Yeşilçam Klasikleri: Suçlular Aramızda

Sanatın sosyo-kültürel ve politik bağlamdan soyutlanamayacağını” düşünen usta sinemacı Metin Erksan’ın yönettiği Suçlular Aramızda (1964) özenli üslubu ve gelişkin anlatımından ötürü sağlam bir suç öyküsü. Ekrem Bora, Belgin Doruk, Leyla Sayar ve Tamer Yiğit’in oynadığı filmde; şantaj ve hırsızlık, metres hayatı yaşayan vamp tiplemesi (typification), caz müziği, striptiz yapan kadınlara rastlanan gece kulüpleri, geniş objektifli çekimler, modern İstanbul yaşantısı ve varoşların yarattığı çelişki, bir (film noir) izliyormuş hissine kapılmamızı sağlayan başat sinemasal elementlerden bazılarıdır. Metin Erksan, toplumsal sınıflar arasındaki çarpıcı karşıtlıktan yararlanarak suçun farklı sınıflardaki yansımalarını ele almaktadır. Suç ve suçlu patolojisi klasik dönemin Hollywood filmlerindekini aratmayacak denli ustalıkla işlenmiştir. Susuz Yaz (1964), Yılanların Öcü (1962), Sevmek Zamanı (1965), gibi ustalıklı filmlerinde de tanık olduğumuz gibi bu filminde de yönetmen, cinsel imge ve fetiş nesnelere yer vermiş, Türk sinemasının başyapıtlarından birine imzasını atmıştır.

Jeneriğin caz müziğiyle aktığı Suçlular Aramızda’da temel mesele sınıf çelişkisidir. Metin Erksan’ın “mülkiyet üçlemesi” adını verdiği toplamda baktığı meselelerle birlikte ele alınabilecek görüngüler barındırır bu film de. Sırasıyla; Yılanların Öcü (1962), Susuz Yaz (1964) ve Kuyu’da (1968) mülkiyet olgusunun muhtelif göstergelerine bakan auteur, burada da sınıf çelişkisini burjuvaziyi sorunsallaştırarak yansıtmayı denemiştir. 1962’de çektiği Acı Hayat’ta da eşitsiz yaşam koşulları ve sınıf çelişkilerine odaklanan yönetmen 1960’larda imzaladığı birçok filmde -ki bu dönem, kendisinin de kabul edeceği üzere sinemasal anlamda en başarılı olduğu dönemdir- benzer temaları farklı görüngüler ve temeller açısından yineleme yolunu seçmiştir; bir auteur’ün pratize edeceği gibi…

Sonradan görme servet sahibi Laz Halis Bey’in (Atıf Kaptan) şımarık ve ukala oğlu Mümtaz (Ekrem Bora), proleter kökenli karısı Demet’i (Belgin Doruk) sevmekle birlikte; şuh ve çekici bir metrese de “sahiptir” (Nükhet rolünde Leyla Sayar). “Sahiptir”; çünkü satın almaya alışmış şımarık bir burjuvadır. Aynı zamanda sekreteri ile de ilişki hâlindedir. Sekreteriyle birlikte göründüğü bir sahnede, ona masanın üzerine çıkmasını emrettikten sonra, bacaklarının arasından kurukafayı tam isabetle geçirir ve jartiyerli bacaklarını çekiştirip, öpüp, okşayarak şöyle der: “Üzülme, kırk çift alırım…”

