Leviathan’daki Merkezi İktidarın Modernizm ile Parçalanışı ve Büyük Birader Örneği

Thomas Hobbes, eserinin hemen girişinde Leviathan’ın ne olduğunu açıklar. “…Latince’de Civitas denilen, adlı o büyük EJDERHA yaratılır; bu, doğal insanın korunması, savunulması için tasarlanmış olup ondan daha büyük bir cesamete ve kudrete sahiptir ve onda, egemenlik bütün gövdeye canlılık ve hareket veren yapay bir ruhtur; yargıçlar ve diğer yargı ve yürütme görevlileri, yapay eklemler; egemenlik makamına bağlı her eklem ve organa kendi görevini yaptıran ödül ve ceza, doğal gövdede aynı işi yapan sinirlerdir; tek tek organların/üyelerin servet ve zenginlikleri ise kuvvettir; salus populi halkın esenliği onun görevidir; bilmesi gereken her şeyi ona bildiren hukukçular, hafızadır; adalet ve yasalar yapay bir akıl ve iradedir; uyum sağlıktır; nifak hastalıktır; iç savaş ise ölüm” (Hobbes, 2024: 17).

Hobbes’a göre insanlar doğuştan eşittir. “Doğa, insanları bedensel ve zihinsel yetenekler bakımdan öyle eşit yaratmıştır ki, bazen bir başkasına göre bedence çok daha güçlü veya daha çabuk düşünebilen birisi bulunsa bile, her şey göz önüne alındığında, iki arasındaki fark, bunlardan birinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğe sahip olduğunu iddia etmesine yetecek kadar fazla değildir” (Hobbes, 2024: 99). Bu eşitlik, güvensizliği doğuran en temel sebeplerdendir, güvensizlik ise savaş durumuna işaret eder: “Bu yetenek eşitliğinden, amaçlarımıza erişme umudunun eşitliği doğar. Bundan dolayı iki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu ederse, birbirlerine düşman olurlar ve esas olarak varlığını korumak ve bazen de sadece zevk almak olan amaçları uğruna, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar. Bu nedenledir ki, bir istilacının herhangi bir başka tek kişinin gücünden korkmadığı bir durumda; eğer ekilir, biçilir, yapı kurulur ve kendisine iyi bir yer edinilirse, başkalarının onu yalnızca emeğinin ürününden değil, canından ve özgürlüğünden de yoksun kılmak için güçlerini birleştirip gelmeleri beklenebilir. Ancak yeni istilacı da başka bir istilacının tehdidi altındadır” (Hobbes, 2024: 100). “Devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş halindedir. Buradan şu açıkça görülür ki, insanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş, herkesin herkese karşı savaşıdır” (Hobbes, 2024: 101). “İnsanları barışa yönelten duygular şunlardır: ölüm korkusu, rahat bir hayat için gerekli şeyleri elde etmek arzusu ve çalışarak onları elde etme umudu. Akıl, insanların üzerinde anlaşabilecekleri uygun barış şartlarını gösterir. Bu şartlara Doğa Yasaları da denilir” (Hobbes, 2024: 103).

Hobbes’un bahsettiği iki temel doğa yasası gereği, ‘state of nature’da anarşiden kaynaklı bir savaş durumu vardır. Bu doğa durumundaki insanların, başta can ve mal güvenliği olmak üzere eğitim, sağlık gibi her türlü sosyal hakkı korunaksızdır. Hobbes bu durumu savaş olarak adlandırır ve insanların ‘civil-state’e barışı aramak üzere geçtiklerini öne sürer. Diğer yasa ise ‘state of nature’dan gelen doğal hakların, bir sözleşme ile “egemen”e karşılıklı, eşit bir şekilde devredilmesidir. Bunun sebebini ise kişilerin tekil olarak savaş durumuyla baş edememesi olarak görür. Sözleşmenin bağlayıcı olmasının temel şartı ise güvenlik; sözleşme gereği egemene transfer edilen haklar ile birlikte irade de teslim edilir ve bu yolla hareket imkânı da devredilmiş olur. Güvenliğin sağlanması, Hobbes için korkunun da kolektif olmasını gerektiriyor (union’s fear) ve ancak korkular ortaklaştırılırsa güvenliğin sürekliliği sağlanabilir.

