolda malını ve canını feda etmekte kararlıdır.’’

Ho Şi Minh'in hapishanede şiirler yazdığı defterden bir sayfa-sanatlog-sitesi

1945 yılında Hanoi’nin Ba Dinh Meydanı’nda toplanan yarım milyondan fazla insan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’ni oluşturuyordu. Kalabalığın gürültüsü azalmaya başlarken tahta platformun üzerine çıkan Bac Ho Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden ödünç aldığı ,‘’Bütün insanların eşit yaratıldığı gerçeğine inanıyoruz.’’ sözleriyle başlıyor ve ‘’Tanrı insanlara devredilemez bazı haklar bağışlamıştır ve bunların arasında yaşama hakkı, özgürlük ve mutlu olma hakkı vardır.’’ diyerek devam ediyordu. O günden sonra çoğu insan onu Ho Amca olarak bildi. Amerikalılar ise daha resmi bir şekilde Ho Şi Minh (Işık Getiren) olarak tanıyacaklardı.

Karlı kauçuk plantasyonlarından vazgeçmeyen Fransızlar bağımsızlık kararını hiçe sayarak Vietnam’ı vahşice sömürmeye başladılar. 1946 Kasım ayında Haipong’da çatışmalar başladı ve şehri bombalayan Fransızlar 6.000 Vietnamlının ölümüne sebep oldu. 19 Aralık’ta Vietnamlılar Fransızlara saldırdı ve böylece Hindiçini Savaşı başlamış oldu. Ho Amca Aralık 1946’da halkı savaşa çağırıyordu: ‘’Din, parti, milliyet ayrımı gözetmeksizin herkes, erkekler ve kadınlar, gençler ve ihtiyarlar Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için, vatanı kurtarmak için ayaklansın. Tüfeği olan tüfeğini, kılıcı olan kılıcını kullansın. Ve eğer kılıcı da yoksa kazma, kürek, tırpan kullansın.’’

Bağımsızlığı için sömürgecilerle savaşan iki kuşağın yanyana mücadelesi-sanatlog-sinema

Bağımsızlık ve özgürlük konusunda tüm dünyada nutuklar atılırken Amerikan Başkanı Truman, Fransa’ya baskı yapmak yerine Ho Şi Minh ile savaşmasına yardım etmek amacıyla milyonlarca dolarlık silah, malzeme ve asker göndermek suretiyle Fransa’nın sömürge düzenine yardım etmeyi uygun buldu. J.F. Kenndey’in Beyaz Saray’a seçildiği 1961 yılında yıllarca savaşan Fransızlar arkalarında binlerce ölü ve acı bırakarak ülkeden çekilirken Kennedy 16.000 Amerikan askerini danışman olarak Vietnam’a gönderiyordu. Daha sonra saldırılar durmazsa Kuzey Vietnam’ın yerle bir edileceği tehdidini savuran Başkan Johnson’ın emriyle Ho’yu savaşmaktan vazgeçmeye ikna edecek çok daha saldırgan bir operasyon CIA tarafından hazırlandı. Harekât Planı 34A -Pentagon’daki adıyla OPLAN 34A- CIA-Pentagon ortaklığında Kuzey Vietnam’ı hedef alan sabotaj ve vur-kaç saldırısı harekâtıydı.

1964 yılında Kuzey Vietnam devriye botlarının, Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi Maddox’a ateş açmış olmaları gerekçe gösterilerek Amerika Kuzey’i bombalamaya başlamıştır. Nerdeyse kırk yıl boyunca Pentagon’un başlatacağı kanlı Vietnam Savaşı’na halkın ve Kongre’nin desteğini almak için Tonkin Körfezi’ndeki olayın bilerek mi kışkırtıldığı sorusu tartışılmıştır. 1968 yılında McNamara Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nun önünde verdiği yeminli ifadede böyle bir entrikayı reddetmiştir.

‘’Bizim toplumumuza ve hükümet sistemimize uzaktan da olsa aşina olanların, Pasifikte’ki askeri komuta kademesinin, Genelkurmay Başkanının, Savunma Bakanının ve danışmanlarının, Dış İşleri Bakanının ve Birleşik Devletler Başkanının dâhil olduğu böyle bir komplonun varlığından kuşku duyabilmelerini inandırıcı bulmuyorum.’’

“Tonkin Körfezi olayından sadece iki yıl önce Castro’yu suçlamak ve Küba’ya karşı başlatılacak bir savaşı kışkırtmak amacıyla Amerikan topraklarında gizli bir terör dalgası başlatmayı içeren çok daha vahim bir komployu en ince ayrıntısına kadar planladıkları Northwoods Operasyonunu unutmuşa benzeyen McNamara bunun samimi bir itiraf olmadığını elbette biliyordu.” (Sırlar Evreni – James Bamford)

Ve 1965 yılında Kuzey Vietnam’a Amerikan hava saldırıları başladı. Ancak Vietnam halkının 31 Ocak 1968’deki Tet Saldırısı direnişi yıldırım gibi başladı ve aralıksız sürerek Amerikan ordusunu perişan etti. Vietnam’da yeni yıl ‘’tet nguyen dan’’ olarak adlandırılır ve 21 Ocak ile 19 Şubat arasındaki bir tarihte başlar. Bu tarih her yıl değişir. 27 Ocak 1973’te Vietnam ile ABD bir ateşkes antlaşması imzaladı. Sabah 07.45’te ateşkes antlaşmasının yürürlüğe girmesinden on beş dakika önce bir Amerikan savaş gemisi Cam Lo-Cua Viet Nehri ağzına ilerleyerek anlamsız bir şekilde savaşın son toplarını ateşlemiştir.

İşte bu haksız savaşın bir figürü olan Rambo, nereye gideceğini bilmez bir halde kendini yollara vurmuşken Hope (umut) isimli bir kasabaya ulaşır. Kasabadan ilk görüntü düzenin temsilcisi şerif ve bağımsızlığın simgesi Amerikan bayrağının aynı karede gösterilmesiyle verilir. Özgüveni yüksek olduğu her halinden anlaşılan şerif karşılaştığı hemen herkesle şakalaşmakta, onlara ismiyle hitap ederek tanışıklığını ve ilgili olduğunu göstermektedir. Böylece kasabanın herkesin hayallerini süsleyecek örnek bir yer olduğu algısı oluşturulur. Kasabaya girmek üzereyken şerifle karşılaşan Rambo, kasabaya girmesine müsaade etmeyen şerife karşı gelmeye çalışınca tutuklanarak nezarete atılır.

Karakolda kendisine yapılan kötü muameleleri Vietnam’da yaşadığı ‘’işkencelerle’’ özdeşleştiren Rambo travma sonrası stres bozukluğu, dünyada bilinen adıyla Vietnam Sendromu yaşamaya başlar ve ortalığı birbirine katarak kaçar. Vietnam’da görev yapmış askerler üzerine yapılan bir çalışmaya göre, üç milyon erkek ve kadın savaş gazisinin dörtte birinin etkisinde kaldığı Vietnam Sendromu benim düşünceme göre Amerikalı askerlerin Vietnam halkının mücadelesi karşısında aciz bir duruma düşmesi ve büyük bir aşağılanma yaşamasıdır. Rambo’yu yakalamak için peşinden giden şerif yardımcıları ellerinde cipsler, yaptıkları hafif muhabbet eşliğinde hafta sonu gezisine çıkmış gibidirler. Sivil kategorisindeki şerif yardımcılarının hemen hepsi beceriksiz, sakar ve emirlere uymayan disiplinsiz insanlar olarak resmedilir. İkinci filmde de operasyonu yöneten kadrolar paralı askerlerdir ve filmin her anında disiplinsizlikleri, sadakatsizlikleri eleştirilerek ordunun yozlaştırıldığı vurgulanarak ordu karşıtı güçler de eleştirilir. Hiçbirinin üzerinde US Army yazısı bile yoktur.  Hatta Albay, ‘’Sizi aşağılık kiralık katiller!’’ diye yüzlerine haykıracaktır.

salim-olcay-sinema-sanatlog.com

“Vietnam Savaşı’nın ve bu savaşa adam sağlayan zorunlu askerliğin sonuçlarından biri, ABD ordusunun güçten düşmesi olmuştu. Savaşın sonuna gelindiğinde askerler emirlere uyup savaşacakları yerde kasten üstlerini öldürüyorlardı. Bunun ve zorunlu askerlikten ilham alan yaygın savaş karşıtlığının sonucunda zorunlu askerlik uygulaması kaldırılarak ordu bütünüyle bir gönüllüler ordusuna dönüştürüldü. Beyaz hâkimiyetindeki, ekonomisi sıkışmakta olan kapitalist bir toplumda beyaz ırk dışındaki azınlıkların iş bulma şansı daha az olduğundan, bu yeni ordu ağırlıklı olarak azınlıklardan oluşuyordu. TV’lerdeki eğlence programlarında (özellikle spor programları ve MTV’de) işçi sınıfı, işsiz ve azınlık kesiminden izleyicileri etkileyebilecek ordu reklamları belirmeye başladı. Ardından Hollywood da payına düşeni yapmak üzere kolları sıvadı.’’ (Politik Kamera – Michael Ryan)

Sivillerin beceriksizliğine bir başka örnek, Rambo’nun patlama sonucu çöken madende öldüğü düşünülür ve cesede ulaşmak için kazı yapılırken olay yerine gelen albayın bir bakışta madenin en az iki tane daha çıkışı olduğunu görmesidir. Bölgeyi avucunun içi gibi bilmesi gereken siviller bu durumdan bihaber tünel kazmaya çalışırken olay yerini ilk kez gören albay anında duruma hâkim olmaktadır. Üniformalıların savaşında beceriksiz sivillerin değil her şeyi anında anlama ve çözme gücüne sahip kutsal askerlerin tarafını tutan filmde üniforma taşımayan hiç kimse belirgin bir role sahip değildir, gerçek bir sivile rastlanmaz. Bu da Amerikan toplumunun bir ulus değil hiyerarşik yapıya göre örgütlenmiş bir sistemin kulları olduğu görülür.

john-rambo-filmleri-sanatlog-com

Sıkıştığı madende güçlükle ama yılmadan kendine yol açmaya çalışan Rambo sıçanlarla karşılaşır. Sıçanlar bacaklarına, sırtına, kollarına çıkmaya çalışmakta ancak Rambo da yakaladığını büyük bir nefretle duvarlara çarpmakta, teker teker yok etmektedir. Sıçanlarla özdeşleştirilen savaş karşıtı Amerikan muhaliflerinin de elbet yok edileceğine dair güçlü bir mesaj verilir. İkna olmayanlar için yakın tarihten bir örnekle devam edelim:

‘’2000 yılında Cumhuriyetçiler Ulusal Komitesi tarafından hazırlanan, George W. Bush’un Al Gore’un yaşlı yurttaşlar için reçeteli ilaçlar programını eleştirdiği reklam bunun en yakın örneklerinden biridir. Manşet şöyleydi: ‘’Gore’un reçete planı: Kararı bürokratlar verecek.’’ Reklamın sonlarına doğru ‘’kararı bürokratlar (buraeucrats) verecek’’ sözü arka planda durmadan tekrarlanırken, ekranda iri harflerle yazılı ‘’rats’’ (sıçan) sözü kısa bir an için yanıp sönüyordu. Bush’un kampanya yetkilileri reklam yapımcısının ‘’Bürokratlar kelimesini hecelerken, ‘’buraeuc’’ ile ‘’rats’’ hecelerinin kazayla koparak ayrı karelere düşmüş olabileceğini’’ öne sürdüler. George W. Bush bu tersliği ‘’saçma ve garip’’ diye reddederken, yapımcı Alex Castellanos önce bunun ‘’tamamen kaza eseri’’ olduğunu ileri sürdükten sonra, daha sonraki bir tarihte bunun ‘’bürokratlar’’ kelimesine dikkat çekmek amacıyla düzenlenmiş bir görsel vurgulama olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.’’ (Buy.ology Martin Lindstrom)

‘’Amerika’nın ruhunu aramaya başlaması’’ için öncelikle Vietnam’da yaşanan ‘’travmadan’’ kurtulmak gerektiğinden ulusal mutabakatın oluşmasına yönelik adımlar atılması gerektiği ortaya çıkar. Rambo filmi bu adımlardan bir tanesidir ancak tahmin edilenin de ötesinde etkili olur ve devam filmleri peş peşe çekilir. Hollywood propaganda-psikolojik harekât konularında ne kadar usta olduğunu göstermiş, tüm dünyanın Vietnam Savaşı’na Rambo’nun ve dolayısıyla Amerika’nın gözünden bakmasını ve Vietnam, Vietkong kelimelerini ‘’düşman’’kelimesiyle eş anlamlı tutmasını sağlamıştır. Kaybedilen savaş beyazperdede kazanılmış, kırılan ulusal gurur onarılmıştır.