Her şeyi satın alabilecek güce ve servete sahip olduğunu düşünür Mümtaz; bundan çok emindir de… Az önce, Erksan’ın birçok yapıtında erotik imge ve fetiş nesnelere yer verdiğini söylemiştim. Bu sahnede de jartiyer fetişizmi sözkonusudur. Sözkonusu sahne, hem bir jartiyer fetişizmini görselleştirir hem de kapital’in her şeyi satın alabileceğinin bir göstergesi olup çıkar. Mümtaz, burjuva sınıfının hastalıklı bir üyesi olarak her şeyi satın alabileceğini öğrenmiş bir züppedir (snob). Jartiyer onun için kolayca satın alınabilecek bir metadır. Kadının kendisi de öyle. Kadınlar da, jartiyer de birer meta olarak aynı kapital-dizgenin içindedir. Freud’un da ifade ettiği gibi fetişistlerin ayakkabı, sutyen ve eldiven gibi nesnelere, yumuşak ve kadife eşyalara hassaten ilgi gösterdikleri biliniyor. Suçlular Aramızda’da bu nesne jartiyerdir… Dolayısıyla kadınların sahip oldukları değil, Mümtaz’ın onlara sahip olması önemlidir. Eğer kadın, Mümtaz’ın her istediğini yaparsa, Mümtaz onu mala mülke boğacaktır. Emirlerini yerine getirmesi yeterlidir.

Metresi Nükhet’le arasında geçen bir telefon konuşmasında ona; “Seni çıplak görmek isterim.” diyen Mümtaz, şu yanıtı alır: “Zaten hep öyle görüyorsun…” Metresi ile ilişkisinin başat nedeni sekstir her şeyden önce. Sahneyi zenginleştiren görsel (visual) detaylar çok daha çarpıcıdır. Bahsi geçen telefon konuşması sırasında hem Mümtaz hem de Nükhet birer partneriyle birliktedirler. Nükhet’in yatağını paylaştığı erkek de bir zenci. Onun; “Siyah bir kombinezon var üzerimde…” sözleri, demin de bahsettiğim, insan-meta ya da bir meta olarak özne paradoksunu yeterinde görünür kılmaktadır. Mümtaz’a göre Nükhet ne ise (hem varoluş hem de erotik anlamda) Nükhet’e göre de zenci partneri odur. Ayrıca bu sahne, Mümtaz’ın daha önce Nükhet’i başka biriyle sevişirken izleyip izlemediğini (voyörizm) düşündürür. Burada zenci erkek egzotizmi, sekste yeni keşifleri ima etmektedir kuşkusuz. Hemen hemen benzer motivasyon ve görüngüleri barındıran bir başka yapıt da, tür sinemasında (genre movie) uzmanlaşmış Mehmet Aslan’ın, İtalyan giallo yönetmeni Sergio Martino’nun Lo strano vizio della Signora Wardh (1971, Bayan Wardh’ın Garip Ahlak Bozukluğu) isimli kara film’inden uyarladığı Aşka Susayanlar - ve Cinayet (1972) adlı giallo’dur. Eva Bender ve zenci partnerinin bulunduğu sahne. Burada da telefon konuşması var… (Bu filmi yazmıştım daha evvel. Burdan buyrun.)

İnsanlara sahip olma ve paranın kudreti üstüne en can alıcı sahnelerden biri de Mümtaz’ın, metresinin çıplak vücudunu kâğıt paralarla örttüğü sahnedir. Belkide filmin en unutulmaz sahnesi.

Öte yandan; Halil (Tamer Yiğit) ile Demet arasında geçen şu diyalog anlatının genel çerçevesini, yani sınıf çelişkisini iyice somutlaştırır:

HALİL: Sen fakirliği bilmiyorsun. Özleme onu. Yedi bitirdi beni bu rezalet! Sonunda az kalsın hırsız olacaktım.

DEMET: Hiçbir zaman sevmedim onu. Parası için katlandım ağız kokusuna. Orta hâlli aile kızları hep zengin erkek hayali kurarlar. Mümtaz’la zengin olduğu için evlendim. Birgün onu severim diye düşünmüştüm. Yanıldım. Her dilediğime sahip oldum. Ama bu yetmedi…