Leviathan‘ın gerekliliği ile ilgili en önemli unsur, ölümün mutlak efendi olduğu ve ölüm korkusunun özneleri mevcut toplumsal düzene uyum sağlamaya zorladığıdır. Leviathan bu ortakölüm korkusuyla beslenir, ki egemenliğinin meşruiyetini de bu korkudan alır. Modern toplumda ölümün hiçlikle ilişkilendirildiğini düşünürsek, Foucault’nun, Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde, merkezinde bir hiçlik barındıran modern yapısını tasvir etmek için Jeremy Bentham’ın ’unu bir metafor olarak kullanmasının, neden önem teşkil ettiği netlik kazanır. “…çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür, bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir; bunların, biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer pencereleri vardır. Bu durumda merkezi kuleye tek bir gözetmen ve her bir hücreye tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir okul çocuğu kapatmak yeterlidir. Geriden gelen ışık sayesinde, çevre binadaki hücrelerin içine kapatılmış küçük siluetleri olduğu gibi kavramak mümkündür. Ne kadar kafes varsa, o kadar küçük tiyatro vardır, bu tiyatrolarda her oyuncu tek başınadır, tamamen bireyselleşmiştir ve sürekli olarak görülebilir durumdadır. Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır… Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır” (Foucault, 2024: 295, 296). Bu mimari yapı, aslında geçmişten günümüze kadar olan bir düşünce şeklinin ürünüdür: insanları kontrol altında tutmak.

Foucault, belirli bir merkezden aşağıya doğru topluma egemen olan iktidar anlayışını yetersiz görür; onun için iktidar, merkezsiz ve daha çok ağa benzeyen bir yapı arz eder. Bu doğrultuda iktidar, belirli bir toplumda ilan edilmemiş, çeşitli toplumsal kurumlarda, ekonomik eşitsizliklerde, dilde, bedenlerimizde yaşanan çatışmalarda kendini gösteren ve meşruiyetini korumak adına hayatımızda panoptik ağlar ören bir mekanizmadır. Panopticon, siyasi bir teknoloji ürünüdür. “Panopticon…, genelleştirilebilir bir işleyiş modeli; iktidarın insanların günlük hayatlarıyla olan ilişkisini tanımlamanın bir biçimi olarak anlaşılmalıdır” (Foucault, 2024: 302).

“Kalabalık, bitişik kitle, çoklu alışveriş, oluşan bireysellikler, ortak etki, bir ayrılmış bireysellikler koleksiyonu lehine olmak üzere iptal edilmiştir. Gardiyanın bakış açısına göre bu kalabalığın yerine, sayılabilir ve denetlenebilir bir çoğulluk geçmiştir;  kapalı tutulanların bakış açısından ise kapalı kapılar ve bakışlar altındaki bir yalnızlık geçmiştir. Panopticon’da mahkûm, görülmekte ama görememektedir. Bir bilginin nesnesidir, ancak bir iletişimin öznesi olamamaktadır. Panopticon’un büyük etkisi buradan kaynaklanmaktadır: tutukluda iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini yaratmak… Bentham, iktidarın görünür ve bu varlığının kanıtlanamaz olması ilkesini koymuştur. Görünür: tutuklu gözünün önünde sürekli olarak gözlendiği merkez kulesinin siluetini bulacaktır. Varlığının kanıtlanamaz olması: tutuklu o anda kendine bakılıp bakılmadığını asla bilmemeli, ama bunun her an olabileceğinden hiçbir kuşkusu bulunmamalıdır” (Foucault, 2024: 297).

