Neil Gaiman’dan Mezarlık Kitabı

7 Ağustos 2024 Yazan:  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Roman, Sanat

“I said
She’s gone but I’m alive
I’m alive
I’m coming in the graveyard
To sing you to sleep now.

Dedim ki
O öldü ama ben yaşıyorum
yaşıyorum
Mezarlığa geliyorum
Seni uyutmak için şarkı söylemeye.

Tori Amos (Graveyard adlı şarkısından)

Bahsedeceğim kitap, “Sandman”in ünlü yazarı Neil Gaiman’ın, “Coraline”den sonra yazdığı ikinci çocuk romanı (daha önce birçok resimli kısa öykü yazmıştır). Her ne kadar çocuk kitabı da olsa, yazarın karanlık tarzı, öykünün her tarafından sızıyor ve okuyanın tüylerini ürpertiyor.

1985 yılında, evlerinin yakınındaki mezarlıkta üç tekerlekli bisikletiyle gezen küçük oğlundan ilham alan Gaiman, kitabın temellerini atıyor. Rudyard Kipling’in “The Jungle Book” adlı öyküsünün mezarlıkta geçen versiyonu olarak tanımlayabileceğimiz öyküdeki olaylar da “Orman Kitabı” ile paralellik taşıyor. Öksüz ve yetim bir çocuğun, yaşayan insanlara ait olmayan bir dünyada evlat edinilmesi, dışarıdaki tehlikelerden korunması ve büyüme sancıları her iki kitapta da özdeş.

Mezarlık Kitabı (The Graveyard Book) açılış cümlesiyle (“Karanlıkta bir el bir bıçak tutuyordu.”) neyle karşı karşıya olduğumuzu açıkça belli ediyor. Coraline’de olduğu gibi Gaiman korku öğelerini umarsızca kullanıyor. Ailesi, Jack denen adam (The Man Jack) tarafından hunharca katledilen erkek bebek, emekleyerek komşu mezarlığın bahçesine sığınıyor. Buranın sakinleri yani ölüler tarafından korumaya alınan bebek, yüzyıllar önce ölmüş Bay ve Bayan Owens tarafından evlat ediliyor (yaşarken kendilerinin hiç çocuğu olmamış). Kendisinden başka hiç kimseye benzemediğinden Nobody (hiçkimse) adını alan, kısaca Bod denen çocuk, esrarengiz Beyaz Atlı Hanım (muhtemelen ölümün kişileşmiş şekli) tarafından “Mezarlık Özgürlüğü” bahşedilmesinden sonra buranın bir sakini haline geliyor. Silas adlı siyah pelerinli bir adam Bod’un koruyucusu oluyor. Canlı veya ölü olmayan, ifadesiz suratlı ve yemek yemeyen bu adam muhtemelen bir vampirdir (kitapta bahsedilmiyor). Yüce Koruyucular (Honour Guard)’ın bir üyesi olan Silas’ın olmadığı zamanlarda Bayan Lupescu (ismindeki lupus-kurt köküne dikkat!) Bod’a öğretmenlik yapıyor (genç olduğu halde yele gibi gri saçları olan bu kadın, Hound of God-Tanrı’nın Tazısı’dır).

Lisa adında genç bir cadı hayaleti ve Scarlett Amber Perkins adında yaşayan bir kız ile arkadaşlık kuran Bod, macerası boyunca Gulyabaniler (Ghouls), Gecesıskaları ve yüzyıllardır efendisini bekleyen, karanlık bir mezarın iç duvarını kangal kangal kaplayan Bekçi (The Sleer) ile karşılaşacak; onu öldürmeye çalışan Antik Mısır kökenli gizli grup Elinden Her İş Gelen Jackler (Jacks of All Trades) ile savaşa hazırlanacaktır (Jack aynı zamanda usta anlamına da gelmektedir).