“Her şey iyi niyetle başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 20 yıl, Amerika, dağılmış dünyanın parçalarını bir araya getirip, yeni bir uluslararası düzen kurmak için liderliği üstlendi. Amerika Avrupa’yı iyileştirdi, Japonya’yı restore etti, Yunanistan, Türkiye, Berlin ve Kore’de komünist yayılmacılığı bastırdı, ilk barış zamanı ittifakını yaptı ve kalkınmakta olan dünyaya teknik yardım programını başlattı. Amerikan şemsiyesi altındaki ülkeler, barış, refah ve istikrarın tadını çıkarıyorlardı. Vietnam’da bu yüksek idealleri engellenen Amerika ruhunu aramaya başladı ve kendi benliğine döndü.” (Diplomasi – Henry Kissinger)

Albayın ‘’Belki savaş bir hataydı ama bu yüzden vatanından nefret etme.’’ sözlerine karşılık olarak ağlamaklı bir ses tonuyla ‘’Nefret mi? Ben vatanım için ölürüm.’’ yanıtını verir. Vatanları için ölmeyi göze alan ancak seyirciye terörist olarak yansıtılan binlerce Vietnamlıyı öldürdüğünü göz ardı ederek… Albay bile şaşkındır ve kritik soruyu sorar: ‘’Öyleyse istediğin nedir?’’ Yaptığı işin en değerli iş olduğunu düşünen tipik asker zihniyetiyle cevap verir: ‘’Ben onların ve buraya gelip kanlarını dökerek sahip olduğu her şeyi feda eden askerlerin istediği şeyi istiyorum. Vatanımızı sevdiğimiz kadar vatanımızın da bizi sevmesini istiyorum. İşte bunu istiyorum.’’

ABD’den 19000 km. uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkarmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun %60′ı savaş karşıtı olmuştur.

first-blood-film-sanatlog-sinema-sitesi

Şerif yardımcılarının teker teker avlanmaları, Amerikan yaşam tarzının sürekli tehdit altında olması ancak askerler dışında kimsenin farkına varamaması ve olayların büyümesi sonucu olay yerine gelen TV muhabirlerinin sözlerinin hiçbirinin doğru olmaması, medyanın Vietnam Savaşı’na ilişkin sözlerinde yalancı, güvenilmez, gerçeği saklayan ve halkı yanlış yönlendiren çıkarcı bir grup olduğuna ilişkin kara propagandadır. Rambo, Hope kasabasına girdiği sırada bütün petrol firmalarının tek bir cadde üzerinde sıralandığını görürüz. Bu sırada elinde silahıyla silueti gözüken Rambo’nun şahsında Amerikan yaşam tarzının ve petrolün koruyucusunun asker olduğu yeniden ilan edilir.

petrolun-koruyucusu-rambo-sanatlog

‘’Bir kez daha herkesin bilip de kimsenin seyretmediği bir şaheser ile karşınızdayım. Hatta biraz detaylı baktığımızda First Blood (özellikle devam filmleri ile kıyaslandığında) militarizmden de fersah fersah uzakta bir film. First Blood kesinlikle önyargılardan uzaklaşıp seyredilmesi gereken başarılı bir yapım. Hor görülmesi gerçekten büyük bir trajedi, hakkının yenmemesi gerek. Vakit bulunca bir şans vermeyi ihmal etmeyin.’’ (First Blood – Yigilante Kocagöz, Öteki Sinema)

Yukarıdaki paragraf bir inceleme yazısından alıntılanmıştır. Yenilmez bir ölüm makinesi olarak resmedilen eski bir Vietnam askeri olan Rambo filmlerinde Vietnamlılar aşağılık varlıklar olarak gösterilirken Amerika’nın Vietnamlılara karşı gerçekleştirdiği vahşeti haklı göstermeyi amaçlar. Özgürlük için savaşan Amerikalılardır, Vietnamlılar değil. Rambo figürü aynı zamanda, Amerikan işçi sınıfı gençlerinin pek çoğu için geçerli olan eğitim yetersizliğiyle ve bu gençlere kendilerini olumlamanın tek yolu olarak ordunun sunuluşudur. Vietnamlılar tehditkâr ve kimliksiz birer öteki olarak gösterilir. Rambo’nun ”şaheser” olarak tanımlanmasının, Amerikan Başkanının eşinin Oscar gecesinde en iyi film ödülünü muhafız alayı eşliğinde sunabilmesinin doğal karşılanmasının önünü açan adımlardan bir tanesi olduğunu düşünüyorum.

İkinci filmde Albay ‘’Vietnam’daki savaş esirlerinin izini bulması’’ için kendisiyle gelmesini ister. Ve böylece ilk film ile başarılı olan Hollywood, öldürücü darbeyi vurmak için askerini yeniden Vietnam’a gönderir. Savaş esirleriyle kastedilen Amerikan kamuoyunun ordu ve savaş karşıtlığıdır. Esirlerin kurtarılması çabası kamuoyunun kazanılması sürecidir. İkinci filmin amacı, ”zihinleri esir alındığından” dolayı ordusunu eleştiren ve barış isteyen Amerikan halkının sisteme kazandırılmasıdır. Savaş karşıtı olan bir halkın, ekonomisi savaş üzerine kurulu bir yapıya izin vermeyeceği çok açıktır ancak sistem hızlı davranmakta ve halkı yeniden savaş yanlısı yapmak için uğraşmaktadır. Ve başarılı da olunmuş, yalnız Amerikalılar değil dünyanın pek çok yerinde insanlar, Vietnam topraklarında yapılan savaşa Amerikalı gözüyle bakmaya başlamıştır. Vietnamlılar bu savaşa Amerikan Savaşı, Amerikalılar ise Vietnam savaşı demektedir. Eğer insanlar Vietnam’daki savaşa Amerikan egemenlerinin gözüyle bakıyorsa, bunda Rambo ve diğer Hollywood filmlerinin etkisinin, gerçeklerden daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.

Vietnam'ın Kutsal Kralı Than Giong halkının başında düşmanları kovarken-sanatlog-sinema-kültürü

Vietnam’a hemen her yerde gösterilen silahlar üzerindeki yazılar Kiril alfabesiyle yazılmışken telsiz cihazları gibi elektronik aygıtların üzerinde İngilizce yazılmıştır. Böylece Sovyetler silahla, savaşla, özgürlük karşıtı olmakla özdeşleştirilir. Bu işlerde uzman bir Amerikalı John Abbink daha 1950 yılında şöyle diyordu: ‘’ABD, kendi denetimi dışında yoğun bir ekonomik gelişmeyi engellemek istiyorsa, azgelişmiş ülkelerin kaçınılmaz olan endüstrileşmesini yönlendirmeye hazır olmalıdır. Endüstrileşme şu ya da bu biçimde denetlenmezse Kuzey Amerikan ihracat pazarları önemli ölçüde daralacaktır.’’ İnsanları öldüren silahları yapan ve teknolojiyi kötü amaçları için kullananlar Ruslar iken teknolojiyi insanlığın amaçları için iyi yönde kullananlar Amerikalılar ve Batı Avrupalılardır ideolojisi beyinlere kazınmaktadır. Yüksek teknolojiyi kullanan hemen herkesi kötü adam ilan eden ve gözünü kırpmadan öldüren kapitalizmin hizmetindeki casus James Bond’un da yaptığı bu değil midir?

“Azgelişmişlik, gelişmenin bir aşaması değil, bir sonucudur.”(Eduardo Galeano)

Komünizmin Amerikan halkı üzerinde tek ve en büyük düşman olduğuna inanılan toplumsal mutabakat Vietnam ile birlikte dağıldı. Halk vicdanıyla baş başa kaldı, sessiz savaşını verdi ve büyük bir çoğunluğu savaş karşıtı oldu. Savaşın bir an önce sona erdirilmesini istedi. Oysa ekonomisi savaş üzerine kurulu bir devletin bunu yapması varlık sebebine aykırıydı ve tabii ki derhal gerekli tedbirleri almaya başladı. Hem barış yanlısı olup hem de Rambo’yu anlamak mümkün değildir. Hem insanın insanileşmesine katkıda bulunmaya çalışmak hem de Rambo’yu sevmek mümkün değildir. Oysa bizler Rambo’yu o kadar sevdik ve içselleştirdik ki, Ramazan ismini Rambo olarak kısaltmayı uygun bulduk, komandolarımıza Rambo gibi dedik…

Bu tüm nefreti üzerine çekmiş bir ülkenin sinema aracılığıyla yaptığı olağanüstü bir hamlesidir. Çünkü Rambo ‘’sessiz savaşa’’ sessiz kalmayacak bir düşüncenin ürünüdür, sessiz savaş kişinin vicdanı ile yaptığı savaştır. Ancak gerek Amerikan kamuoyu gerekse dünya kamuoyunun vicdanı ile baş başa kalmaması için her türlü olanak seferber edilmiştir. Günümüzde de böyledir, diziler, televizyon, yarışmalar, futbol, magazin derken kişi vicdanı ile baş başa kalacak fırsat bulamaz.

ABD'nin Vietnam'a ihracatınınn cesetler yığını olarak temsil edilmesi-sanatlog-sitesi-sinema-yazilari

Son olarak, filmin hiçbir yerinde asker karşıtlığına yönelik bir sahne göremediğimi, bunu iddia edenlerin bahse konu sahnelerin hangileri olduğunu göstermesini çok arzu ettiğimi söylemeliyim. Rambo filmlerinde asker karşıtlığı denebilecek bir nokta varsa, Amerikan kamuoyunun, ne idüğü belirsiz savaşlara çocuklarını göndermemek için kutsal orduyu sorgulamasının sonucunda Amerikan ordusunun disiplinsiz, sadakatsiz ve ciğeri beş para etmez paralı askerler kitlesine dönüştürülmesinin eleştirilmesidir.

Salim Olcay

salimolcay@yahoo.com

Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.

Kapitalizmin Hizmetinde: James Bond

“Kapitalist üretim tarzı manevi üretim biçimlerine, sanat ve şiire düşmandır.”

(Karl Marks)         

Trench, Sylvia Trench sözleri tarihin derinliklerinde kaybolsa da, düşmanları tarafından kiralık katil, kraliçenin köpeği denilerek aşağılansa da, burjuva kitle kültürünün ve soğuk savaş döneminin en belirgin figürlerinden hatta serinin son filminde ‘’İngiliz gücünün temsilcisi’’ olarak ilan edilen, hiç takmadığı şapkasını uzaktan askıya atmasıyla bilinen ve dünyada en çok tanınan kraliyet donanması casusunun Bond, James Bond sözleri elli yıldır beyazperdede söylenmeye devam ediyor.