Acı Hayat’da da benzer mahrumiyet psikolojisi sözkonusu. Burada da Ayhan Işık ve Türkan Şoray, proletaryaya mensup iki sevgilidir. Bir türlü evlenemeyen, başlarını sokacakları uygun bir çatı bulamayan âşıkları zor günler beklemektedir. Şoray’ın lüks yaşamın cezbediciliğine kapılarak zengin ve şımarık bir burjuvayla (yine Ekrem Bora) evlenmesi; ama mutluluğu bulamayıp pişmanlık duyması Suçlular Aramızda’nın Demet’i için de aynıyla geçerli. Demet ve Şoray, proletaryadan gelen, parasal doygunluğa ulaşan; ama sevgi ve mutluluğu tadamayan yoksun tiplemelerdir. Her iki filmde de şımarık burjuva üyesini canlandıran kişinin aynı aktör olması tesadüf mü? Bizce hayır. Ekrem Bora, Acı Hayat’taki tiplemesine göre çok daha “arızalı” ve patolojik bir figürdür. Son sözlerini dinleyelim:

“Çaldım, öldürdüm; fakat ben yaptıklarımdan ötürü kendimi suçlu saymıyorum. Suç bende değil. Ben içinde yaşadığım çevrenin şartlarına uydum. Sizsiniz o çevre! Benim yerimde sizler olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız. Benim sonum geldi artık. Ama beni yargılayacak, bana hüküm verecek hiçbir kuvvet tanımıyorum! Beni benden başka hiçbir kuvvet cezalandıramaz!”

Evet. Mümtaz’ın son sözleridir bunlar. Ölürken bile Mümtaz’ın “Kibir en sevdiği günahtır.” Erksan’ın Mümtaz’a yukarıdaki sözleri söyletmesi, eleştirisini kişilerden alıp büyük bir sınıfa, sözümona burjuvaziye yönelttiğinin bir göstergesi olup çıkar. Ve benzer hastalıklı psikoloji Tunç Başaran’ın Büyük Kin (1967) isimli filminde de bahis konusu. Zengin (Reha Yurdakul) babasının kendisine her şeyi sağladığını; fakat ilgi ve sevgi göstermediğini düşünen psikotik genç adam (Yıldırım Gencer) ciddi bir varoluşsal boşluğa düşmüştür ve içinde biriktirdiği öfkeyi bir proleterin (Ayhan Işık) ailesini arkadaşlarıyla birlikte katlederek kusar. Bu genç adamın ve Mümtaz’ın ruh durumu hemen hemen benzer özelliklere sahiptir. Servetin, lüksün huzur getirmeyeceği tezi klasik dönem Amerikan sinemasında olduğu gibi Türk sinemasında da defaatle işlenen temalardandır. Otto Preminger’ın Angel Face’ini (1952, Muhteris Ruhlar / Melek Yüz) ya da Lewis Milestone’un The Strange Love of Martha Ivers’ını (1946, Martha Ivers’ın Tuhaf Aşkı) bu bağlamda refere edebiliriz.

 

Suçlular Aramızda, sınıf çelişkilerini derinlikli olarak ele alan ilk büyük Yeşilçam filmidir. Birçok açıdan da güncelliğini koruyan bir yapıtıdır. Keşfetmeyen var mı?

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Yeşilçam Klasikleri: Aşk ve Kin

’ın ’i (1964; diğer adıyla “Öldükten Sonra Bile) görsel dili gelişkin bir melodram. Entrika ve düğümün detektif olmayan bir amatör tarafından çözümlendiği ve genel olarak İngiliz romanı ve dolayısıyla sinemasında yaygın olarak işlenegelen Cozy’lere benzeyen ve Kin, akılda kalıcı, eskimeyen, güçlü sahneler yaratmayı başarmıştır. Tam olarak Cozy formunu ihtiva etmese de, Locked-room’un belli başlı niteliklerine haiz. Dışa kapalı ve esrar içindeki malikane ve çözümlenmeye muhtaç, doğal olarak seyircinin de merakını kamçılayan bir gizemler silsilesi öykünün çatısını oluşturuyor. Cozy’lerdeki gibi, mutlak surette tasarlanmış ya da amatör detektifin düpedüz tanık olduğu bir cinayet yok gerçi bu filmde. Fakat klostrofobik atmosferi, Anglosaksonların hikayelerine odaklanan, burjuva sınıfını veya orta-sınıfları takip eden Cozy’leri kimi açılardan andırıyor. Yine Cozy’lerdeki, belirli ölçülerde ama kimi kez mesafe takınarak öyküye taşınan kara mizah (black comedy) elementleri de mevcut.