Neil Gaiman’ın sırrı nedir? Her öyküsünü olağanüstü büyülü yapan şey nedir? Bunun için; yazarın literatüre, folklore ve her türlü mitolojik metne akademik düzeydeki hakimiyeti üzerine eklenmiş zeka pırıltıları taşıyan edebi dehasını göz önüne almak gerekir. Daha kariyerinin başında, kendisini kült mertebesine ulaştıran “Sandman” adlı grafik romanının “A Midsummer Night’s Dream” adlı fasikülüyle 1991 yılında World Fantasy Award alması üzerine; bir daha bu prestijli ödülün bir çizgi romana verilmesini engellemek için jüri üyeleri tarafından ayrı bir kategori açılmasına neden olmuştur. Sinemaya da uyarlanan, erişkinler için masal sıfatını taşıyan “Yıldıztozu (Stardust)” romanında da İngiliz folklorü ve edebi literatürüne atıflar vardır. Amerika’ya göç eden her ulusun kendi inancını da buraya taşımasından temellenen sembolik romanı “Amerikan Tanrıları (American Gods)” ile Hugo Award en iyi roman ödülünün yanısıra Locus, Nebula ve Bram Stoker ödülünü almıştır. Birkaç yıl sonra yine Hugo ödülü kazanan “Coraline” adlı çocuk romanı başarılı bir biçimde animasyona uyarlanmıştır. Bahsettiğimiz romanı ise köklü ve prestijli bir ödül olan Newbery madalyası almıştır.

Bir kitabı okumamda, onun aldığı ödüller bir yere kadar rol oynar. Çoğunlukla kitapta yazarın zekasının pırıltılarını ararım. Yukarıda bahsettiğim hayalgücünün sınırlarında dolaşan karakterlerin dışında, çocuk romanlarında okuyanın canını sıkan didaktik öğelerin ne kadar farklı aktarılabileceğini gösteren bir örnek sanki bu kitap. “Kör parmağım gözüne” çıkarımlara rastlamak mümkün değil. Evet bazı dersler veriliyor ama kimseye farkettirmeden. Herhalde bu yüzden Newbery jürisi tarafından son zamanların en iyi genç-erişkin romanı seçilmiş.

Kitabın resimlerinden sorumlu Dave McKean, Gaiman ile uzun süreli iş beraberliğini burada da sürdürmüş. Aynı Coraline’de yaptığı gibi kitabı karanlık ama açıklayıcı eserlerle süslemiş.

Mezarlık Kitabı

Mezarlık Kitabı

Neil Gaiman, insani duygulara ve yaşamın kendisine iç acıtıcı bir şekilde değinir. Çoğu lafı öylesine söylermiş gibi görünür fakat o cümle hayatınızın cümlesi olabilir. Mezarlık Kitabı’nı, ölülerle mutlu mesut yaşayan bir çocuğun anlatıldığı bir kaçış öyküsü olarak görmemeli (Harry Potter gibi çocukların gerçeklikle ilgili bağlarını zayıflatan bir roman değil). Bir bölümde Bod ve Silas arasında bir diyalog geçiyor. Bod artık gerçek hayata atılmak istiyor. Dışarıda kendisini bekleyen tehlikeden korkmadığını söylüyor:

Silas: Aileni öldüren adam, sanırım dışarıda hala seni arıyor. Hala seni öldürmeyi planlıyor.

Bod: Eee? Sadece ölüm bu. Yani en iyi arkadaşlarımın hepsi ölü demek istiyorum.

Silas: Evet. Öyleler. Ve onların çoğunlukla dünyayla işleri bitti. Ama senin bitmedi. Sen “canlısın” Bod. Bu da sonsuz bir potansiyelin olduğu anlamına geliyor. Herşeyi yapabilirsin, herhangi birşey yaratabilirsin, herhangi birşeyi düşleyebilirsin. Eğer dünyayı değiştirirsen, dünya değişir.

Potansiyel.

Öldüğün zaman o yok olacak.

Son.

Yarattığını yaratmış, düşünü düşlemiş, ismini yazmış olursun. Buraya gömülebilirsin, hatta yürüyebilirsin. Ama potansiyel bitmiştir…”

Yazar romanını çok sevdiği bir biçimde bitiriyor. Yani kahraman artık asla eskisi gibi olamayacak denli değişmiştir; bazı güzel şeyler üzücü bir şekilde bitmiştir ama bazı yeni başlangıçlar içinde buruk bir umut yeşertir.

Çocuklarım olsaydı hiç düşünmeden okutacağım bir kitap. Erişkinlere de tavsiye ediyorum.