         Devletler, devlet başkanları, ideolojiler ve yönetim biçimleri değişmesine karşın Palmerston’un her şeyi özetlediği ‘’İngiltere’nin dost ve düşmanları yoktur,  değişmez çıkarları vardır” sözlerindeki ‘’değişmez çıkarların’’ yılmaz bekçisi Bond değişmeden kalabiliyor hatta yalnız ülkesinin değil Batı dünyasının da koruyuculuğunu üstlenerek. Henüz Shakespeare ile baş edemese de, ne Palmerston ne Churchill ne de diğerleri (tuhaf şey, From Russia With Love filminde Türk casusu Ali Kerim’in masasında Churchill fotoğrafı var) Bond’un karizmasına karşı koyamamış ve tarih kitaplarının iki kapağı arasında sıkışıp kalmışlardır. İlk Bond filminin 1962’de çekilmesinden sonra Amerika ve İngiltere’de başkanlık/başbakanlık görevleri onar kez, Türkiye’de ise –çoğu zaman birkaç kişi arasında kalsa da- tam kırk kez el değiştirmiştir. Johnson, Callaghan, Brown, Çiller, Yılmaz, Talu, Irmak gibi isimler daha şimdiden unutulmuşken Blair, Nixon, Demirel, Ecevit gibi biraz daha uzun soluklu olanlar da yakında aynı akıbete uğramaktan kurtulamayacaklar ancak Bond her zaman olduğu gibi yaşamaya devam edecektir.

         İngiliz kültüründe; ilk karşılaşmada zevk alınması mümkün olmayan ancak belirli bir süreç sonunda emek, deneyim ve bilgi edinerek yani bir anlamda bilerek ve isteyerek kazanılabilecek zevk nesnelerini tanımlamak için kullanılan ve dilimize ‘’edinilmiş zevk’’ olarak çevrilebilecek bir kavram bulunmaktadır. Kurbağa bacağı, kızartılmış akrep gibi tuhaf yiyeceklerden, bungee jumping ve sigaraya kadar birçok şey edinilmiş zevk kapsamına girebiliyor. İnsanın, ilk anda zevk ve tat vermesi bir yana mide bulandıran hatta acı veren bir şeyden zevk alacağım diye çaba göstermesinde, herkese göre olmayışının alınan zevkte hatırı sayılır rol oynaması ve kişinin yalnızca bir zevk kaynağı değil, ‘’başkalarının’’ sahip olmadığı bir zevk kaynağı bulmuş olmasıyla açıklanabilmektedir.

Bond’un yüzüne söylenen ancak söyleyenin kimliğinden hareketle kolaylıkla çürütülebilecek hiçbir derinliğe sahip olmayan kiralık katil, kraliçenin köpeği sözleri, gerçek bir eleştiriden çok yukarıdaki kavramdan hareketle isimlendirebileceğimiz ‘’edinilmiş öfke’’ kavramı içerisinde değerlendirilmelidir. Propagandanın dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki seyircinin arkasına yaslandığı koltuğunda, büyüsüne kapıldığı filmin tamamen nesnel olduğuna inanmasını sağlamaya yarayan ‘’edinilmiş öfke’’ söylemleri Hollywood tarafından filmlerin doğasına eklemlenmekte, böylece olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan cahil beyinler tarafından peşinen lanetlenen eleştiri bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kendini filmin kahramanı ile özdeleştiren (burada Bond) önceden koşullandırılmış seyirci eleştirilerin doğruluğunu kabul ettiği an kendi esaretine katkıda bulunmuş olacağından, bunu daha baştan reddedecektir.

Eleştiri ve sisteme karşı çıkış, sözde toplumun her kesimi tarafından benimsenen ve ayaküstü konuşulan, yüksek enflasyon (kimlerin etkilendiğinden söz edilmez), toplumsal ahlakın bozulması (bencilliği, ahlaksızlığı, erdemsizliği aşılayan ve zaten yıkılması gereken burjuva ahlakı olduğu belirtilmeden), hava ve çevre kirliliği (muhakkak Afrikalılar ve Asyalılar sebep oluyordur), rüşvet, uyuşturucu ve kürtaj gibi (temelinde yatan toplumsal sorunlara hiç değinilmez) filmin hitap ettiği muhafazakâr kitlenin hoşlandığı genelgeçer konulardan ibarettir. Ucuz işgücü, küresel kapitalistlerin baskısı (Quantum of Solace’da ücretlerdeki kuruş seviyesindeki düşüşün işçi eylemlerine konu edilmesi seyirci için dehşet verici olmaktan çok hayret verici, komik bir olay algısı yaratacak şekilde aktarılır. Bu tema yakın zaman filmlerinden Qcean’s Eleven filminde de benzer şekilde işlenmiştir) Latin Amerika ülkelerinin kaderi denilen ve haftada bir değiştiği vurgulanan diktatörlük heveslisi askerlerle doğru yanlış ayırımı yapmadan kendi halkının çıkarları doğrultusunda işbirliği yapan Batılı ülkelerden söz edilir ancak (asıl kötünün kaynakları kendi halkına dağıtan bir Marksist olduğu araya sıkıştırılır) Latin Amerikalı diktatörlerin kendi halkına ihanetlerinden ve temelinde yatan ekonomik sömürü düzeninden asla söz edilmeyerek, burjuvazi tarafından toplumsal olarak geçerli bulunan sorunlar gündeme getirilirken uygulanan sansür gizlenmiş olur. Bu sözde demokratik tartışma zemini özgür düşünce ve ifade yanılsamasının sahteliğinin kolayca açığa çıkarılmasını önler.

Tatillerini Bodrum’da yapabilen (mutlaka devrimci yoldaşlarla birlikte), ağızlarından puroları (elbette Küba’da devrimci kızlar tarafından sarılmıştır), ellerinden viski kadehleri (tabii ki İngilizlerle mücadele eden İrlandalı ve İskoç yoldaşlar tarafından üretilmiştir), ülkesinin bağımsızlık savaşını küçümsediği için Enver Hoca’dan Mao’ya, Che’den Castro’ya, Stalin’den Troçki’ye çeşitli hiziplerin ardında koşan ancak Mustafa Suphi, İştirakçi Hilmi, Şefik Hüsnü isimlerinden habersiz, literatürü bilmeyen, dünya ve ülke gerçeklerini soyuta indirgeyerek parka, bot ve bereden oluşan garpdop solculuğunu benimsemiş ‘’burjuva nimetlerinden faydalanan inançlı sosyalistleri’’mizin bile analiz yapmakta zorlandığı bu ilişkiler yumağında sıradan seyircinin hiç şansının olmadığını söylemeliyim.

         Bu konuyu burada bırakarak, Bond filmlerinin alamet-i farikalarından, dünyayı ele geçirmek için uğraşan kötü adamlar hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Uzay araçlarından, denizaltılara, helikopterlerden roketlere, nükleer silahlardan iletişim sistemlerine pek çok ülkenin bile elinde olmayan imkan ve paraya sahip ancak karizma yoksunu kötü adamlar hiçbir seyircinin kendisini özdeşleştiremeyeceği kadar karikatürizedir. Bir fırsatını bularak Bond’u ele geçirseler dahi gizli yerlerine götürmekten ve bütün şeytani tasarılarını anlatmaktan kendilerini alamayan kötü adamların kullandığı daha alt seviye kötüler var ki isminin söylenmesiyle bile kendilerinden isteneni tam olarak yerine getirebiliyorlar. Böyle durumlarda kötü adamların yardımcısı olmadığım için seviniyorum çünkü sadece ismimin söylenmesiyle veya bir baş hareketiyle ne yapmam gerektiğini asla anlayamazdım. İlk dönem filmlerinde boy gösteren Sprectre dâhil hepsi bulduğu her fırsatı paraya çevirmek için kullanan beceriksiz sürüsünden ibarettir. Birçoğunun eçcinsel olduğu veya ima edildiği bu kötü adamların çevrelerindeki güzel kızlar, onların bu ‘’sırrını’’ maskeleyen ve Bond’a sunulmak üzere bekleyen birer nesneden başka bir şey olmadıkları gibi bu kızların kötü adamlarla ‘’yatmıyor’’ oluşu muhafazakâr ajan Bond’u mutlu etmektedir.

Bond’un karizmasını ve çekiciliğini alabildiğine sergilediği filmlerde fiziksel olarak çirkin, tuhaf, cahil, kibirli, merhametsiz ve sürekli başarısızlığa mahkûm kötü adamlar arasında dayanışma bulunmadığı gibi seçme şansları da yoktur. Bazen itici bir cüce, bazen demir çeneli bir dev, bazen eşcinsel iki arkadaş veya aptallığı yüzünden okunan bodur bir karakter kullanılırken en azılı düşman Blofeld, tüm yaptıklarının çirkinliğinden kaynaklanmış olabileceğini düşündürecek kadar tuhaftır. İlk filmlerde ıssız adalarda, denizin derinliklerinde veya dağların zirvelerinde saklanan, köpekbalığı, timsah, yılan veya zehirli örümcek beslemekten zevk alan kişiler olarak sunulan kötü adamlar ümitsizce, parlak fikirlerini uygulamak için çaba gösterseler de başarısızlıklarının nedeni yine kendileri olmaktadır. İyilerin safına geçmeleri için hiç bir şansları olmadan kişiliklerinin demir parmaklıkları arasında çılgınca koşuşup duran, ellerine geçirdikleri Bond’u öldürmemek için kendilerinin bile inanmakta zorlandığı bahaneler üretmeye çalışan kötü adamlar, üstün ahlak ve vatanseverliğini vurgulamak adına ilahi düzenin özünü ve mükemmelliği temsil eden Bond’a rüşvet teklifinde bulunsalar bile benzer bir teklif İngiliz casusunun ağzından asla duyulmaz.

Batı dünyası ve yapımcılara göre Bond filmleri, aşırı derecede karmaşık bir dünyada (Bond açıktır, samimidir), içten pazarlıklı, sadakatsiz ve ahlaksız (Bond doğaldır, dürüsttür, fedakârdır), gençliğin düzenini bozucu (Bond muhafazakârdır. Birçok kadınla ilişki yaşaması hatta kadınların çoğunun bir sevgilisi veya kocasının bulunması Bond’u veya İngiliz kamuoyunu rahatsız etmezken, Bond’un ‘’kulaklarını tıkamadan’’ Beatles dinlenemeyeceğini söylemesi muhafazakâr kamuoyunun desteğini muhakkak kazanmıştır), dünyayı karanlığa götürecek Marksizm gibi kökü dışarıda ideolojiye sahip kötüler grubu ile (Bond halk tarafından benimsenmiştir) sömürüye karşı mücadele eden, özgür dünya ve geleceğin sınıfsız toplumu için savaşan İngiliz casusunun maceralarını anlatmaktadır. Ancak kötü adamların tüm kaderlerinin, bir sonuç elde edemedikleri dönemsel planları devreye sokup, dünyayı bir krizin eşiğine sürüklemek ve Bond’un bütün hazineyi kendine –Batı dünyası- mal etme çabasına meşruiyet kazandırmaktan öteye gitmediğini anlamak için ‘’aydınlanmış’’ olmaya gerek olmadığı düşüncesinde olduğumu söylemeliyim.

Serinin ilk filminde, Amerika’nın uzaya göndereceği füzenin bir parazite maruz kalması ve bunun uçuş güvenliğini tehlike düşürebilecek olmasından hareketle, o yıllarda İngiliz egemenliğinde bulunan Jamaika’ya gönderilen Bond’un macerası anlatılmaktadır. Bir adayı satın alan Çinli kötü adam kendini yerli halk dâhil tüm meraklı gözlerden uzak tutmak için adada ejderha yaşadığı dedikodusunu yaymakta ve bunda da başarılı olmaktadır. Bond filmlerinde yerliler aptal, çirkin, aşağı ve akılcı düşünceden yoksun olarak gösterilmeye çalışılmakta olup bir filmde siyahî bir kızın gorile dönüştüğü gösterilirken bir başkasında siyahî kötü adamın ölümünün şişerek ve patlayarak gösterilmesi arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Yerlilerin ejderhadan dolayı adaya yaklaşmaktan korkmaları karşısında Bond’un gülüp geçtiği sahne, en arsız ve rezil örneklerini Indiana Jones filmlerinde gördüğümüz ‘’aydınlanmasını’’ gerçekleştirmiş muhteşem Batı düşüncesi ile dünyanın diğer halklarının inançlarının kıyaslanmasını yapmaya çalışan ve kendi inancını başkalarınınkinden üstün gören aşağılık bir zihniyetin beyazperdeye yansımasından başka bir şey değildir.

