Ercan Kesal – Peri Gazozu

25 Ağustos 2024 Yazan:  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Manşet, Sanat

İlk kez ‘’Üç Maymun’’un ‘’oportünist’’ siyasetçisi Servet olarak tanıdığım Ercan Kesal’in -pavyondaki kabadayı tiplemesi aklımda kalmış olsa da- ‘’Vavien’’de rol aldığını, ustalıklı oyunculuklar ve harikulade bir senaryonun Nuri Bilge Ceylan’ın ellerinde hayat bulan muhteşem yapıt ‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’ filmini izledikten sonra fark edebildiğimi söylemek zorundayım. Bir Zamanlar Anadolu’da her geçen gün kendini yönetmen ve oyuncu zannedenlerin ucuz Hollywood maskaralıklarının daha da ucuz kopyalarını yaparak çöplüğe dönüştürmek istedikleri Türk sineması adına gurur duymama ve sönmekte olan umudumun yeşermesine neden olmuştur. 

Ercan-Kesal–Peri-Gazozu

Ercan Kesal’in unutulmaz ‘’muhtar’’ performansından yeterince etkilenmişken, senaryo ekibinde yer aldığını öğrenmem, akabinde Radikal’deki yürek burkan yazıları ve derken Peri Gazozu isimli kitabı, kendisinin de vurguladığı gibi istesek de istemesek de ‘’birbirimizin hayatlarının içinde’’ olduğumuzun en büyük kanıtlarından oluyor. Önsözde, sanatçının çocukluğundan beslendiği ilkesine katıldığını belirterek ‘’hayatımız, bir yumağın sürekli sarılmasıdır’’ diyen, insanın insana yabancılaşmasına, sömürü düzenine, tüketim kültürüne ve kapitalizme boyun eğmemiş, dürüst ve haysiyet sahibi bir insanın sıklıkla okuruna seslenen kitabı Peri Gazozu.

Freud, gündelik hayatta karşılaşılan bir olayın, yazara bir çocukluk deneyimini anımsatmak suretiyle ‘’eski bir isteği’’ harekete geçirdiğini, yazarın yaşadığı yeni ve eski olayı birlikte kullanmak suretiyle sanat eserini meydana getirdiğini söylemekte ancak bireyselliğin ‘’örtülü’’ bir biçimde ifade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece yapıtındaki bu bireysel ve bir bakıma bencilce niteliğini “örtmek” sanatçının en önemli özelliklerinden biri olmaktadır. ‘’Yazarlığının insanların hikâyesini gölgelemesinden’’ çekindiğini söyleyen Ercan Kesal böylece kendi yaşadıklarından yola çıkarak Anadolu insanının ölüm ve yaşam üzerine evrensel hikâyesini anlatmaya çalışıyor.

‘’Tommiks ve Teksas’larımı hiç sakınmadan paylaştığım’’ cümlesi kendi çocukluğumu aklıma getirdi. Annem de böyle derdi çizgi romanlarım için. Tom Braks, Zagor, Kaptan Swing veya Teks okunsa da onlar hep ‘’teksas, tommiks’’ diye bilinirdi anneler tarafından. Bir gün ben evde yokken annemin bütün çizgi romanlarımı yaktığını öğrenmiştim de günlerce ağlamıştım. Gözlerin bozulacak derdi ama aradan geçen otuz yıla rağmen hala özlüyorum yakılan kitaplarımı. İtalyan kaynaklı olduğunu o zamanlar bilmediğimiz bu kahramanlarla birlikte yaşar, yerlilerin arasında dolaşır, kırmızı urbalı işgalcilerle ve kötü adamlarla savaşır, kendisi de bir asker olmasına karşın haksız yere saldırıya hazırlanan komutanına karşı çıkabilecek kadar insancıl karakterlerle kendimizi özdeşleştirirdik. Günümüzün, insanlığa nefret duygusu aşılayan, halkları birbirine düşman eden, barışın ancak silah gücüyle sağlanabileceği düşüncesine sahip kitap ve film karakterlerini gördükçe o günlerin ne kadar masum olduğunu hatırlıyorum.

Peki, üzerine bayrak örtülmüş tabutlara sarılarak babalarının göğüslerini arayan yetimlerin hüznünü daha ne kadar seyredeceksiniz televizyonlarınızdan diyerek isyanını dile getiren ve ‘’yetmedi mi’’ diyen yazar, şöyle devam ediyor: ‘’Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğumuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.’’