Yazan: Wherearethevelvets

Mezarlık Kitabı (The Graveyard Book), Neil Gaiman. Çev: Evrim Öncül / İthaki Yayınları / 2024.

Yüzük Kardeşliği: Tolkien, Politik Tarih ve Cinsiyetçilik

The Lord of the RingsBaştan söylemek lazım. Bu bir eleştiri yazısı değil; sadece farklı bir “okuma” yapabilme çabasıdır. Fikir, Tolkien’in yarattığı dünyayı bir “kaçış” olarak - korkup kaçmaktan çok, güncel dünyadan sıkılıp kaçmaya vurgu yaparak- yorumlanmasını kabul etmiş olması; ancak yarattığı dünyanın iki dünya savaşı ile olan alegorisini reddetmesinden çıktı (1). Bu reddedişin kimi postmodern teorileri sınama şansı sunduğunu fark ettiğimde, Tolkien’i maceranın sürükleyiciliğine kapılmayarak tekrardan okuma gerekliliğini hissettim ve bu yazı da böylece ortaya çıkmış oldu.

Her ne kadar Tolkien, özellikle kitabın ikinci basımının önsözünde, alegori yaptığını kabullenmese de dünyanın politik tarihini bilen hemen herkes, kitabı okurken (veya filmi izlerken) kötülük veya karanlık olarak tarif edilenin kitlesel üretim ve endüstrileşme (mass production and industrilization) olduğunu fark ediyor(du). Bunun da ötesinde gelişen olaylar üçleme içerisinde takip edildiğinde, “birinci dünya savaşı” öncesinden “ikinci dünya savaşı”nın sonuna kadar birçok olayla benzerlik kurulabiliyordu. En açık örnek, kitabın sonunda kartalların (Amerika’nın) gelip müttefiklere yardım etmesiydi.

Tolkien’in karşı çıktığı yorumlamalardan biri ise, kitapta bulunan dinsel, mitolojik ve efsanevi ögelerin çokluğuydu. Zira kendisine göre fantazya kitaplarının başarısızlığının birincil sebebi hem kendi içlerinde bir tutarlılık sağlama çabaları hem de gerçek dünya ile bir ilişki kurma uğraşlarıdır (2). Hatta Hıristiyanlık dahi bu hataya düşmüştür. Hem kendi içinde tutarlı olmaya çalışır hem de gerçek dünyada yol gösterme çabasındadır.

Bu iki karşı çıkış bizi bir ikileme düşürür: ya biz yanlış okuyor ve görüyoruzdur ya da Tolkien her ne yaptıysa bunu bilinçsiz bir biçimde yapmıştır. İşte bu noktada yardımımıza Frederic Jameson ve onun ünlü “Political Unconsciousness” (3) adlı makalesi koşacak. Üzerine biraz da Foucault ve Derrida serpiştirecez. Tuz ve biber olarak da cinsiyetçilik ve feminist söylemler ekleyerek bu ikilemi anlaşılır kılmaya çalışacağız. En sonunda göreceğiz ki düşülen bu ikilem, aslında Frederic Jameson, Foucault ve Derrida’nın bazı söylediklerini gerekçelendiriyor, bir anlamda doğruluyor!!