‘’Yalnız insan kulağında meme olduğu ileri sürülmüştür ve işittiğime göre zencilerde kulak memesinin bulunmaması hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir’’ veya ‘’Zencilerin yabancıları kokularından ayırt edebildiği’’ gibi bilimsel nesnellikten alabildiğine uzak bahanelerle dünya üzerinde yaşayan bir ırkı insan yerine koymamak için yaptıklarına bilim demekten asla utanç duymayan Darwin, teorisini bilimsel bir temele değil burjuva ideallerine göre kurmuştur. İlkçağlar boyunca doğal seçme olmamış olsaydı günümüzdeki aşamaya gelinemeyeceğine ve uygarlığın doğal seçimin işini birçok yönden engellediğine inanan Darwin ve 1890’lı yıllarda ortaya çıkan Sosyal Darwincilere göre, gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ile onun Amerikan koludur. Ayakta kalabilen ve ‘’dünyayı yöneten’’ onlar olduğuna göre bütün bir dünya tarihi Batı insanının ortaya çıkması için var olmuş ve evrimin son halkası tamamlanmış sayılmıştır. Çünkü ‘’Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara genellikle egemen olur.’’ (Türlerin Kökeni) Bir filmde Anglosakson kimliğinin yüceltilmesi ve diğer ırkların aşağılanması o kadar abartılmıştır ki, Kuzey Koreli kötü adamlar DNA’larına dek her şeyleriyle Batılı olmak için mücadele eden ve kendi kimliklerinden utanan aşağılık kişiler olarak yansıtılmıştır.

Irkçılığı, sömürgeciliğin rasyonelleştirilmesi ve onu destekleyen sosyal davranış biçimlerini tanımlayan bir olgu olarak ele alan Oliver Cox, kapitalizm ve milliyetçiliğin yükselişi ile Avrupalılar arasında ırkçı sömürü ve önyargıların geliştiği tezini ileri sürmekte, kapitalizmin dünya çapında yaygınlaşmasına bağlı olarak tüm ırkçı düsmanlıkların yönetici kapitalistlerin, beyazların ve Kuzey Amerikalıların politika ve davranışlarının izlerini taşıdığını iddia etmektedir ki katılmamak elde değil.

1962 yılında çekilen ilk Bond filminin Fleming’in niçin serinin ilk değil de dördüncü kitabı olan Dr.No’dan başladığı hatta Fleming’in böyle tuhaf bir konuyu işlemiş olabileceği konusundaki merakımın Sırlar Evreni isimli kitabını okuduktan sonra açık bir şüpheye dönüştüğünü söylemeliyim. Halkın vergileriyle karşılanan evlerinde ve limuzinlerinde güven içinde yaşayan Washington’daki sapkın generallerin egolarını tatmin etmek için Amerikan Genelkurmayının Northwoods Operasyonu isminde, birçok yurtsever Amerikalının ve masum Kübalının anlamsız yere öleceği bir savaşı gerektirecek bir plan hazırladığından bahseden James Bamford şöyle diyor: 

‘’Genelkurmay Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının yazılı olarak onayladığı planlar, belki de Birleşik Devletler hükümetinin şimdiye dek yaptığı en ahlaksız planlardı. Antikomünizm adına, Amerikan halkını kandırmak ve Küba’ya karşı başlatılması amaçlanan iyi planlanmamış bir savaş için destek sağlamak amacıyla kendi ülkelerine karşı gizli ve kanlı bir terörist savaş başlatmayı önerdiler. Northwoods Operasyonu kod adlı plan gereği, masum insanlar Amerikan caddelerinde vurulacak, Kübalı mültecileri taşıyan gemiler açık denizlerde batırılacak Washington D.C.’de, Miami’de ve başka yerlerde şiddetli terörizm dalgası yaratılacaktı. Bombalar insanları hedef alacak, uçaklar kaçırılacaktı. Düzmece kanıtlar kullanılarak tüm bunların suçu Castro’nun üstüne atılacaktı; böylece, Genelkurmay Başkanı Lemnitzer ve onun komplocu takımına, savaşlarını başlatmak için ihtiyaç duydukları bahanenin yanı sıra, Amerikan ve uluslararası kamuoyu desteği sağlanmış olacaktı.’’ (Sırlar Evreni)

Genelkurmay Başkanının aklına böyle bir fikrin ‘’Castro ellerine iyi bir bahane vermezse, Birleşik Devletler herkesin kabul edebileceği bir bahane uydurmayı düşünebilirdi’’ diyen eski başkan Eisenhower tarafından sokulmuş olabileceğini dile getiren yazar, Castro’nun işgal için Amerikan Genelkurmayına bir bahane sunmamasına çok öfkelenen General Lemnitzer’in bu fikri hiç unutmadığını yazıyor. Bu, planın hazırlıklarının 1958’li yıllara kadar –yani Lemnitzer’in Genelkurmay karargâhında göreve başladığı yıllar- gidebileceğini gösteren en önemli ipucudur. Amerikalıların en yakın müttefiklerinin görüşünü alabilmek adına İngiliz dostlarına bir şeyler fısıldamış olabileceğini ve kendisi de bir casus olan Ian Fleming’in Bond karakterini oluştururken özgeçmişi, yaşadığı, duyduğu ve okuduğu yaşamına yön veren bazı olaylardan etkilendiğini varsayabiliriz.

‘’İlk kez uzaya çıkarak dünya yörüngesini dolanan Amerikalı olacak olan John Glenn’in yolculuğuyla ilgili bir fikir ciddi şekilde düşünülmeye başlandı. Tarihi yolculuğu için Glenn, 20 Şubat 1962’de Cape Canaveral’dan havalanacaktı. Uçuşta Amerikan erdemleri olan doğruluk, özgürlük ve demokrasi bayrağı da gezegenin yörüngesine taşınacaktı. Fakat Lemnitzer ve kuvvet komutanlarının başka bir düşüncesi vardı. Roketin havaya uçurulması ve Glenn’in ölmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Amaç (…) kabahatin Küba’daki komünistlere ve diğerlerine ait olduğuna dair kesin bir kanıt sağlamaktı. Bu, Kübalıların elektronik parazit yaydıklarını kanıtlayacak birtakım delillerin üretilmesiyle başarılacak diye devam ediyordu Lemnitzer. Böylece NASA uzaya ilk Amerikalıyı gönderme hazırlıkları yaparken, Genelkurmay da John Glenn’in olası ölümünü savaşı başlatacak bahane kullanmayı amaçlıyordu.’’ (Sırlar Evreni)

Bu bilgiler ışığında ilk Bond filmi Dr. No’nun, onaylanan ve tam yetki verilerek (eski Ford danışmanı, sonrasında Dünya Bankası Başkanı) Savunma Bakanı McNamara’ya gönderilen –nedense McNamara kendi kopyasını saklamış ancak başsavcıya veya Başkan’a gönderip göndermediği konusunda bir şey söylememiştir- planın perde arkasındaki güçlerinin Başkan Kennedy’e söyletilen ‘’Bond filmlerini seviyorum’’ sözleri başta olmak üzere gizli yönlendirmelerde bulunduğunu, uygulamaya geçilmesi halinde dünya kamuoyunu yatıştırmak ve kendi yalanlarına kendilerini inandırmak maksadıyla Amerikan Genelkurmayının insanlık düşmanı planına paravan olmak üzere çekildiğine inandığımı söylemeliyim.

Yalnızca tek bir filmde, o da, kanundışı işler yapan ama nedense kötü adam olarak sınıflandırılmayan Draco’nun kızıyla düzmece başlayan macerayı saymazsak Bond filmlerinde sevgiye, aşka ve çocuğa yer yoktur. Bond kızları, erkeklere ve evlilik kurumuna ilgi göstermediklerinden erkekler genellikle müzmin bekârlardan oluşmaktadır. Herkesin kalacak bir yeri olduğu ama yuvası olmadığı bu kasvetli ve yalnız çiftler dünyası anneliğin ve babalığın son izlerini de yok etmekte ve seyirci, cinselliğin öne çıkartıldığı tek gecelik ilişkilerin olağan kabul edildiği bir dünya yaratılmasının gerektiği yolundaki çelişkili yargıya zorlanmaktadır.

Kötü adamların sürekli olarak ve hiç bir sonuç almaksızın kur yaptığı, hediye yağmuruna tuttuğu ancak yalnızca cilveleşme içinde kaldığı kadınlar gerçek bir erkek bulamadıklarından lezbiyenliğe yönelmiş yahut cinsel soğukluğa yakalanmışlardır. Yıllardır süregelen tatminsizliklerini Bond ile giderdikten sonra ‘’bir daha yapalım James’’ sözünü slogan haline dönüştüren ve iyi ile kötü arasında seçim yapmaya zorlanan kadınlar nedense kendilerine daha kötü davranan Bond’u tercih ederler.

Yakın tarihli bir filmde uzay mekiği çalışmalarında rol alan bilim adamını arayan ve onun kadın olduğunu anlayınca şaşıran Bond için kadınlar yalnızca sevişilecek ve sonra bir köşeye atılacak, kendisine ateşelen silah namlularının önüne hedef yapılacak varlıklardır. Yatağa girdiği kadınlara ‘’Ne yaptıysam ülkem için yaptım, zevk aldığımı düşünmüyorsun değil mi’’ diyebilecek kadar kadına hiçbir değer vermeyen Bond İngiliz elçiliğindeki casus kızı tutuklatmak için polise haber verdikten sonra, az sonra tutuklanacağından habersiz kızla son bir kez sevişir ve ondan sonra hapse yollar.

Gerçek yaşamdaki çocuğuna ve evine bakan kadının mütevazı evcil zevklerinden ve annelikten bile yoksun bırakılan, bütünüyle yapayalnız, kapalı bir dünyada, hiç bir yarar sağlamaksızın etrafta dönüp duran, tek varolma nedeni, sonsuza dek tahrik eden bir cinsel varlık olmaya indirgenen kadının bu durumu, namusu dâhil sığınabileceği hiçbir yer bırakılmayacak şekilde özgürlük adı altında pazarlanır. Lenin ‘’kadınların serbest aşk isteği’’ ile neler anlaşılabileceğine ilişkin bir liste yapmış, aslında burjuva isteği olan son maddelerin ilk maddelerde sıralanan ve herkesin kabul edebileceği baskı unsurlarının ardına gizlenmeye çalışıldığını söylemiştir ki Bond filmleriyle yapılan da tam olarak budur.

1.    Aşk işlerinde maddi hesaplardan özgür olmak mı?

2.    Bu konuda neden özgür olmak, maddi endişelerden mi?

3.    Dinsel önyargılardan mı?

4.    Papa ve benzerlerinin yasaklamalarından mı?

5.    Toplumun önyargılarından mı?

6.    Bir imsenin çevresinin dar koşullarından mı?

7.    Yasaların, mahkemelerin, polisin bağlayıcı hükümlerinden mi?

8.    Aşkın içindeki ciddi unsurlardan mı?

9.    Çocuk doğurmaktan mı?

10.Zina özgürlüğü mü?

Kültürel havaya ayak uydurmayı çok iyi bilen ve doğal olanı yansıttığını iddia eden Bond’un kusursuzluğuna inanmaya zorlanan seyirciye tanınan seçenek kendisini Bond’a donüştürmesidir. Bu andan itibaren hayranlık duyduğu bu imgenin kendi imgesi olduğunu bilen ve onun düşündüğü gibi düşünen, onun masumiyetinin kendisinin masumiyeti ve onun mücadelesinin kendisinin mücadelesi olduğuna inanan seyircinin beklentisi Bond ile aynı hale gelir çünkü Bond da merdivenleri tırmanmaya en alt basamaktan başlamıştır. Peki, öyle midir?