Foucault’nun Panopticon kavramsallaştırması, teknolojideki son gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, toplumun her alanına bölünerek yerleşmiştir. Foucault doğrudan Leviathan’ı kastetmese de, günümüz iktidar mekanizmasını açıklarken, Leviathan’ın bir makineye (Panopticon) dönüştüğüne işaret eder. İktidar artık metaforlar aracılığıyla temsil edilemez. Çünkü metafor metafiziksel dünyaya ait bir kavramken, günümüzde iktidar daha önce hiç olmadığı kadar maddi bir varlığa sahiptir ve bu maddiyat, deneyimin gücüyle giderek daha geniş alanları kapsayacak biçimde parçalanmaktadır. İktidarın parçalanıp hükümdarlığını sürdürdüğü yerlerde zamanla bir otomasyonoluşur ve Leviathan’da olduğu gibi organik bir halden inorganik bir hale gelir. Denilebilir ki denetim ve otomasyon birbirini güçlendirmektedir. Böylelikle, deneyim kazanan ‘iktidarın gözü’,Leviathan’la başlayıp Panopticon ile devam ederve nihayetinde bugün, Mark Poster’ın sözünü ettiği süper-panopticon halini alır:  Bugünün ‘iletişim devreleri’ ve veri tabanları duvarsız, penceresiz, kulesiz ve gardiyansız bir gözetleme sistemi olan Süper-panopticon’u meydana getirmiştir. Gözetleme teknolojilerinin niceliksel avantajları, gücün mikro fiziğinde niteliksel bir değişime sebep olmuştur. Teknolojik değişimi işlemin yalnızca bir parçasıdır. Gözetim ile disipline edilmiş halk, işleme iştirak etmektedir. Sosyal güvenlik kartları, sürücü belgeleri, kredi kartları, kütüphane kartları vb… Birey bunlara başvurmalıdır, her zaman hazır bulundurmalıdır, sürekli kullanmalıdır. Tüm işlemler kaydedilir, kodlanır ve veri tabanlarına eklenir” (Poster, 2024: 93). Tabii Poster’ın verdiği örnekleri çeşitlendirmek mümkündür; internet(küresel olduğu göz ardı edilmemeli-panoptik), sosyal medya, apartmandan tutun da alışveriş merkezlerine, iş yerlerine varana kadar yerleştirilen ‘güvenlik’ kameraları vb. Bu yeni durumda (süper-panopticon) özneler, Panopticon tarafından tutsak edildiklerini, fakat Süper-Panopticon içerisinde ‘özgür’ olduklarını düşünüyor. Bunun sebebi, modern teknolojilerle Panopticon’a daha derinden hapsedilmeleridir. Özneler hapsedildikleri hücrelerde kendilerini iktidar tarafından parça parça edilmiş, hücrenin hiç keşfedilmemiş köşelerine itilmiş bulur. Panopticon ve Leviathan aynı anda, öznenin hem içinde hem de dışında bulunuyor ve hareket imkânını yok ediyor. İktidar eskisinden daha baskın olmakla birlikte hâkimiyetini artırırken, aynı zamanda görünürlüğünü azaltır ve bunu, aslında haz ilkesi tarafından yönetilen özneleri, gerçeklik ilkesiyle yönetildiklerine inandırarak yapar. “Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur” (Orwell, 2024: 302).

Tüm bunlardan yola çıkarak, Leviathan’ın vücut bulmuş hali olan Orwell’ın distopik karakteri ile, Hobbes’un bahsettiği anlamda bir ‘iktidar’ tasviri yaparak konuya devam etmenin daha açıklayıcı olacağını düşünüyorum.

‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ kitabı, savaştan kaçınmak için kurulan totaliter rejimin, tek bir yöneticinin, bir “egemen”in, bir “leviathan”ın omuzlarında yükselişini, distopik bir biçimde anlatır. Kitapta, insanlar, sürekli bir savaş durumu nedeniyle otoriteye, doğa durumundan gelen haklarını teslim eder ve ona boyun eğer. Sosyalist rejim altında bu durum daha da kolaylaşır. Çünkü “Büyük Birader”e bağlı bir temsil heyeti dışında herkes ‘eşit’tir. Söz konusu eşitlik, ortak bir korkudan kaynaklanır: savaş durumu. “…Parti, iktidarı, kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu, çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısıyla kendilerinden güçlü birileri tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardı. İnsanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu. Parti, zayıfların ebedi koruyucusu, iyilik olsun diye kötülük eden, başkalarının mutluluğu uğruna kendi mutluluğundan vazgeçen, bu yola baş koymuş bir mezhepti” (Orwell, 2024: 297). Oysa bu inanılmak istenen düşüncedir. “…Parti, iktidarda olmayı, yalnızca kendi çıkarı için istiyor. Başkalarının iyiliği bizim umurumuzda değil, bizi ilgilendiren yalnızca iktidar, salt iktidar. Salt iktidarın ne demek olduğunu birazdan anlayacaksın. Bizi geçmişteki tüm oligarşilerden farklı kılan, ne yaptığımızı biliyor olmamız. Onların hepsi, hatta bize benzeyenleri bile korkak ve ikiyüzlüydü. Alman Nazilerinin ve Rus Komünistlerinin yöntemleri bizim yöntemlerimize çok yaklaşmıştı, ama onlar kendi güdülerini tanımayı hiçbir zaman göze alamadılar… Biz öyle değiliz. Kimsenin iktidarı sonradan bırakmak amacıyla ele geçirmediğini biliyoruz. İktidar bir araç değil, amaçtır. Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. Zulmün amacı zulümdür. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır” (Orwell, 2024: 298).