Bu girizgahtan sonra kısaca üçlemenin ilk kitabındaki bazı noktalara değinelim. Benim ilgimi çeken ilk şey, her ne kadar pek sorun çıkarmasa da Tolkien dünyasında da “para” denilen meretin bulunması ve bazı karakterlerin de aynen bizim dünyamızdaki gibi para derdinde olması (4). Ancak baştan söylediğim gibi para, kahramanlarımızın uzun yolculuğunda pek de sorun çıkarmıyor. Tabii paranın olduğu yerde efendiler ve kölelerin de olması pek de şaşırtıcı değil. Hatırlanırsa Sam filmin sonlarına dek bir arkadaştan çok “sadık bir uşak” tanımında (5). Bir diğer nokta ise coğrafyanın kendisindeki; şöyle açıklarsam daha doğru olacak: Çizilen harita, Avrasya’nın bir minyatürü gibi ve oryantalist bakış açısı ile modern devrin politik olayları içi içe yerleştirilmiş. Kötülüğün kalbi (Mordor) elbette ki Doğu’da, ama Batı’da bu kötülükle yarışan ve medeni insanlardan çıkmış yeni bir kötülük doğuyor. (Bu da Saruman veya ağır sanayisiyle Almanya) Dünyamızın olguları da aynen kalmış. Kuzey, bildiğimiz kuzey gittikçe soğuyor, güney ise bildiğimiz güney, gittikçe ısınıyor (ve bildiğimiz kadarıyla güneyde çöller var). Kuzayde batı ile doğuyu ayıran Ural Altaylar, bunun biraz güneyinde Kafkas Dağları ve bu dağların batısında dağlar üzerindeki bir ova (Tibet Ovası). Zaman kavramı da bizimki ile aynı. Tüm türler aynı takvimi kullanıyor. Öykünün devamında onca farklı tür ve kültürle karşılaşıyoruz; ama hemen hepsinde ekonomi esas olarak zanaat üzerine kurulu ve ticaret farklı kültürleri kaynaştıran ve refahı arttıran ek bir şey olarak görülüyor. Hepsinde iki cinsiyet (gender) var; kadın ve erkek. Erkeklerin özellikleri türlere göre, tabii ki zanaatları üzerine kurulu bir biçimde, bir ölçüde farklılaşmış; ancak kadınlar sadece iki tiple sınırlanmış: güzelliğine doyulamayan kraliçe, prenses vs. ile ev işlerini yapan ve yaşlandıkça dırdırı artan “ev hanımı” (6). Gariptir, öykünün tümü cinsel ilişkiyi yok saymış ve seksin olmadığı bir dünya yaratmış. Öpücüğün dahi düşünülmediği, güzelliğiyle başları döndüren kadınlara dokunma fikrinin olamadığı bir dünya… Diğer yandan kahramanlar ne zamanki yeni bir yere gelseler birileri ile karşılaşıyor ya da birilerince karşılanıyor. Tüm bu karşılaşma ve karşılanmalar erkekler tarafından yapılıyor. Yani ev dışında hiçbir kadına rastlamıyoruz tüm hikaye boyunca.

Mordor

Okumalarda biraz da zorlanarak fark edilen bir durum ise, bu kahramanlık öyküsünün aslında muhafazakar bir hikaye olduğu. Herkes eski güzel günlerin özlemini çekiyor ve “ulu amaç” eski hali yaşatmak ve devam ettirmek (7). Kahramanlar ya kral, ya bey ya da bulunduğu şehirdeki zengin bir insan (8). Anlayacağınız mücadele aristokrasiyi koruma adına yapılıyor. Halbuki bu öykü Sauron tarafından okunsa ve kahraman Saruman olsa, karşımıza Fransız İhtilali’ndeki, yenilik isteyen devrim ruhu ve devrimci portreleri çıkar; Gandalf ve takımı ise geriliği isteyen aristokratlar olur.

Aragorn & Arwen

Farklı türler bir arada yaşamıyor. Osmanlı topraklarındaki gibi herkes kendi mahallesine sıkışmış, biri diğerine “öteki” diyor ve tanımıyor. Elbetteki sınır karakolları bu durumun dışında. Örf ve adetlere bağlı olan tüm bu gruplar – veya türler, (Sauroncular hariç) kadim bir geçmişe ve zengin bir kültür kapitaline sahip. Ve aslında hepsi “doğru”nun ne olduğunu biliyor (ideanın içsel olduğu iddiası) ve bu “doğru” yolunda savaşanlara yardım ediyor. Doğru konusunda muhalefete düşüldüğünde, azınlık fikirleri de önemseniyor(muş) gibi yapılıyor ve uzlaşma aranıyor. Tam da istenilen demokrasi şekli. Diğer yandan kötülerin ya kafaları karışmıştır ya da sadece kötüdürler.

Toplumsal birkaç şey daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Bu yepyeni dünyada “başlık parası” var (9). Soy sop da müthiş derecede önemli. Hükmetme, hak etme, görev vb. gibi konularda, soy sop çok ciddi bir “meşruiyet aracı”. Yüzük Frodo’ya Frodo olduğu için değil, Bilbo’nun varisi olduğu için geçiyor. Bu konudaki karşı çıkışlar ise ariflerce “kaderimsi” bir algılayışla açıklanıyor. Okurken bir an kendimi Mardin’in herhangi bir köyünde hissettim. Yani anlayacağınız Tolkien dünyasının, bildiğimiz dünyanın 1000-1500 yılları arasından bir farkı yok. Ve üstelik dünyanın (ve ülkemizin) hala büyük bir kısmı Tolkien dünyasında yaşıyor!!