İkinci Dünya Savaşı günlerinde Amerikalıların istihbarat ödeneği bulamadıkları yerlere zengin subayları gönderdikleri biliniyor. Bond’un bazı filmlerinde düşük bir maaş ve kraliçeden bir aferin uğruna çalıştığının dile getirilmesi İngilizlerin de aynı taktiği benimsemiş olduğu halde küçük burjuva desteğini yitirmemek içindir. Bond’un doğumundan itibaren para sıkıntısı olmamış, smokini üzerinde asla iğreti durmamıştır. Kraliyet donanması subayı olan Bond, Cambridge üniversitesinde ve İngiliz soylularının gittiği Eton okulunda okumuştur. Mavi kana mensup kraliyet donanmasında yarbay olan Bond’un, ailesinin kökenlerinin 1300’lü yıllara kadar gittiği bir filmde konu edilmiştir. Masonluğun İngiltere ve İskoçya’da ortaya çıkışı ile ailesinin kökenlerinin aynı yer ve aynı dönemde çakışmasına tesadüf diyemeyeceğimize göre Bond’un yarbay (commander) rütbesi Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 27. derecesindeki bir masonun kısaltılmış unvanı olan komandör rütbesini çağrıştırdığı için tercih edilmiş olabilir mi, bilemiyorum. Sıradan bir casusun ‘’İngiliz gücünün temsilcisi’’ olmakla takdim edilemeyeceği göz önüne alınırsa gelecek filmlerde Masonluk ile olan ilişkisi gündeme getirilecektir düşüncesindeyim. Bizim zenginden alıp fakire veren Sherwood ormanlarının serüvencisi Robin Hood bile Ridley Scott’un ellerinde Masonik bir karaktere bürünüverdi, belki de hep öyleydi…

Tüm cazibesinin altında bir kıskançlık, insafsızlık, zulüm, şiddet, şantaj, güçsüzün sömürülmesi yatan Bond daha ilk filmde işbirliği yaptığı yerli Quarrel’e ‘’ayakkabılarını’’ getirmesini emretmekten çekinmemiştir. Bu sahnenin ırkçı olmadığını iddia edeceklere soruyorum, acaba Quarrel’in böyle bir istekte bulunabileceğini düşünebilir misiniz? ‘’Evimde Filipinli bir hizmetçi var ancak Filipinli bir ailenin beyaz bir hizmetçisi olduğunu düşünemiyorum’’ sözlerinin de vurguladığı gibi her daim burjuva sınıfının temsilcisi olan ve gülen yüzünün ardındaki kapitalist ideolojinin kızgın çehresi ile kadife eldiveninin içindeki demir yumruğu ortaya çıkarmaktan asla çekinmeyen Bond’un dünyasında kimse bir başkasını sevmez, tek bir şefkat, bağlılık, merhamet ve adalet belirtisi bile görülmez. Adalet hakkında İlerleme İçin İttifak Koordinatörü Covey Olivier daha 1968’de açıkça şöyle söylemiştir. ‘’Bugün hakkaniyete uygun fiyatlardan söz etmek, bir ortaçağ kavramını canlandırmaya kalkışmak olur. Zira biz bugün ticaret özgürlüğü çağında yaşıyoruz…’’ (Latin Amerika’nın Kesik Damarları)

Ekonomik üretim araçlarını tek bir sınıfın denetlediği bir toplumda; o sınıf zihinsel üretim araçlarını, fikirleri, duyguları, sezgileri denetler. Dünyanın pek çok yerinde yenilgiye uğrayan çıkar şebekesini gizlemek için strateji değiştiren emperyalizmin, ideallerini ‘’Amerikan rüyasına’’ dönüştürmeyi başarması üzerine başta Hollywood olmak üzere televizyonlar, radyolar, dergiler, gazeteler ve kitaplardan günlük konuşmalara kadar her şey, her gün, her an ezilen ve sömürülen sınıfları birbirinden kopartarak uluslararası dayanışmasını zayıflatmaktadır. Burjuvazinin egemen ve ayrıcalıklı konumunu haklı çıkarmak için hükmedilenlerin dünyasını zararsız, doğal, saf, durağan köylü kesimi ile tehlikeli, şüpheci, kötü, hareketli kent kesimi olarak ikiye bölmekte hatta kendilerine dayatılan tüm değer yargıları ve ahlakın hükmedenlerden geldiğini anlamaması için işçi sınıfını da memur işçi, polis komiser, doktor hemşire, asker sivil, subay astsubay gibi sanal kavramlarla parçalamakta ve her birini öteki için tehdit unsuru olarak sunmaktadır.

Bir filmde kapısında uluslararası hayırseverler derneği tabelası bulunan bir yerde Spectre üst düzey yöneticilerinin toplantısı gösterilir. Bu sahne ile sosyal devlet politikaları eleştirilmekte komünistlerin eşitlik, hak, adalet görüntüsü altında kendi çıkarlarını düşünen bir avuç kötü olduğu izlenimi seyirciye verilmeye çalışılmaktadır. ‘’Her çağda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleri olmuştur’’ diyen Marks, burjuvazinin, proletaryayı sömürmeye başladığı andan itibaren, sınıf mücadelesini iyi ve kötü arasındaki ahlaki savaşa indirgemeye çalıştığını söylemiştir. Ahlâkî etiket, çatışmanın ekonomik kökünü gizlemeyi ve sınıf düşmanının faaliyetini gizleyerek işçi sınıfının eksikliklerini onları zayıflatmak amacıyla, ahlaki kusura ve alay konusuna dönüştürür. Bond filmlerinde kötü adamların her türlü ahlaki zayıflıkları bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi kitabında şöyle demiştir ve haklı çıkmıştır. ‘’Bu yolla, dünyada, ruhu bozmayan fakat gevşeten ve hareket yaylarını sessizce çözen bir tür faziletli materyalizm kurulabilir.’’

Çarpma, çarpışma, düşme, havalanma, kaçma, kovalama, kavga, dövüş türünden hareketlilik yaşanır, gemiler, arabalar ve uçaklar parçalanıp silahlar ateşlenirken seyirci çöp bidonları, sıkışık yollar, tamiratlar, başıboş köpekler, insan yığınına dönmüş sokaklar, polisler, lağımlar ve gecekondular olmak üzere çağdaş kent yaşamının bütün sefaletine tanık olur. Kent, dışına kaçılması gereken, sonu gelmez faaliyetlerin sürüp gittiği, denetlenmesi olanaksız, varlığı anlamsız bir teknoloji faciası olarak gösterilirken, burjuva ideallerinin sürekliliği konusunda hiç bir itirazı olmayan köylü, halkın ürettiği her şeyin bekçisi olarak ilân edilerek popülerleştirilir.

Bond’un dünyasında üretim toplumsal değil doğaldır, tüm nesneler Q’nun ellerinde birden belirir ve bitmez tükenmez maceralarda armağan olarak sunulur, üretmek için kimsenin çalışması gerekmez. Emekçi ya da bir proletere rastlanmaz ve hiç bir şey sanayiin ürünü değildir. Q bölümünün birçok filmde deniz aşırı ülkelere taşınmış olması ve birçok ürünün üretim aşamasının değil de olmuş bitmiş son halinin gösterilmesi üretim süreçleriyle olan ilişkisinin kesilmesi gayretidir. Saat, araba, kalem, giyecek, altın gibi ismi ne olursa olsun bütün bu ürünlerin insangücü kökenli oluşları gizlenmiş, nesnenin kökeni ile onu üretim işlemine bağlayabilecek bağ ve toplumsal bellek kesilip atılmıştır. Doğrudan ekonomik üretimin yokluğunda işçinin teri, kanı ve emeğinden kopartılmak suretiyle özelliksiz, köksüz ve gelecek nesillere aktarılamayan birer meta haline dönüştürülen ürünler hiçbir filmde iki kez kullanılmazlar. İşçi sınıfı ve sınıfsal mücadele safdışı edilince çaba göstermeden servet edinmek meşru hale getirilmiş oluyor.

‘’İlk çakıl taşının insan eliyle işlenerek bıçak haline gelmesi için öylesine uzun bir zaman geçmişti ki, bizim tarih diye bildiğimiz zaman, bunun yanında önemsiz kalır. Ama zorunlu adım atılmış, insan eli özgürleşmiştir, bundan böyle de yeni hünerler kazanacak, bu yolla edinilen büyük el yatkınlığı insan soyundan soyuna geçecek, gittikçe artacaktır. Onun için, emeğin sadece bir organı değil ama aynı zamanda da bir ürünüdür el, Ancak emek yoluyla… insan eli mükemmellik derecesine ulaşabilmiştir’’ (Engels)

Bond maceralarında çalışanlar, kasiyerler, resepsiyon görevlileri, hostesler, satış elemanları ve garsonlar gibi hizmetlerini satan kimselerden ibarettir. Böylece hiç bir zaman üretilmeyen ancak her zaman satın alınan tüketim dünyasında satın alma işi sürekli yinelenmiş olur. Yeri gelmişken ülkemizde de her sokağa birer alışveriş merkezi açılmak suretiyle genç nüfusun güvenlik görevlisi ve kasiyere dönüştürülmesi yönündeki çabaların son hızla sürdürüldüğünü ve buraların kapanması halinde ellerinde nitelikli hiçbir mesleği bulunmayacak yüzbinlerce gencin varolduğunu görmenin acı verici olduğunu söylemeliyim.

Yazılı veya sözlü her kelimenin Batı ideolojisinin (bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerek. Burjuvazi yalnızca Batı toplumlarında var olan bir sınıf olup diğer toplumlarda bulunan benzer sınıflara –işbirlikçi- denilir. Batı burjuvazi demektir) propagandasını yaptığı günümüz dünyasında sürekli ve yoğun olarak baskıyla kuşatılmış kişi tek başına kurtuluş yolu bulamayacak kadar acizdir. Önceki yazılarımdan birinde sözünü ettiğim bir olayı kısaca hatırlatmak isterim. Ülkedeki komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan Amerika’ya Karşı Çalışmalar Kurulları Meclisi (HUAC) üyelerini tedirgin eden 1944 yapımı Song of Russia isimli bir filmi araştırmak üzere bilirkişi olarak çağrılan Ayn Rand, ‘’insanları gülerken göstermenin’’ komünistlerin her zaman kullandıkları bir propaganda olduğundan hareketle, Rusları gülerken gösteren bu Amerikan filminde de Rus parmağı olduğunu iddia edebilmiştir. Geçtiğimiz günlerde karşılaştığım bir metnin yukarıdaki savı desteklediğini görmemin hiç şaşırtıcı gelmediğini söylemeliyim.

‘’Soğuk savaş yıllarında Moskova’ya yaptığım bir ziyareti anımsıyorum; beni en çok etkileyen şey şehrin renksizliği olmuştu. Gökyüzü griydi, evler griydi, arabalar griydi, caddede yanımdan geçen bütün insanların yüzü soluktu. Ama beni en çok hayrete düşüren hemen hemen hiç kimsenin gülmemesiydi. Yol boyunca defalarca hafifçe gülümseyerek selamladığım Moskovalıların hiçbirinden karşılık almadım. Başlarda bu durum eğlenceli geliyordu (o kadar tuhaftı ki, o yüzden) ama bir saat geçtikten sonra bu ortamın benim üzerimde yarattığı etkin farkına vardım. Ruh halim değişmişti. O neşeli halimden eser kalmamıştı. Yüzümdeki gülümseme gitmişti. Hüzünlü bir ruh haline kapılmıştım. Kendimi boz bulanık hissediyordum. Farkında olmadan fiziksel ve psikolojik açıdan çevremdeki insanları yansıtıyordum.’’ (Buy.ology-Martin Lindström)

Soğuk Savaş yıllarında dediğine göre en geç 1990 yılında gitmiş olacağını düşünürsek, bu sırada 20 yaşından küçük olan 1970 doğumlu yazarın saatlerce Moskova sokaklarında yalnız başına nasıl ve niçin gezmiş olabileceğini merak ediyorum. Moskova’nın yanı sıra Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Ukrayna gibi pek çok ülkeye gitme fırsatım oldu. Çoğu duvarın yıkılmasından sonra gerçekleşen bu ziyaretlerimde halk pazarlarında ekmek arası rendelenmiş havuç satan satıcının önünde uzayan kuyruklar başta olmak üzere büyük bir sefalete ve acıya tanık olsam da, belki yazarın istediği anlamda kahkahalarla gülmeyen bu insanların yine de kendilerine gülümseyerek merhaba diyenlere somurtarak baktıklarını görmedim. Böyle yapanlar muhakkak vardır ancak oranı Fransa’dan veya Danimarka’dan daha fazla değildir. Örneğin Fransa’da Fransızca haricinde bir dili kullanıyorsanız değil size gülümsemeleri bakkaldan ekmek bile alamazsınız, yüzünüze bakmazlar. Yazarın böyle bir şeyi ‘’uydurmuş’’ olmasının tek izahı Burjuvazinin Rus halkını asık suratlı, nemrut ve gülmeyen bir millet gösterme çabasının günümüzde de sürdürülğünün en açık göstergesidir. Yazar tabii ki bunu emirle değil içinden öyle geldiği için, Sovyetleri kötülemenin ve aşağılamanın kendisine yeni fırsat kapıları açacağı bilinciyle gönüllü olarak yapmaktadır.