Orwell’ın distopyasında İngsos (İngiliz Sosyalizmi), devletteki tek partidir. Tıpkı Leviathan gibi yasama-yürütme-yargı, yani güçler birliği Büyük Birader’in tekelindedir. Tekrar hatırlatmak gerekirse Leviathan’a yargılama ve yasama konusunda yardımcı olan kurum ve kuruluşlar, İngsos partisinin iç üyelerini temsil eder yani Büyük Birader’in eklemlerini oluşturur. Halkınpartiye olan sadakati, iktidarın devamlılığını sağlayan sağlığı; muhalefet, hastalığı; ayaklanmalar, ölümüdür. İngiltere, yıllardır bitmek bilmeyen bir savaşın içindedir; o kadar ki düşmanın kim olduğu, kaç yıldır savaşın sürdüğü gibi önemli olaylar bile birbirine karışır. Büyük Birader, halkını, sürekli değişen (ancak değişmediğini iddia ettiği) ‘düşman’dan koruyarak, sürüsünü kurtlardan koruyan bir çoban görevi üstlenmiştir. Halk da karşılıklı bir anlaşmayla haklarını Büyük Birader’e canlarını koruması şartıyla devretmiştir. “İşte o EJDERHA’nın veya daha saygılı konuşursak, ölümsüz tanrının altında, barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz, o ölümlü tanrının doğuşu böyle olur… İşte devletin özü o kişide toplanmıştır: Tanımlamak gerekirse, bu öz, büyük bir topluluğun üyelerinin birbirleriyle yaptıkları ahitlerle, her birinin huzur ve sükûnu ve ortak savunmaları için, içlerinden birinin, onun uygun bulacağı şekilde, hepsinin birden gücünü ve imkânlarını kullanabilmesidir” (Hobbes, 2024: 136).

“Firavun, Mısırlı bir çobandır. Aslında, taç giyme gününde ritüel olarak çobanın değneğini alırdı; “insanların çobanı” terimi, Babil Monarkının unvanlarından da birisiydi. Ancak Tanrı da, insanları otlayacakları çayıra götürme ve onlara yiyecek sağlama bakımından bir çobandı. Bir Mısır ilahisinde Tanrı Ra’ya şöyle denir: ‘Herkes uyuduğu zaman gözünü onların üzerinden ayırmayan, sürün için en iyi olanı isteyen Ulu Ra.’ Her ikisi de aynı rolü üstlendiğinden Tanrı ile Kral arasındaki çağrışım kolayca yapılır: gözettikleri sürü aynıdır; çoban-krala ilahi çobanın yarattıkları emanet edilmiştir. Asurluların krala hitaben söyledikleri bir dua da şöyleydi: ‘Çayırların çalışkan yoldaşı, topraklarına bakan ve onu besleyen sen, bolluğun çobanı’” (Foucault, 2024: 28, 29). Burada dikkat çeken unsurlardan biri, sürünün can güvenliğini koruyan çoban-kralın, farklı kültürlerde, farklı toplumlarda ve farklı çağlarda çoban-Tanrı (ilahi çoban) ile özdeşleştirildiğidir. Günümüzün en yaygın inançlarında ortak olan en belirgin şey, Tanrı’nın insanları izlediği ve Tanrı’nın gözünden kaçışın mümkün olmadığıdır. Hırsızlık, tecavüz, cinayet, ensest-homoseksüel ilişkiler, dolandırıcılık gibi birçok ‘aykırı’ davranış, çoban-Tanrı’nın gözlerinden gizlenemez ve insanları bu davranışlardan caydırır; bu anlamda, iktidar, Tanrı’nın vücut bulmuş halidir. Dikkat çeken bir diğer unsur ise, ‘sürü’ kelimesinin zamanla kazandığı yan anlamı, tek-tipleşmedurumudur. Çobanın her dediğini yapan, otlayacağı, üreyeceği, uyuyacağı, ürün vereceği saatleri çoban tarafından belirlenmiş sürünün içinde tek bir koyun bile farklılaşamaz; bu, açıkça çobana bir ihanet olur. Burada koyunların göz ardı edemeyecekleri şey, çobanın onlar uykudayken bile başlarında beklediği ve canlarının güvenliğini sağladığı gerçeğidir. Ancak güvenlik meselesi iktidar tarafından, iktidarın lehine olacak şekilde manipüle edilebilir. İktidar, ortak korkudan aldığı güç ile sürünün bütünlüklü itaatini arzular ve sürekliliğinin sağlayıcısı olan ideolojik dilini kurar: “sürüden ayrılanı kurt kapar”. “Kralın bir tür çoban olup olmadığı sorusu, hangi farklı türlerin bir sürü oluşturabileceğine karar vererek değil; çobanın ne yaptığını analiz ederek cevaplanabilir” (Foucault, 2024: 34).