Gandalf

Bunca alegoriye ve klişe sınırlara rağmen, hala nasıl oluyor da Tolkien, kitabının bu dünya üzerine kurulu olduğu gerçeğini yadsıyabiliyor? Cevap basit. Her ne kadar itiraf edemesek de algılarımız toplumdaki bazı fikir ufukları ile sınırlanmış durumda. Mesela, mekan ve zaman olmadan düşünemeyiz (anlatılarda mekanı kısmen de olsa silebilmiş / bulanıklaştırabilmiş tek kişi Kafka sanırım, bir de Alan Robbe-Grillet’nin zamanı silikleştirdiği söylenir ama ben okumadım) ve ne yazık ki hepimiz dışarıdaki “şeyleri” zaman ve mekana oturttuktan sonra belirli formlara sokarız. Her ne kadar Sezen Aksu “beni kategorileştirme” diye haklı bir serzenişte bulunsa da, hepimiz algılarımızı diğer algılarımızla benzeştirir, farklılaştırır ve böylece kafamıza işleriz ki bu algılarımızın hepsinin kendini değil “gösterenlerini” biriktirebiliriz. Basitçe söylersek, hiçbirimizin kafamızda tek bir su algısı yoktur, su denilince “su” kavramını işaret eden bir çok “gösteren” (signifier) (bir kaynak görüntüsü, h2o, şişe, akarsu, deniz vs. Görselleri ve duyularının tümü) ile suyu algılarız.

Frederic Jameson’a göre tüm anlatılar üç semantik ufuk ile çevrilidir. En geniş çerçevede politik tarih vardır. Sonraki aşama zaman sınırları daha az olan sosyal tarih ve süregelen çıkar çatışmasıdır. Üçüncü ufuk ise üretim araçları (modes of production) üzerinde ortaya çıkan bilinç formlarıdır (10). Burda çok kısa bir biçimde değinmiş olacağız belki ama bu üç semantik ufuk, Tolkien’in gerçek dünya ile olan alegorisini açıklamaya yetecek. Zira Jameson’a göre bilinçaltı diye bir şey var ise, Platon’un ideları gibi, bu bilinçaltındaki “şeyler” bizim bilinçli dünyamızın sınırları dışındadır. Yani onları söz ile dile getiremeyiz ve bu nedenle de düşünemeyiz. Bu nedenle Freudyen bir psikolog ile hastası arasında geçen “tedavi(cure)” işi yalandan başka bir şey değildir. Aynı şekilde marxist görüşün savunduğu “bilinçsiz halkı” (false consciousness) bilinçleştirmek gibi bir durum yoktur; zira yanlış “bilinç değil”, “politik bilinçsizlik” (şuursuzluk) mevcuttur. Bu politik şuursuzluğumuzdan ötürü herhangi bir anlatı işine giriştiğimizde, şuursuz bir biçimde semantik ufuklar ile kısıtlanır, iç içe geçer ve bireysel bir yazı (text) oluşturmak yerine, kolektif bir yazı ortaya çıkarmış oluruz. Ve aslında yazdığımız her şey önceki ve sonraki insanların ürettikleridir.

“Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten kolaydır.” sözü bu durumu tam anlamıyla açıklıyor. İnsan, fikri olarak iç içe geçtiği ufuklardan sıyrılamıyor. İnsan beyni (mind), Tolkien gibi yepyeni bir dünya yaratmaya kalkışsa dahi, “parasız bir dünya” düşleyemiyor; fakir ve zengin ayrımının olmadığı mekanı kurgulayamıyor; kadın ve erkek dışında cinsiyetleri kabullenemiyor; rollerinden sıyrılmış cinsiyetlerin yaşayacakları bir “yaşamını idame ettirebilme gerçeğini (ya da hayalini)” yaratamıyor. Kendini ne kadar zorlasa da tarihteki politik olayların sırasını büyük ölçüde değiştiremiyor. Mesela uzun bir zaman en eski medeniyetin Mısır olduğu sanıldı. Ancak doksanlardaki kazı çalışmaları Sümerlerin daha eski olduğunu söylese dahi, hala birçok insan Mısır’ı daha eski biliyor ya da algılıyor mu demek gerek?