Burjuvazi eşittir Batı ne demektir, burjuvazi niçin Batı düşünce dünyası haricinde yetişmez, yetiştiğini düşünenlere niçin işbirlikçi denir Türk yazınının en büyük kalemlerinden Kemal Tahir bu konuda şöyle diyor. ‘’İçerde devlet desteğiyle yerli zengin yetiştirmeye sapıldı mı, bunun, bizim gibi memleketlerde, üst idareci kadrolara sıvaşmaması mümkün değildir. Üst idareci kadrolar, milli zenginlerle ortaklık da kursalar, rüşvet karşılığı aracılk da yapsalar, keselerine attıklarının her zaman on katını, çoğu zaman, hatta yüz katını, şuna buna sus payı verip çarçur ettirirler. Bu durum içerde ister istemez, bazı alanlarda zengin edeceklerinin işlerini kolaylaştırmak için tekeller kurmaya zorlar hükümetleri… Devlet işletmelerinin zararına katılmadan kaymağını alarak, fazladan pazarı tekel şartları içinde tutarak iş yapanlar, Batı anlamında kapitalist olamazlar. Bunlar ne kadar çok zenginleşirse, devleti o kadar çok didikler, temellerini o kadar çok oyar. Bunlar, içinde bulundukları şartlar dolayısıyla sınıf şuuruna varamadıkları için kendi devletlerini kurmaya yönelemezler. Tersine hiçbir sorumluluk yüklenmeden Batı anlamında sınıf karakteri olmayan enikonu SAHİPSİZ devleti kendi hesaplarına çalıştırıp soymayı çıkarlarına daha çok uygun bulurlar. Bu düzende, doğulu devlet, haklara karşı ödevini yerine getiremez olur. Halkın düşmanlığı, bir anlamda da umutsuzluğu arttıkça artar. Yüksek idarecilerle onların hırsızlık ortakları da bu umutsuz halklara gittikçe daha etkili kötü örnek olurlar. Bir yandan zenginlik düşmanlığı alıp yürürken öte yandan insanlar içinde debelendikleri kara yoksulluktan anca vurgunla, kanunsuz çarpmalarla, lotaryalar yoluyla kurtulacakları inancına varırlar. Böyle ortamlarda hırsızlık ayıp olmaktan çıkar. Toplumun en alt tabakalarında sürünenler bile hiç olmazsa çocuklarını okutup bu soygun çetesine katmayı biricik amaç edinirler. Böyle ortamlarda haklara doğruları anlatmak giderek imkânsızlaşır. En akıl almaz yalanlar, hayaller tabulaşarak enaçık gerçeklerin yerini tutar. Bu sebeple böyle ortamlarda siyasi partiler ister istemez birer yalan fabrikası haline gelir. Seçmen söylenene değil, bunlardan hangisinin iktidara yakın olduğuna, yakın olanlardan da hangisinin vurguna daha açık, daha yatkın olduğuna bakar. Böyle durumlarda, politikacıları hırsızlıkla suçlamak, onların seçim güçlerini azaltmaz, tersine artırır.’’ (Kurt Kanunu)

Bu toprakların en büyük yazarlarından Kemal Tahir’in dedikleri karşısında tüyleri ürpermeyenler için Amerikan saldırganlığı en fazla duyan Latin Amerika’dan bir yazarın dediklerine kulak verelim:

‘’Sosyal piramidin tepesinde yer alan altı milyon Latin Amerikalının toplam yıllık geliri piramidin dibinde yığılı duran yüz kırk milyon yoksul emekçinin yıllık gelir toplamına eşit. Günlük kazancı çeyrek dolardan ibaret olan tam altmış milyon köylü var bugün Latin Amerika’da; aynı Latin Amerika’da, İsviçre ve ABD’de açtırdıkları özel hesaplarda beş milyar doları biriktirmiş bekleyen felaket tüccarları da var ve bunlar, yeni üretim ve iş alanlarının açılıp geliştirilmesine ayrılabilecek olan bu muazzam servetleri, milyonlarca insanı hem aşağılayan, hem kışkırtan bir pervasızlık içinde lükse, tantanaya, gösterişe, hiçbir üreticiliği olmayan yatırımlara ayırıp heba etmekteler. Emperyalist iktidar merkezlerini sulayan yağmur, sistemin geniş kenar mahallelerini baskına uğratmaktadır. Buna paralel ve eşzamanlı olarak da, bizim içeride egemen ama dışarının egemenliği altındaki sınıflarımızın refahı, yük hayvanları gibi yaşamaya mahkum halk yığınlarımızın talihsizliğini…talihsizlikten de öte, felaketini oluşturmaktadır.’’ (Latin Amerikanın Kesik Damarları)

Arkadaşlarına değil görevine sadakat duyan Bond hiçbir zaman görevin başarılması veya önemsiz birinin hayatının kurtarılması gibi ahlaki bir ikilemle karşılaşmamış, bir kaçış yolu varsa her zaman ilk çıkan o olmuştur. Doğru yolu bularak iyilerin safına geçen Jaws’ın, kendisinin emrini yerine getirirken mutlak bir ölümle karşı karşıya kalacağını bilmesine karşın Bond bu duruma aldırış etmez ancak filmin sonunda Jaws’ın mucizevî bir şekilde kurtulduğu haberi gelir. Diğer Bond filmleriyle kıyaslandığında Jaws’ın kurtuluşunun aykırılık oluşturduğunu ve filme sonradan Bond’un bu umursamazlığının seyircide oluşturacağı –belki de oluşturduğu- tepkiyi azaltmak için eklenmiş olduğunu düşünüyorum.

Kira, elektrik faturası, yiyecek veya giyecek konusunda asla bir sorunla karşılaşmayan, görevde olsun olmasın en lüks otellerde konaklayan, en pahalı içkileri içen, en iyi arabalara binen ve sürekli son teknoloji ürünü cihazlar kullanan Bond sihirli bir bolluk içinde yaşar. Bu müsrif ve lüks toplumda geçim yolları konusunda büyük bir sıkıntı yaşanmadığından kötü adamlar servetin kökenini gizlemek için birer araç olarak kullanılırlar. Casino Royale filminde Bond’un kumarda kazandığı paranın, Afrika’da bir dilim ekmek ve bir bardak su bulamayan insanların parası olduğu görmezden gelinerek –çünkü paraları çalan Batı değil kendi yöneticileridir. Kötü adamdan çalmak ise onu cezalandırmaktır- Bond tarafından casinolarda harcanır. ‘’Para sayesinde ruhları cennete bile göndermek mümkündür’’ diyen Kolomb’un torunları tarafından dünyalarının tüm faziletlerini içerebildiği ve güzel olan her şeyi simgelediği para en büyük amaç ilan edilmiştir.

Bond’un temel karakteristiği yalnızlığıdır. Tek bir arkadaş, tek bir dost edinememiştir. Her faaliyeti kendi toplumsal sınıfının tarihsel yaşantısını üretir. Ritm hiç bozulmaz. Şekiller sürekli olarak yer değiştirir. Hikâye bitmez tükenmez bir şekilde tekrarlanır. Bond kendisine hareket sağlayan her şeyi kullanır, tank, jet uçağı, araba, tekne veya uzay roketi… Bu mekanik araçların kolayca ortaya çıkışları ve birden kayboluşları şaşırtıcıdır. Nesnelerin işlevleri değiştirilmeden yeni bir renge boyanmaları gibi, Bond da faaliyetlerinin doğası ve dürtüsü değiştirilmeksizin yüksek teknoloji ile yeniden donatılır.

Bilim oyuncak dolabından çekilip çıkarılır, bir süre oynandıktan sonra yerine konur. Aynı şekilde, Bond da günlük yaşamından çekip alınır ve kötü adamı yakalamak adına sağa sola koşturur, görevini yapar ve sonra bir sonraki maceraya kadar gündelik yaşamına döner. Başlangıç ve sonun hep aynı olduğu hatta maceranın kendisinin bile, aynı eski malzemenin abartılmış yinelenmesinden başka bir şey olmadığı filmlerde seyirci bir maceradan diğerine geçerken görevin bitirilmiş olması başka bir maceraya atlamak için kullanılan basamak olur.

Bugün yeni olan bir şey yarın eski sayılmaktadır. Bilimin ürünleri, Q’nun icatları ve piyasadaki en son fikirler anında tüketilecek nesnelerdir yoksa çabuk bozulabilir, modası geçebilir ve yerlerini başka şeyler alabilir. Bilim, bir tür hayret ve şaşkınlık yaratan teknolojik reklâm aracı haline getirilir. Hiç bir ilerleme yoktur yalnız o ana hizmet eden bu araçlar ulaşım veya biçimsel çeşitlemeler için kullanılır ve bir sonraki filmde çoktan unutulmuşlardır bile. Üretici güçler olmadığından sözde bilimi temsil eden ve sürekli alaya alınan zavallı Q’nun çalışmalarında bilimsel rasyonellik önem taşımaz.

Her bir filmdeki faaliyetler küçük ayrıntılar dâhil bir öncekiyle esasta aynıdır. Bond birbirinin taklidi olan maceralar içinde döner ancak bu dönüş bir gün bıkkınlık uyandıracağından seyirciyi perdeye çekebilmek için yeni malzemeler bulmak zorundadır. Bıkkınlık ve değişiklik korkusu, karakterlerin fiziki hareketlilikleriyle bastırılırken samimiyet, geleneksel karakterin kullanılmasıyla sağlanır. Maceranın çekiciliğine kapılan seyirci, yeni teknikler karşısında, karakterlerin kendi kendilerini tekrarlayıp durduklarını fark edemez. Son Bond filmi Skyfall’ın yönetmeni bu durumu şöyle izah ediyor:

“Her yeni Bond filminin öncekilerden daha büyük, daha iyi, çok daha fazla görülmeye değer, daha heyecanlı ve daha şaşırtıcı olması gerekmektedir. Yeni tehlikeli sahneler, orijinal hileler, seyirciyi eğlendirmek ve heyecanlandırmak için yeni yollar aramak; senaryo yazarları, yapım ekibi, sahne koordinatörü ve her yeni sahnenin maliyetiyle ilgilenenler ile aylarca süren tartışmalar ve toplantılar sonunda belirlenmektedir. Maliyetler büyük bir baş ağrısıdır ancak tüm Bond filmleri gişede başarı elde ederek büyük kar sağlamıştır. Bu açıdan akıllı davranmak ve para kazanmak için Bond filmlerine daha çok para yatırmak doğru bir ticari yaklaşım olacaktır.’’