Aşk ve Kin’de, trafik kazası sonucu sandalyeye mahkum olan tiyatro yazarı (Turgut Özatay), öykünün bir durağında, uşağına, iyi bir piyesin elemanlarının nasıl ustalıkla biraraya getirilmesi gerektiği üzerinde kısa bir nutuk da çeker. Tiyatro yazarının edebi vasıflarına ışık tutmasının yanı sıra, aslında bütün bu nutuk, Aşk ve Kin’in tematik açılımları ve örgensel çatısı ile alakalıdır. Çok kereler en iyi yapıtlar, kendilerine referansta bulunarak öyküsel çizgileri / temelleri hakkında argüman sunarlar izleyiciye / okuyucuya. Şimdilerde (dünya ölçeğinde de 1980’lerin başından başlayarak) postmodern anlatıların metinlerarasılık bağlamında “okunması” da bu bağlamda ayrıyeten anımsanabilir. Postmodern yazarlar, anlatılarında okuyucuya (ki bu okur tipi klasik ya da modern okur tipi ile karıştırılmamalı.) imalarla, alttan alta, bazen direkt “göstererek” muhtelif ipuçları sunuyorlar. Okur da yazar gibi metni yeniden inşa etmiş / kurgulamış oluyor… Evet, Aşk ve Kin’de tiyatro yazarının hizmetçisine sunduğu doneler de aslında doğrudan izleyiciye dönüktür. Ki düşünelim: Kahya veya hizmetçi, işvereninin (dolayısıyla oyun yazarının) söylediklerinden hiçbir şey anlamadığını itiraf edecektir!… İşte yazarın edebi argümantasyonunun neden biz izleyiciyi ilgilendirdiğini böylelikle kanıtlamış oluyoruz.

Aşk ve Kin, bir türlü gerçek manada açığa çıkamayan cinsel enerjinin () patlamak için bahane aradığı sofistike bir evren sunmaktadır. Bu anlamda belirsiz ve gri karakterler de karşıtlıkları / çelişkileri bünyelerinde barındırırlar. Bir zamanların gözde oyun yazarı (Özatay) ile genç karısı () arasındaki yaş farkı klasik noir’da sıklıkla karşımıza çıkan genç kadın-yaşlı erkek diyalektiğini sınamamızı sağlar. Sandalyeye mahkum yaşlı adam tipolojisi, erkekliğini (fallus) çoktan kaybetmiş iktidarsız bir adamı betimlemek için handiyse ideal bir çözümdür. Bir kamçı sado-mazohizmi (Charles Vidor’un Gilda’sı), bir baston yenik düşmüş erkeklik organını (Edward Dmytryk’in Murder, My Sweet’i), alçıda bir bacak kadın korkusu ve iktidarsızlığı (Alfred Hitchcock’un Rear Window’u), yine elektrikli sandalye yenik penisi (Howard Hawks’ın The Big Sleep’i) yeterince ima edebilen sinemasal görsel-stilistik atraksiyonlardan birkaçı. Aşk ve Kin de karanlık öyküleri ve melodramlarından cesurca yararlanıyor.