Foucault’nun iktidar kavramı ise Yüzüklerin Efendisi anlatısına karikatürsel boyutta cuk diye oturuyor. Zira bilgi-iktidar ilişkisi, toplum tarafından reddedilme / aşağılanma cezalandırılmaları ve gözetlenmenin etkileri romanın (destan daha doğru sanırım) her sayfasında kendini gösteriyor. Bilbo yapmak istemediği şeyi (yüzükten ayrılmayı), Gandalf’ın arifliğinin karşısında yapıyor; Frodo gözetlenme, izlenme korkusundan eriyip bitiyor; yer yer kahramanlar “korkak” sıfatını yememek için ölüme yollanıyor vs. vs.

Sonuç olarak Tolkien dünyası, insanın anlatılarda fikri ufuklara ne denli bağlı olduğunun (daha doğrusu mahkum olduğunun) bir ispatı gibi. Aynı zamanda iktidar kavramının reddedilemeyecek bir biçimde beyne işlenmiş olduğunu gösteriyor. Cinsiyet (gender) teorilerinin azımsanmayacak şekilde var olduğunu ve hem “kadın” hem de “erkek” modellerinin sil baştan yaratılan bir dünyada dahi aynı kaldığını gösteriyor bize (11). Tüm bunların romanın ve filmlerin popülerliğiyle beraber düşünülmesi esasında biraz da korkutucu bir manzara çıkarıyor karşımıza. Zira bu kitapların bu denli popüler olmuş olması (ünlü olmasından bahsetmiyorum, kitlelere ulaşmış ve beğenilmiş olmasından bahsediyorum), Tolkien’in insanların kolektif bir biçimde üretmiş olduğu alt içeriklerden sıyrılmamış olduğunu gösterir ve aslında hepimizin “para”, “efendi-köle”, “cinsiyet”, “soy-sop” gibi unsurları kabullenmiş olduğumuzu gösterir.

Yazan: Emin Saydut

Notlar:

(1) Deniz Erksan, Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği, “Çevrilmiş bir yapıta Önsöz”. Metis yayınları: İstanbul, 1996. 14

(2) Tolkien’nin bu yorumlarını (karşı çıkışlarını) Wikipedia’dan, kitapların önsözlerinden okudum ve ayrıca İngiliz ve Amerikan Edebiyatı hocasından duydum. Daha da derinlemesine gidilmek istenirse, Tolkien’in yazmış olduğu“On Fairy Stories” adlı kitap bulunup okunabilir.

(3) Ben bu makaleyi Terry Eagleton ve Drew Milne’in beraber derlediği “Marxist Literary Theory, Blackwell, 1996” adlı kitaptan buldum. Sayfa 351-374

(4) Bir örnek için Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 37-38

(5) Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 276-278. Sam, şölende bile rahat edemiyor; zira efendisini memnun etmek onun için çok önemli

(6) İlk kitapta dört kadın geçiyor. Birincisi kıskanç, “dırdırcı” Lobilia; ikincisi güzel ve ev işleri ile meşgul Nehrinkızı Altınyemiş; üçüncüsü güzelliği dillere destan Arwen; dördüncüsü ise Elf Kraliçesi Galadriel.

(7) Bence bu çok açık bir şey. Tek tek cümlelere referans vermeye gerek görmedim.

(8) Aragorn: kral, Gimli: paşa çocuğu, Gandalf: arifler divanından, Legolas: kendi kralının buyruğu, Frodo: zengin Bilbo Baggins’in evlatlığı vs. vs. ki kitapta geçen tüm karakterler ortamın en ağır abileri. Pippin ile Merry ikinci kitapta ormanda kayboluyor ve Ormanın Efendi Ağacı onları buluyor vs.

(9) Bkz. Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 239

(10) Eagleton, Terry; Milne, Drew. Marxist Literary Theory. Blackwell Publishers: Oxford. 1996. 352

(11) Gerçi Ursula K. Le Guin bu konuda bazı açılımlar yaptı.