Son Bond filminde sık sık sözü edilen gölgelerde savaşmak, komünist Rusya’nın bir taktiği olarak yansıtılırken İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı’nın, özellikle İngilizler ve Amerikalıların Napolyon’dan Hitler’e uzanan tarihsel süreçte Avrupa’yı tarihin derinliklerinde yokolmaktan kurtaran Rusya’yı derhal düşman ilan ederek artık savaşların gölgelerde yapılacağını söylemelerine hiç değinilmez. Gölgelerin karanlıkta değil aydınlıkta olduğu göz ardı edilir. Stratejik Servisler Ofisi’nin (OSS) şefi Orgeneral Wiliiam O.Donovan, Başkan Henry Truman’a ‘’Rusya Birleşik Devletler için henüz bilmediğimiz çok daha büyük bir tehdit oluşturacaktır’’ derken Hitler daha intihar etmemişti. Aynı sözler Churchill tarafından da dile getiriliyordu ancak Sovyetlerde böyle bir konuşmanın varlığına dair bir ipucu bulamıyoruz. Son Bond filminde artık gölgelerde savaşmak yok derken Rus tehdidinin tamamen bittiği ve artık yeni bir düşman ortaya çıktığını söylemektedir ki yeni düşmanın kim olduğu gelecek filmde belli olacaktır. Ancak filmin İstanbul’da geçiyor oluşu yeni düşmanın İslam olduğuna dair ipuçları veriyor mu, göreceğiz. Goldeneye filminin açılışında Berlin Duvarı’nın, Lenin’in heykellerinin, orak çekiç simgelerinin kısaca komünizmin yıkılışı gösterilerek Fukuyama’nın ilan ettiği ‘’tarihin sonu’’ tezine destek veriliyor. Tarih felsefesinin oluştururken ırkçı yaklaşımlarını gizlemeye gerek duymayan daha doğrusu bunun ırkçılık değil gerçekler olduğunu söyleyen Hegel Prusya devleti ile tarihin sonunu işaretlemişti, Amerikan ideolojik tetikçilerinden Fukuyama duvarın yıkılmasıyla tarihin sonucu ilan etti aynısı Roma için de söylenmişti ama tarih devam ediyor. Churchill, Lenin için ‘’Sovyetlerin başına gelebilecek en kötü şey Lenin’in doğması, daha da kötüsü ölmesi olmuştur’’ derken haklı mıdır? Marksist görüş tarihteki her şey olması gerektiği için olmuştur demesine karşın Stalin’in yerine Troçki’nin devam etse ve Lenin’in bir müddet daha yaşamış olsa ne olurdu diye düşünmeden edilmiyor…

Bir casus deşifre olmaktan, sınır dışı edilmekten daha da kötüsü yıllarca hapse düşmekten korktuğundan kimliğini asla söylemezken düşük profilli kalamayan Bond hemen her yerde casus değil de diplomatik bir temsilci gibi davranmaktan çekinmiyor. Sokak ortasında meraklı kalabalığın bakışları altında, sırf birkaç saat tutuklanmamak adına başka bir ülkede MI6 casusu olmanın dokunulmazlığı varmış gibi hem kendisinin hem de işbirliği yaptığı ajanın kimliğini açıklamaktan çekinmiyor. Başka bir filmde politik bir karaktere bürünerek Rambo’dan önce Afganistan’a gelerek Rusların esir tuttuğu bir Afgan liderini serbest bırakarak Amerika’dan önce harekete geçiyor. En komiği diyeceğim ama en arsızı demek daha doğru olacak, ilk yöntemi provoke etmek olan bir İngiliz casusu Ruslardan, Sovyet vatandaşı olmayan birine ilk kez verildiği öylenen Lenin Şeref Madalyası aldığının söylenmesi oluyor.

Bond nerdeyse hemen her filmde olayı kişiselleştirmemesi yönünde ikaz edilir, filmlerin en az yarısında yetkileri elinden alınır veya M’in direkt emirlerini uygulamaz. CIA’den arkadaşı Felix’in karısının öldürülmesi üzerine tamamen kendi başına harekete geçse de görevini emirler doğrultusunda tamamlar. Olayın tamamen kişiselleştiği filmde ise emirler doğrultusunda başlayan görev İngiliz hükümetinin inisiyatif alamaması sonucu müstakbel kayınpederi kötü adam Draco’nun adamlarının Bond’a yardım etmesiyle kötü adam altedilir ancak İngilizler bundan dolayı hiç utanç duygusu hissetmez ve itaatsizliğinden dolayı Bond hiçbir zaman cezalandırılmaz. Her şey düzmecedir ve aslolan İngilizlerin çıkarlarının korunmasıdır. Yoksa demokrasi havariliğine halel getirmeyecek şekilde inkâr edilebildiği ölçüde kimin kiminle işbirliği yaptığı önemli değildir.

Azılı düşman, kötülerin kötüsü, Bond’un karısının katili Blofeld’in ölümü intikam duygularını tatmin etmeyecek kadar sıradan ve kimsenin sorgulamadığı şekilde gerçekleşir. Bir patlama esnasında ölüp gider. Her zaman her olayı kişiselleştirmekle suçlanan Bond, karısını öldüren adamın ölümünü kişiselleştirmez. Bir görev daha başarılmış ve düşman, ölümüyle kahraman ilan edilemeyecek şekilde bertaraf edilmiştir.

Daha üçüncü filmde (Goldginfer) kötü adam bir 00 ajanını satın aldıklarını söylese de üzerine gidilmez ve özellikle soğuk savaşın son ermesinden sonraki filmlerde ajan ihanetleri doruk noktasına ulaşır. Bir filmde Avrupa’daki bütün 00 ajanlarının çağrıldığı bir sahnede dokuz ajan yan yana oturuken üç yöneticinin karşılarında oturduğu ve bir daire şeklini alark Arthur’un şövalyeleri veya İsa’nın havarilerini simgeleyebilecek kadar ileri gidebilen 00 ajanlarının sürekli ihanet etmeleri nasıl açıklanabilir. M’in kişisel korumalığını yapandan tutun da son filmin kurgusunun tamamen üzerine kurulduğu ajan ihaneti meselesi, anlaşılmayan ve üzerine gidilmeyen bir konudur. Gidildiği noktalarda da sebep sonuç ilişkisine değinilmeyerek sistemi kendi çıkarları için kullanan çürük elmalar olduğu belirtilerek cezaları verilmektedir.

İki kutuplu bir dünya düzeninde seyirci başka türlüsünü yemeyeceği için kötü adamın küresel bir yıkım getirmek adına New York veya Moskova’yı yok edebilecek planlar yaptığı vurgulanır. Dünyayı kurtaran Bond olsa da bu şehirlerin arasına Londra veya İngiltere sıkıştırılmaz ve seyirci Bond’un dünyayı kurtardığı zırvalıklarına tahammül etse de Amerikan altınlarını korumak için yanında CIA, FBI ajanları varken British İntellegnce adına Amerikan topraklarında operasyon yapsa da hiçbir zaman Londra’yı kurtaramamıştır.

Bond’un Amerikan topraklarında Kraliçe’nin İstihbarat Servisi adına operasyon yapması seyirciye ne kadar tuhaf geldiyse, aynı tuhaflığı hisseden ‘’birileri’’ tarafından belki ikaz edilen senaryo yazarları başka bir filmde hiçbir işe bulaşmaması yönünde defalarca ikaz edilen Bond’u ‘’gözlemci’’ olarak bir uyuşturucu baskınına dâhil ediyorlar. Ancak senaryo yazarlarının ve yapımcıların kulağının adamakıllı bükülmesi için yıllar geçmesi gerekiyor. Die Another Day ile İngilizlere ilk kez fırça çeken CIA senaryoya dâhil olduğu bundan sonraki hemen her filmde Bond’u tokatlamaya devam eder.

Yakın dönem filmlerinden birinde Bond CIA’deki arkadaşı Felix ile buluşur. Aralarında şiddetli tartışma yaşanır. 60’lı ve 70’li yıllarda Bond’a koşulsuz yardım eden Felix yoktur artık. Bond’un, kimse kokaine ve komünizme aldırış etmese Güney Amerika’nın hali ne olurdu, yıllardır bu ülkelerin altını oyuyorsunuz demesiyle Sabri Çağlayangil’in CIA yıllardır altımızı oymuş sözlerini hatırlamamak elde değil. Bond alaylı bir şekilde CIA’nın herkesle çalışmasına hayranım diye sözlerini bitirir. Evet, biz de hayranız.

Son söz olarak kısaca söylemek gerekirse Bond’un görevi Batı’nın denetiminden uzakta gelişen sanayinin engellenmesidir. Batı’dan bağımsız hareket etmenin kötü sayılmak için yeterli olduğu filmlerde ele geçirilen bütün ileri teknoloji ürünleri daha iyi bir amaç uğruna kullanılmak yerine derhal imha edilirler. Böylece dünyaya yeteri kadar gözdağı verilmiş olur, Yaparsanız yıkarız.

Salim Olcay

salimolcay@yahoo.com

Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.

The Birth of a Nation (1915, D.W. Griffth)

1915 yapımı The Birth of a Nation, Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilen, üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.

Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon, İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zencinin tecavüz ettiğine şahit olur. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü ‘’zenciyi’’ linç eder ve cesedini bir dala asarak giderler. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ der ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının “The Clansman” adlı kitabından uyarlanmıştır. Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söylemesi üzerine isim değiştirilmiş, zenci karşıtı hayli sert olan romanın havası biraz yumuşatılmıştır.

Film iki bölüm olarak okunmalıdır. İlk bölüm ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşını anlatırken, ikinci bölüm zaferi kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesi’ gösterilmektedir. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme olarak değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır diye düşünüyorum. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika’ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşümü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.

“Batı düşünce sistemi Amerika’nın yağmalanmasını ve köleleştirilmesini ırkçı açıdan da savunuyordu. Irkçılık Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiğidir. Irkçı öğretilerin öncülüğünü kilise yapıyordu. 1512 yılına kadar kilise Amerika yerlilerinin ‘’insan olmadıkları’’ tezini benimsemişti. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, yerlilerin insan olmakla beraber ‘’doğalarının yozlaşmış’’ olduğu, Tanrı’nın onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucunda karar kılıyordu. İspanyol fethinin resmi tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oriedo yerlileri şöyle tasvir ediyordu. ‘’Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek bir halk. Evlilikleri kutsal değil murdardır. Şehvet düşkünü ve homoseksüeldirler. İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı olan böyle bir halktan ne beklenir ki.’’ İspanyol sömürge ideoloğu Joan Gines de Sepulveda ise 1550’de yazdığı bir yazıda ‘’Köle düzeyinde, mantıksız kimseler, insanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar’’ olarak nitelendirdiği Amerika yerlilerini insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel-Irk ve Irkçılık Düşüncesi)

‘’Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. ‘’Yalnız 1486–1641 yılları arasında yılda ortalama 9.000 hesabıyla sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde Angola ve Mozambik’ten Brezilya’ya 1 milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki 10 yıllık dönemde zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri Yeni Dünya’ya 300.000’den fazla köle getirdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 11.5 milyon zenci taşındı. Bu miktara yola çıkmadan ve yol esnasında ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın en yaratıcı ve en gerekli güçlerinden yoksun bırakıldığı sonucuna varılır.’’ (Raimondo Luraghi-Sömürgecilik Tarihi)

Gerçekler bu kadar ortadayken yönetmenin böyle bir düşünceyi savunmasını izah edebilecek kelime bulamıyorum.

Günümüzde de klasik Amerikan düşüncesinin özgüveni şöyle dile getirilmektedir.

‘’Aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması, demokrasi, serbest ticaret ve uluslar arası hukuka dayanan bir küresel uluslar arası düzeni öngören Amerikan düşünce ekolü diğer uluslar tarafından aptalca değilse bile ütopik olarak görülmüş ve şüpheyle yaklaşılmıştır. Ancak bu şüphe Woodrow Wilson, Franklin Roosevelt yahut Ronald Reagan’ın veya 20. yüzyıldaki herhangi bir Amerikan başkanının idealizmini hiçbir zaman söndürememiştir. Yabancıların bu şüpheciliğinin bir etkisi olduysa,  bu ancak Amerika’nın, tarihin üstesinden gelinebileceği ve dünya gerçekten barış istiyorsa, Amerikan ahlaki reçetelerini uygulamasının şart olduğuna olan inancını güçlendirmek olmuştur.’’