Diğer hayvanlar üstüne fazla bir bilgimiz olmamasına hatta çoğumuzun ömründe devekuşu görmemesine karşın bu topraklarda yaşayan herkese anlatılmak zorundaymış gibi, devekuşunun tehlikelerden korunabilmek için kocaman vücudu dışarıda dururken kafasını kuma gömdüğü biz çocuklara anlatıldığında önce şaşırmış sonra gülmüştük. Oysa okudukça, öğrendikçe, anladıkça kafasını kuma gömmekle gerçeklerden kaçabileceğini düşünenin asıl bizler olduğunun farkına vardığımı söylemeliyim. Bu durumu yazar şu olayla anlatıyor:

‘’Batman Çayı’nda boğularak öldürülmüş halde bulunan on beş yaşındaki Hatice’nin, iki kuzeninin tecavüz etmesi sonucu hamile kaldığı ve dedesinin azmettirmesiyle iki amcası tarafından öldürüldüğü anlaşıldı. Hatice’nin cesedi devlet hastanesi morgunda duruyor. Plastik torbaların içinde, soğuk mazgallara iterek, öylece bıraktılar. Kimseler almadı ölüsünü.

Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri ‘Sessizlik Kulesi’’ adını verdikleri bir kuleye gizlenerek yırtıcı kuşların ölüleri nereden yemeye başladığını izlerlerdi.

Türkiye’yi koca bir ‘’sessizlik kulesi’’ yaptık en sonunda… Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz. Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.’’

‘’Yedi yaşındaki oğlumun, ben büyüdüm artık demesi üzerine ‘’odama dönüyorum sessizce. Oğlum ‘’ben büyüdüm’’ diyor, demek ki ölebilirim artık’’ cümlelerini okuyunca gözyaşlarımı tutamadım. Oğlumun dünyaya gelmesinden sonra yaşamak hem kolay hem daha da zor bir hale geldi. Bir yandan kolaylaşıyor temiz bir kalp, masumiyet, merak, ardı arkası kesilmeyen sorular, ışıldayan gözler, geleceğe dair umut… Diğer yandan zorlaşıyor, yeni dünya düzeni adı altında her şeyin iyisinin seçilerek burjuvanın hizmetine sunulması demek olan sömürü düzeninin gizlenerek sürdürülmesi, fakirler için temiz su ve gıda bulmanın giderek zorlaşması, ilaç firmalarından çok uluslu şirketlere kadar büyük kapitalistlerin para uğruna insan yaşamıyla oynaması, beyin yıkama ve propaganda tekniklerinin had safhada uygulandığı Hollywood filmleri, insanı soysuzlaştıran TV yapımları ve işbirlikçi medyayı düşündükçe, insanın kötülük yapmak için yaratılmış olabileceğine inanmasam da, bir ‘’sessizlik kulesi’’ haline gelen ve her türlü onursuzluğun, alçaklığın daha da arttığı, değerler ve inançların kale alınmadığı bir yer haline dönüşen ülkemde çocuklarımızın nasıl yaşayacağını, bunlarla nasıl başa çıkacağını düşünüyorum ve üzülüyorum.

Kendilerini kapitalizmin nimetlerini içselleştirmiş inançlı sosyalistler olarak tanımlamakla bizleri aptal yerine koymaktan çekinmeyen insanları değil de dürüst ve onurlu insanları tanımak geleceğe umutla bakabilmek adına dayanma gücü veriyor ve çocuklarımız adına mutlu oluyorum. Kapitalizmin bütün uğraşısına karşın insanlık ölmeyecektir, buna inanıyorum. Bir şiirinde Ataol Behramoğlu şöyle diyor:

Tek Başınalık

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü biri
Ve hiçbir şey yapmamaya karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir öteki
Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü bir üçüncü
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü yüz binler
Ve tek başınalıklarını sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
Diye düşündü milyonlar
Milyonlarcaydılar

Ve tek başınaydılar

Bu arada birileri
Onlar adına
Karar vermekteydi

Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar…

Ziya Gökalp, Türklük bilinci oluşturabilmek maksadıyla çalışmalar yaparken Türk kimliğine yakışmadığını düşündüğü bazı söz ve deyimlerden kurtulma yoluna gitmiştir. Bunlardan biri ‘’Türk’e beylik vermişler, tutmuş babasını kesmiş’’ mealindeki sözdür. Bu sözden tamamen kurtulamayacağını anlayınca Türk ibaresini sahipsiz ‘’buçuk millet’’ olan Çingene ile değiştirme yoluna gitmiştir. Bu söz niçin söylenmiştir, kim söylemiştir, haklı mıdır, haksız mıdır, tartışmasına girmeyeceğim ancak ‘’bugün git yarın gel’’, ‘’benim memurum işini belir’’, ‘’selam verdim rüşvet değil deyü almadılar’’ sözlerinin özetlediği, hatasız işleyen ancak hiçbir iş üretmeyen ve vatandaş lehine inisiyatif kullanmaktan kaçınan merhametsiz bürokrasi için söyleyebiliriz. Kemal Sunal’ın Gülen Adam isimli filminde yıkım ekiplerine başkanlık eden karakter bürokrasinin merhametsiz yönünü çok iyi ifade etmektedir. Kitapta da bu durumu özetleyen şöyle bir olay anlatılmaktadır:

 ‘’Dokuz on yaşlarında bir çocuk. Karşımda sessizce oturuyor. Yanında bir jandarma. Biraz ötede babası. Başı önünde, dalgın. Jandarmanın uzattığı tutanağı okuyorum. ‘’Fiili livata’’. Amcasının işi. Tutanak ayrı bir felaket. İfadesini alırken içini dışına çıkarmışlar sanki. Tuhaf sorular, gereksiz ayrıntılar. Sormuş ve seyre durmuşlar.

Hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu? Öyle bir olay işte.’’

‘’Babamı kendi hastanemde kaybettim’’ sözleri bana Reign Over Me filmini hatırlattı. Bu filmde iki arkadaşın sinemaya giderek tüm gün komedi filmi izledikleri bir sahne vardır. Nerede oldukları bilinmediği ve telefonları da kapalı olduğu için kimse onlara ulaşamamıştır. Sinemadan çıktıklarında birinin telefonlarında onlarca cevapsız çağrı vardır ve evi aradığında babasının öldüğünü öğrenir. O sinemada kahkahalarla gülerken babası ölmüştür. Ben de babam hasta olduktan sonra ne zaman bir film izlemeye başlasam ölüm haberi alırım korkusuyla yaşadım bir süre ve babam ben sinemadayken değil de yanımdayken öldü.

‘’Babam parkinsonun son evresinde ve artık yatağa bağımlıydı. Annem, babamın yanında namazını kılarken bir ara babamın sesinin çıkmadığını fark eder. ‘’Selam verdim… Mevlüt, Mevlüt dedim. Cevap vermedi. Yanına vardım. Ellerini tuttum, soğuktu. Olsun dedim, her zaman soğuk olur zaten… Ama ağzını yummuş. Nefes de yok. O zaman anladım. Sonra senin mantı yediğin aklıma geldi. Bakıcı kızı çağırdım kapıdan. Abine haber verme dedim. Mantısını yesin, sonra söylersiniz. O baba delisidir, koşar gelir, yemeği yarım kalır.’’

Ercan-Kesal

Anadolu kadını tam da böyledir. Soğukkanlıdır, bu dünyanın gelip geçiciliğini bilir. Bir Karadeniz türküsünde olduğu gibi: ‘’Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı’’ der. Oysa kendine ve ölüme yabancılaşarak, varoluşunu tüketime dayandırmış kitleler ortalığı ayağa kaldırıyorlar her ölümde, sanki kendilerine ölmeyecekleri söylenmiş gibi. Bu dünyanın her zevkini tatmak istiyorlar ve bunun için varolduklarına inanıyorlar. Samimiyetsiz ilişkiler, plastik suratlar, cerrah eliyle düzenlenmiş vücutlar, özgürlük adı altında cinsellik… Roma soylularının ziyafet verdikleri mekânlarda kusma odaları bulunduğu söylenir. Karnını tıka basa dolduran ancak daha fazla ve farklı lezzetlerden tatmak isteyenler buraya giderek, yediklerini kusar ve boşalmış mideleriyle yeniden o sofraya dönerlermiş. Hayat artık böyle yaşanıyor ve böyle yaşanması teşvik ediliyor. Avrupa düşüncesi ‘’armut dibine düşer’’ ilkesinden hareketle ataları Romalılardan farklı bir yaşam biçimi geliştiremiyor.

Sümerlerde kralın ölümünden sonra saraydaki tüm hizmetçiler, ölümden sonraki hayatta krala hizmet etmesi gerektiği düşüncesiyle öldürülerek kralın mezarına konulurlardı. Din, saray kaynaklı olduğu ve ölünce cennete gitme sarayın tekelinde olduğu için saraya girebilmek ve kralın ardından ölüme gönderilmek fakir insanların tek kurtuluşu olabiliyordu. Bir Sümer kral mezarı açıldığında hizmetçi kızlardan birinin kurdelasının saçında değil de avcunda olduğu ve pozisyonunun diğerlerine göre biraz farklı olduğu görülür. Hizmetçi kızın törene geç kaldığı ve kurdelasını saçlarına bağlayacak vakit bulamadığı düşünülmektedir. Kurdelası avcunda kendi mezarına koşan bu hizmetçi kızı ne zaman düşünsem içim burkulur. Ve aklıma ölümün bu kadar basit olduğu, onursuz bir hayat sürmektense ölmenin yeğ olduğu düşüncesi gelir.