Güçlü cinsel çağrışım ve erotik detaylar bununla sınırlı değil elbet… Ateşli kadın tiplemesi ise Leyla Sayar’ın bedeninde cisimlenmektedir. Kuşkusuz Leyla Sayar dönemin vamp ve femme fatale koleksiyonunda ilk sırada yer almaktadır. Metin Erksan’ın burjuvazi eleştirisi Suçlular Aramızda (1964), Ümit Deniz’in romanından uyarlanan, senaryosunu Attila İlhan’ın yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği Ölüm Perdesi (1960) ve Halit Refiğ imzalı Şehrazat (1964) adlı filmlerde de üst düzey bir oyun sunan Sayar, hırs ve tutkusunun tükettiği bir kadını canlandırmaktadır. Şoför ile seviştiği sahnede, pastanın üzerindeki iki mum birbirine yapışarak erirler…

Öte yandan, eski yazarlık başarısını yineleyemeyen ve adeta düş gücünün (imgelem) oyununa gelen oyun yazarı, kıskançlığının son raddesindeki bir yenik benlik olarak ölümü karşılarken bile edebiyatçı kişiliğinin yaratıcılığından faydalanma yoluna gidecektir! Ama Cozy’lerde rastladığımız üzere, parlak “amatör detektif” () her şeyi çözecek, polislere yardımcı olacaktır…

Açgözlülük ve para, tutku ve hırs, aşk ve kıskançlık, kin ve , seks ve alkolizm, kumpas ve entrika; caz müziği eşliğinde bu lüks burjuva evinin etrafını ören detaylardır. Gölgeli duvarları sarmalayan doldurulmuş kuşlar, bir eğretileme (metafor) olup çıkarlar. Kendi kozasına hapsolmuş, yaşayan ama ölü insanlar…

Filmdeki ilginç bir detay da Belgin Doruk’un gördüğü grotesk kabustur. İçsel psikolojik çatışmanın grotesk ayrıntılarla süslenerek görselleştirildiği kabus sahnesinde oyun yazarını “İblis” formunda görürüz… Hollywood sinemasında; psikolojik gerilim filmlerinde (thriller’lar), uzamın bilinçdışının bir yansıması biçiminde kurgulandığı siyah-beyaz korku filmlerinde ve elbette noir’ın sisli coğrafyasında, anlatım sorunlarını çözümlemek, ruhsal ikilem gelgit, ve deformasyonların stilize (estetik) bir anlatımla görselleştirilebilmesi amacıyla rüyalardan, ürkünç kabuslardan, karabasanlardan yararlanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda Aşk ve Kin, beslendiği damara, üzerine kurulduğu geleneğe oldukça estetik sinemasal kodlarla eklemleniyor. Yönetmen Turgut Demirağ’ın ve elbette filmin sinematografının, 40’lı ve 50’li yıllarda çekilmiş majör Hollywood klasiklerini yakından incelediklerini, janr sinemasını (genre movie) ciddiye aldıklarını söyleyebiliriz.

Son olarak bir başka görsel (visual) ayrıntıya değinelim: Bir sahnede, oyun yazarı kafesli camın önünde düşüncelere dalmıştır. Flash-back, yazarın Doruk ve Sayar’la olan ilişkisinin kimi ipuçlarını da yansıtır. Geceleyin kafesli camın parmaklıkları siyahken, Sayar’ı düşünen oyun yazarı; sabaha karşı Doruk’u anımsadığında, bu kez aynı parmaklıkların güneş ışığıyla beyaza dönüştüğüne tanık oluruz… Işık-gölge çalışmasıyla yaratılan karşıtlık (kontrast), sahneyi zenginleştirdiği gibi (Sözgelimi; oyun yazarını parmaklıkların gerisinde, hapishanede son günlerini yaşayan bir kişilik olarak değerlendirebiliriz. Ya da kapana kısılmış, elinden hiçbir şey gelmeyen, kendi bedenine hapsolmuş bir kişilik olarak… Erkekliğinin de [fallus] elinden alınmış olduğunu anımsarsak, bu hissiyat daha da güçlenecektir.) karakterlerin geçmişi hakkında çıkarımlar yapmamıza da olanak tanımıştır…

Bu film halen keşfedilmeyi, uzun uzun “okunmayı” bekliyor…

Hakan Bilge

hakan@sanatlog.com