(Henry Kissinger-Diplomasi)

Film, Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Karşılıklı ziyaretler birbirini izler hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman’ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’

Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.

Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanmasının ardından köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı’nda güneyli Konfederasyon tarafını, geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluştururlar. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verir, ilk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır.

Savaş sürerken Güneyli Cameron ailesinin yaşadığı Piedmont kasabası düzensiz bir çeteninsaldırısına uğrar. Kasabanın eli silah tutan erkekleri cephede olduğundan kadın ve çocukları koruyacak kimse kalmamıştır. Bunun üzerine ‘’Savaştaki ilk zenci askeri alayı Güney Carolina’da oluşturulmuştur.’’ Kölelerin beyazlar tarafından kullandığına dair bir örnek olması filmin barındığı ırkçılık zihniyetini bir parça olsun gizlemeye yöneliktir.

1865’de teslim olan General Lee birlik Amerika’sına şöyle seslenilir: “Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek, tek ve birbirinden ayrılmaz.” Savaştan Kuzey zaferle çıkar. Kuzeyli politikacılar ‘’Güneyli liderlerin asılmalarını, eyaletlerine de fethedilmiş bölgeler muamelesi yapılmasını” isterler. Ancak Abraham Lincoln’ün ‘’Onlara asla ayrılıp kopmamışlar gibi davranacağım” demesi, Güney’i sömürmek yerine onları kalkındırmak için çaba göstermesi kabul edilmez ve 14 Nisan 1685’de bir suikast sonucu öldürülür. Başkan’ı öldüren John Wilkes Booth “Zorbaların sonu hep böyle!” diye haykırır. Haber Güney’ ulaştığında verilen tepki ‘’En iyi dostumuz gitti. Bize ne olacak şimdi!” şeklinde olur.

Büyük tarih bilgini Hobsbawm şöyle demektedir. ‘’Amerikan İç Savaşı endüstrileşmiş Kuzey’in tarımsal Güney üzerindeki zaferiyle hatta Güney’in gayri resmi İngiliz İmparatorluğundan Birleşik Devletler’in yeni ve büyük endüstriyel ekonomisine nakledilmesiyle son buldu.’’

Kuzeyli politikacılar Abraham Lincoln’ün tersine Güney’e ‘’fethedilmiş topraklar’’ muamelesi yapmaya başlarlar. Çeteciler çiftlik sahiplerine saldırır ve ailelerine göz açtırmazlar. Zenci ve melez milis güçleri beyazları ve kadınları taciz eder. Eski günlerin görkemiyle kendisine yol verilmesini bekleyen Cameron ailesi özelinde soylu beyazların aldığı yanıt Güney’in gurunu kırmaktadır. “Bu kaldırım size olduğu kadar, bize de aittir, Albay Cameron”. Bunun sonucunda ‘’Beyazlar tam bir kendini koruma içgüdüsüyle harekete geçtiler. Güney’i korumak için, Güney’in gerçek hükümranı büyük bir Ku Klux Klan’ın varlığı patlak verene dek.”

“…Bir ırkın diğerine düşman olması gibi, maceraperestler de zencileri kandırmak akıllarını çelmek ve onları kullanmak amacıyla Kuzey’den sürüler halinde yola koyuldular. Zenciler köylerde yetki sahibi oldular, cüretkârlık dışında kullandıkları bu yetkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Parlamentodaki liderlerin politikası şekillenmişti. Güney’deki uygarlığın tam bir tahribatı (…) beyaz Güney’i, siyah Güney’in topukları altına alma kararlılığı.” Woodrow WILSON-Amerikan Halkının Tarihi (filmden alınmıştır)

Kuzeyli politikacıların adamı olan zenci Silas Lynch filmde şöyle tanımlanmaktadır. ‘’Kötü emellerle, yükselen güçten yararlanarak, kendisine bir taht kurmayı planlayan Lynch beyaz hamisine karşı bir hain olur, kendi halkına karşı ise daha büyük bir hain.’’

Galip Kuzey’in yaptığı anayasa değişikliği ile kölelik kaldırılır, Amerika’da yaşayan her birey Amerikan vatandaşı kabul edilir ve vatandaşlık hakları garanti altına alınır. Ayrıca siyah-beyaz ayrımı gözetmeksizin vatandaşlara oy hakkı verilir ancak Kızılderililer ve kadınlar oy verme hakkından muaf tutulurlar. Güney’de ise bu gerçekleşmez. İleri gelen beyazlara oy verme hakkı sağlanmamışken, tüm siyahlara oy pusulası verilir ve bunun sonucunda da ‘’Zenciler ve Kuzey’den gelen politikacılar oyları silip süpürürler.’’

‘’Master Hall’de başarının şamatası. Zenci partisi Temsilciler Meclisi’nde 23 beyaza karşı 101 siyahla kontrolü alır. 1871′in oturumu.’’ Bu sözlerle başlayan sahnede seçilmiş zenci temsilciler salonda yemek yemekte, taşkınlık yapmakta hatta ayakkabılarını çıkartmaktadır. Bu sahneler buram buram ırkçılık kokmakta, zencilerin görgüsüz, kültürsüz ve aşağılık insanlar olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Pamuk tarlalarında ve plantasyonlarda çalışmaktan başka bir şey bilmeyen ‘’zenci’’ kölelerin mecliste oldukları gerçeği tüm Güney soylularını ve beyazlarını endişeye sürüklemektedir. Bu Meclis’te ‘’siyahlarla beyazların evlenmelerine olanak sağlayan’’ bir yasa çıkarılır. ‘’Beyaz azınlık aciz durumdadır.’’

Köleleri olan zencilerin kendileriyle aynı haklara sahip olması dâhil pek çok şeye dayanamayan ve yapılanları içlerine sindiremeyen Güneyliler kendilerini yasal yollardan koruyamadıklarını görünce değişik bir yapılanmaya giderler. KKK, çaresizlik içinde kırlarda dolaşan Cameron ailesinin savaşta albaylık yapmış ve idamdan Lincoln’ün affetmesiyle kurtulmuş olan büyük oğlu tarafından kurulur ve amaç belirlenir: ‘’Güney’i siyah yönetim anarşisinden kurtarma örgütü, Ku Klux Klan.’’

‘’Ku Klux Klan’ı 1865’de birkaç Confederate Army (Ayrılıkçı Güney Ordusu) subayı kuruyor; bunlardan biri de Birth of Nation’un yapımcı/yönetmeni D.W.Griffith’in babası. Başıbozuk bir yapılanma ama Grand Wizard veya Grand Dragon dedikleri bir başkanları var, o da köle tüccarı iken Güney ordusunda General olan Nathan Bedford Forrest.

Resmi kuruluşlarından sadece 18 ay sonra ve sadece bir ayda (Haziran 1867) 197 kişiyi işkenceyle öldürdükleri, 548 kişiyi de ağır yaraladıkları bilinir. Yıllar içinde bu rakam yüz binleri bulur. Nihai hedefleri zencilerdi ama Yahudiler, Katolikler, hatta işçi sendikaları, KKK’nın terör, şiddet ve linç eylemlerinden nasiplerini aldılar.’’

(Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)

Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemi olarak kullanılır.

Cameron ailesinin küçük kızı Flora su almak için dışarıya çıkar. Bu esnada kendisini gören Gus isimli bir zenci ‘’Gördüğün gibi, artık Yüzbaşı’yım ve seninle evlenmek istiyorum” der. Kendisine zarar vereceği endişesiyle adamdan korkan kız kaçmaya başlar. Ancak zenci ‘’Bekle, Missie, seni incitmeyeceğim’’ der. Kız kaçar, zenci kendini affettirmek için kovalar ve nihayetinde kaçma-kovalamaca yüksek bir yere sona erer. Kız zencinin üzerine geldiğini görünce kendini yere atar ve ölür. Kardeşinin zamanında gelmemesi üzerine aramaya çıkan abisi, yaşananlara tam da bu anda tanık olur.

Örgüt suçlu olduğunu düşündükleri zenciyi yakalar, öldürür ve Vali Yardımcısı olan Silas Lynch’in evinin merdivenlerine bırakırlar. Ku Klux Klan bir ‘’direniş hatta kurtuluş hareketi’’ olarak kendilerine yapılanları içlerine sindiremeyen Güneylilerin içinden çıkmıştır. Ki daha sonraki sahnelerde KKK’nın yanında yer alan ‘’sadık zenciler’’den bahsedecektir. Yönetmen bu konuda kendisi ve tarihsel gerçeklerle çelişmekte, Kuzeyliler tarafından akılları çelinmese zencilerle hiçbir sorunları olmayacağını vurgulamaktadır, tabii herkesin haddini bilmesi kaydıyla.

Klan’a devlet eliyle saldırılar artmaya başlayınca ve Silas Kuzeyli politikacı Stoneman’ın kızıyla zor kullanarak evlenmek isteyince ‘’Kuzey ve Güney’in eski düşmanları, Aryan olarak doğmalarından kaynaklanan ortak hakkı korumak için yeniden bir araya gelirler.’’ Ve ‘’400 binden fazla Ku Klux kıyafeti diken Güney kadınlarından birisi bile güvene ihanet etmez.’’

Film sona ererken KKK adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.

ABD’nin en ünlü film eleştirmenlerinden Tom Dirks film için şöyle yazıyor: ‘’Tartışmalı, alenen ırkçı ama Amerikan başyapıtı, Amerikan filmlerinin mihenk taşlarından birisi. Filmin zarf ve mazrufuna ilişkin tartışmalar hiçbir zaman bitmeyecek. Filmin birden fazla niteliği var: itici, naif, taraflı, indirgemeci, tarihsel açıdan hatalı, tarih görüşü ve KKK’nın ırkçı yüceltilmesi açılarından hayret verici. Aynı zamanda, olağanüstü efektleri ve dâhiyane çekimleriyle, fevkalade önemli ve güçlü bir sanat eseri ve sinema propagandası örneği.’’

‘’Amerika’nın biri ırklar arası cinsel ilişki ve evlilik diğeri ise siyahların iktidarı ele geçirmeleri gibi en büyük iki kâbusunu irdeler, muhteşem KKK’nın kara belayı nasıl savuşturduğunu gösterir.’’ (Alev Alatlı-Hollywood’u Kapattığım Gün)

Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği düşüncesindeyim. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim olağanüstü bir film. Bu filmi izledikten sonra kurgu, bütünlük, çekim ve anlatım teknikleri bakımından Türk sinemasının henüz bu filmi aşabilecek ölçüde bir filme sahip olmadığını görmem üzüntümü artırmıştır.

Bir gazetede şöyle bir yazı okumuştum: ‘’Irza tecavüz içeren filmlerin en eskilerinden biri olarak D.W.Griffith’in ‘başyapıtı’ “Birth of a Nation / Bir Milletin Doğuşu” (1915) gösteriliyor. Bu düpedüz ırkçı filmin en kötü-ünlü sahnesinde, beyaz kadınların namusuna kasteden ırz düşmanı (teni siyaha boyanmış beyaz bir oyuncu tarafından canlandırılan!) bir siyah, ‘kahramanlar’ olarak tasvir edilen Ku Klux Klan tarafından linç edilir.’’ Bu yazıları kaleme alan kişinin filmi izlediğinden şüphe duyduğumu söylemek durumundayım. Bahse konu sahnede bir tecavüz hatta tecavüz girişimi dahi bulunmamaktadır. Kopyala yapıştır zihniyeti ile sinema yazısı kaleme almak ne derecede ciddiyetle bağdaşır, bilemiyorum.

Salim Olcay

salimolcay@yahoo.com

Yazarımızın diğer incelemeleri için tıklayınız.

Sonraki Sayfa »