‘’Daha üçüncü gün ranzadaki yatağımda kıvrılmış elimdeki ipliği koklayarak gizlice ağlıyordum. Zavallı valizimin bir türlü kapanmayan fermuarını halı dokurken kullanılan kındapla bağlamıştı annem ve kındapın annem gibi koktuğunu keşfetmiştim. Sonraki geceler koynumda annemin kokusu, kındapla uyudum hep.’’

Ortaokul için evden ayrıldığımda anne-babamla vedalaşıp bindiğim arabanın her anında şimdi arabadan insem bir dakika sonra evimde, annemin, babamın, kardeşlerimin yanında olurum, şimdi insem beş dakika, şimdi insem yarım saat, şimdi bir saat derken saatlerce gidip dönmenin olanaksız olduğu yere ulaştım. Kahvaltıya oturduk. Abla diye seslendiğim bir komşumuzun ‘’Sizinkiler de şimdi kahvaltı yapıyorlardır’’ demesiyle hıçkırıklara boğularak ağladığımı hatırladım. Sonra bavuluma bakıp evime, aileme özgü ne varsa, bir yaprak, bir çamur parçası, ekmek kırıntısı veya oradayken de giydiğim bir kıyafete bakıp bakıp ağladığımı unutamam.

‘’Sağlık ocağındaki beş ya da altıncı ayınızı bitirdiğiniz günün sabahı ‘’ölü defin raporu’’ yazmanız için cenaze sahibi bir adam gelir. İnanılmaz bir yoksulluğun ortasında, sessizce bekleşen insanların arasından, bir odanın köşesindeki sedirde yatan ölü çocuğun yanına varırsınız. Çocuğun yüzü size çok tanıdık gelir. Bir ara gözünüz sedirin yanındaki komodinin üzerinde duran şişeye ve altındaki reçeteye takılır. Kendi yazınızı tanırsınız hemen. Reçetenin üzerinde yarısı içilmiş öksürük şurubu. Tamam. Bu geçen hafta muayene ettiğiniz zatürreeli çocuk. Epeyce bir antibiyotik yazmıştınız ama onlar nerede? Antibiyotikler işe yaramadı mı acaba? Babaya yavaşça sorarsınız.

‘’İlaçların hepsini kullanmıştınız değil mi?’’

Biraz duralar baba, sonra özür diler gibi konuşur:

‘’Bu günlerde durumumuz yoktu doktor bey. Öksürük şurubunu alalım da iğneleri sonra yaptırırız dedik…’’

İşte o günden sonra yazdığınız her reçete elinize yapışır. Çocuk hastaların reçeteleri hele. Geceleri sıkıntıyla uyanır, gündüz yazdığınız reçeteleri bir kez daha geçirirsiniz zihninizden. Yazdığınız ilaçları alıp alamayacağını, nasıl alacağını sormadan gönderemezsiniz artık hastayı.’’

Öyle bir yere dönüştürdük ki dünyayı herkesi sıradanlaştırmanın, özgünlükleri, insani değerleri yok etmenin, zulme boyun eğmenin daha iyi yaşamak için tek geçerli yol olduğunu kabullenir olduk ve insana yabancılaştıkça başkalarının ölümlerini daha az önemsemeye, kendimizi dünyanın merkezine koymaya başladık. Bu gidişata dur diyebilen cesur insanlardan Ercan Kesal kitabıyla ve anlattıklarıyla yüreklerimizdeki pası bir nebze olsun siliyor.

‘’Mardinli yetmiş sekiz yaşındaki bir ihtiyar İbrahim Aslan ‘’dualarım kabul oldu’’ diye sevinçten ağlıyordu. Oğlu Emin’in kemikleri on sekiz yıl sonra bir kuyunun dibinde bulunmuş da ona seviniyormuş. Şimdi arkanıza yaslanın ve bir an düşünün. Bir baba, on sekiz yıl önce öldürülen ve kaybedilen oğlunun, kafatası ve kemikleri, yanmış bir halde bir kuyunun dibinde bulundu diye sevinç gözyaşları döküyor! Bundan sonraki tüm sevinçlerim bu ülkeye haram olsun.’’

Ercan Kesal, Peri Gazozu

İletişim Yayınevi

1. Basım, 2024, İst.

180 s.

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarın diğer yazılarını okumak için yazar sayfasına bakınız.