İktidarın, sürekliliğini sağlamak için kullandığı ideolojik aygıtlardan en önemlisi olan dil, iktidar tarafından iktidarın ideolojisi doğrultusunda biçimlendirilir. Özellikle akla ve mantığa dayalı muhalefet ve direniş, iktidarın en büyük korkusudur. Tıpkı sürüden ayrılmamaları konusunda dil aracılığıyla güdülenen koyunlar gibi halk da muhalif olmama konusunda güdülenir ve dil kastrasyona uğratılır; İngsos’a ve/veya Büyük Birader’e getirilebilecek bütün eleştiri yolları kapatılır. “Sözcükleri yok etmek harika bir şey… Bir sözcüğün karşıt anlamlısına ne gerek var ki?.. Örneğin, ‘iyi’ sözcüğü. ‘İyi’ sözcüğü varken, ‘kötü’ sözcüğüne neden gerek duyalım ki? ‘İyi değil’ dersin olur biter… Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak… Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra “özgürlük köleliktir” diye bir slogan kalabilir mi? Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir” (Orwell, 2024: 77–78). Kelimelerin manipüle edilişi tamamen ideolojik anlamlar taşır. ‘İyi’nin karşısına ‘kötü’ kelimesinin istenmemesi, ‘iyi’nin kusurlarını gizlemek ile alakalıdır; ikinci bir ‘iyi’ muhalefet demektir. Burada, dilin manipülasyonunun ne derece olduğuna örnek olarak Partinin sloganları da verilebilir: “Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Cahillik Güçtür.” İktidar, özneler üzerindeki hâkimiyetini dil ile sağlayarak beden ile pekiştirir.

“İnsan bedeni, onun derinlerine inen, eklemlerini bozan ve onu yeniden oluşturan iktidar mekanizmasının içine girmektedir. Aynı zamanda bir “iktidar mekaniği” de olan bir “siyasal anatomi” doğmaktadır, bu anatomi başkalarının bedenlerine, yalnızca onların istenilen şeyleri yapmaları için değil, aynı zamanda öyle istenildiği üzere, hız ve etkinliğe uygun olarak belirlenen tekniklere göre iş görmeleri için nasıl el konulabileceğini tanımlamaktadır. Disiplin böylece bağımlı ve idmanlı bedenler, “itaatkâr” bedenler imal etmektedir” (Foucault, 2024: 211). Burada eklemenin önemli olduğunu düşündüğüm oto-sansür mekanizması önemli bir yer tutuyor. Zamanla iktidarın birer yansıması haline gelen özneler de iktidarın bizzat koruyucusu ve yürütücüsü oluyor. Bu yolla, özneler hem kendi davranışlarını iktidarın ideolojisi yönünde şekillendiriyor hem de başkalarına karşı iktidarın birer muhafızı haline geliyor; direkt Panopticon’un kendisi olarak birbirlerini gözetleme görevini de ediniyorlar. Gözetim altında tutmanın, eylem itibariyle sürekli olmasını sağlamak; bu mimari aygıtın (Panopticon), iktidarı icra edeninkinden bağımsız bir iktidar ilişkisini yaratan ve destekleyen bir makine olmasını sağlamak; kısacası tutukluların bizzat kendilerinin de taşıyıcısı oldukları bir iktidar durumunun içine alınmalarını sağlamak” (Foucault, 2024: 297). İktidarın ve ideolojisinin birer muhafızı haline gelen bireyler, kuralların eksiksiz yerine getirilmesinin, ideolojinin benimsetilmesinin en mikro-panoptik örnekleridir. Bu durum, Bin Dokuz Yüz Seksen Dörtte düşüncesuçlularını yakalayan düşüncepolisi örneğinde kendini gösterir. Düşüncepolisi bizzat iktidar karşıtı davranışların en yakın takipçisiyken, ‘Casuslar’ adı verilen istihbaratçılar da halkın içindeki gönüllülerden oluşur ve onun en büyük yardımcısı haline gelir. Düşüncesuçlusunu ihbar eden, genelde kişinin en yakını olurken, tutuklanırsa türlü işkenceler ardından öldürüleceğinin bilincindedir. Ancak güvenlikleri gereği tam anlamıyla bir itaat şarttır ve düşüncesuçu bu yüzden kabul edilemez bir durumdur. “Yoldaş Ogilvy, daha üç yaşındayken, bir davul, bir hafif makineli tüfek ve bir helikopter dışında hiçbir oyuncağa ilgi duymuyordu. Altı yaşına geldiğinde Casuslar’a katılmış, dokuzunda bölük komutanı olmuştu. On bir yaşında, kulak misafiri olduğu bir konuşmada suç işlemeye yönelik eğilimlerinden kuşkulanınca amcasını Düşünce Polisi’ne ihbar etmişti… On dokuzuna geldiğinde Barış Bakanlığı’ndan onay alan bir el bombası icat etmiş, el bombası ilk denemede otuz bir Avrasyalı tutsağı havaya uçurmuştu. Bir harekâtta can verdiğinde yirmi üç yaşındaydı… Kıskanılası bir son diyordu Büyük Birader. Yoldaş Ogilvy’nin ne kadar dürüst ve içten bir yaşam sürdüğüne değinmeden de edemiyordu… Sohbetlerinde İngsos ilkeleri dışında hiçbir konuya yer olmadığı gibi, hayatta Avrasyalı düşmanların bozguna uğratılmasından, casuslar, kundakçılar, düşünce-suçluları ve hainlerin ele geçirilmesinden başkaca bir amacı da yoktu” (Orwell, 2024: 71, 72). Yoldaş Ogilvy örneği, iktidarın modern insanı parçalayıp içine kendi ideolojisini yerleştirişinin en belirgin örneklerinden biri olup, aslında günümüz insanının da tasvirini yapmaktadır.

“Gerçek bir tabi olma durumu, hayali bir ilişkiden mekanik olarak doğmaktadır. Öylesine ki mahkûmu iyi davranmaya, deliyi sakin olmaya, işçiyi çalışmaya, okul çocuğunu özenli olmaya, hastayı tedaviye uymaya zorlamak için güç kullanmaya gerek kalmamaktadır” (Foucault, 2024: 299). Süregelen gözlemler ile parçalanan özne, iktidarın bilgi nesnesi haline gelir ve iktidar, özneyi kendisinden daha iyi tanır. Artık, geçmişin teknolojilerinden farklı olarak enformasyon teknolojileri bilgiyi depolayabilmektedir. Alışkanlıklar, tutumlar, duygulanımlar ve en önemlisi korkular gözlenir ve kaydedilir.

“18. yy’ın çok fazla ilgi gösterdiği bu itaatkârlık şemalarında bu kadar yeni olan neydi? Beden bu kadar zorlayıcı ve baskıcı kuşatmaların kesinlikle ilk kez nesnesi olmuyor. Beden her toplumda, ona zorlamalar, yasaklar veya zorunluluklar dayatan çok sıkı iktidarın içine alınmıştı. Ancak bu tekniklerde birçok şey yenidir. Önce denetim ölçeği; artık bedeni çözülmez bir birim olarak, kabaca, kitle olarak ele almak değil de, onu ayrıntıda işlemek, onun üzerinde ince bir baskı uygulamak, bizzat mekanik düzeyindeki -hareketler, jestler, tavırlar, hızlılık- zapt etmeleri sağlamak söz konusudur: faal beden üzerinde sonsuza kadar bölünebilen bir iktidar, daha sonra denetim nesnesi: artık hal ve gidişin veya bedenin işaret eden unsurları değil de hareketlerin ekonomisi, etkinliği, bunların iç örgütlenmesi söz konusudur. Son olarak da bu tarz: bu kesintisiz sabit faaliyetin sonucundan çok sürecini gözeten bir baskı gerektirmekte, mekânı, hareketleri çok yakından çerçeveleyen bir şifrelemeye göre uygulanmaktadır” (Foucault, 2024: 209). Deneyim ve teknoloji ile desteklenen iktidarın gücü, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün ana karakteri üzerinde de birçok bilgiye sahiptir. İktidar, Winston’ın tele-ekrandan sakınarak duvarın içine yerleştirdiği güncesinin, Julia ile olan birlikteliğinin, Büyük Birader’e olan nefretinin de farkındadır; bütün bunların yanındatutuklamayı bilinçli bir şekilde ertelemektedir. Çünkü gerçek bir itaat, iktidarın en önemli arzusudur ve itaat için en büyük kozu olan korkunun tetikleyici nesnesi üzerinde yeteri kadar bilgi sahibi olmak istemektedir. İç partiden kaçırdıkları kaliteli yiyecekler, Winston ve Julia’nın olduğu kadar eski evin etrafındaki sıçanların da iştahını kabartır ve bu yiyecekler adeta bir yem görevi görerek Winston’ın en büyük korkusunun ortaya çıkmasını ve tabii kaydedilmesini sağlar. Bu olay üzerine hiç gecikmeden tutuklama gerçekleşir ve çeşitli işkenceler ile iki kere ikinin beş ettiği düşüncesi öğretilir; düşünce polislerinin, kişiye-özel işkence yöntemleri ile Winston “tedavi edilir”. “Günümüzde dünya hastane modeline göre evrilme yolundadır ve yönetim bir tedavi işlevi edinmektedir. Yöneticilerin işlevi hakiki bir toplumsal ortopediye uygun olarak bireyleri gelişme sürecine uyarlamaktadır… Dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir. Geçen her günle birlikte, kriminologlar, psikiyatrlar ve insanın zihinsel davranışını inceleyen herkesin oynadığı rol büyümektedir. Bu nedenle siyasi iktidar yeni bir işlev edinmek üzeredir, bu işlev de tedavi ediciliktir.” (Foucault, 2024: 130,131) İşkencelerin bile tam bir itaat sağlayamadığı Winston, iktidarın yarattığı nefret toplumu insanından hala farklı olduğunu Julia’ya olan sevgisiyle sürdürür. Ancak iktidarın sürekliliği gereği, ideoloji, genlerine varana dek insanların içlerine işlemelidir ve böylece kafesin içine kapatılan iki etçil sıçan ile işkence sonlandırılır. Bu duruma katlanamayan Winston, en sonunda Julia’ya da ihanet eder; böylelikle tatmin olan iktidar Winston’ı öldürür. Winston ile onunla özel olarak ilgilenen iç parti üyesi işkenceci arasında şu konuşmalar geçer: “Büyük Birader diye biri var mı?” “Tabii ki var. Parti var. Büyük Birader, Parti’nin cisme bürünmüş halidir.” “Peki, ama benim olduğum gibi mi var?” “Sen yoksun ki.” (Orwell, 2024: 294).

Hobbes’a göre de (2012), uyruklara, yönetimi değiştirmeye özenmemeleri gerektiği, egemen karşısında popüler kişilere bağlanmamaları gerektiği ve egemen güce itiraz etmemeleri gerektiği öğretilmelidir; uyruklara hangi düşüncelerin öğretileceğine egemen karar verir. En sert cezalar, kamuya tehlikesi büyük olan suçlar için verilmelidir; kurulu yönetime kötülük yapma niyetinden doğan suçlar; kişilerin adaleti ve egemeni küçük görmelerinden cesaret alan suçlar gibi… Bu durumda sorulması gereken sorular şunlardır: Hobbes’ un bahsettiği anlamda bir devlet ve devletin vücut bulmuş hali, iradeler toplamı Leviathan, “halkın güvenliğini sağlamak” adı altında doğal haklarını kısıtlayıp, kullanırken, vatandaşların hangi hakları saklıdır? Yapılan sözleşme ile verilen hakların geri alınabilmesinin imkânı, yeni bir savaş durumuna işaret etmez mi? Merkezi iktidarın çözülerek bireylerin içine yerleştiği hesaba katılırsa Foucault’nun dünya düzenini hapishane metaforu ile açıklamasına hak vermek kaçınılmazdır. Açıkça görülmektedir ki Leviathan tarzı bir totaliter rejim, insanın, savaş ortamından korunması amacını taşımaktan ziyade, her anlamda sömürüsüne işaret eder. Hobbes’un Leviathan’ı genelde kamu, özelde birey yararına bir koruyucu görevi üstlenmiştir. Ancak, bireyin çıkarının düşünülebilmesi için, önce birey kavramının yaratılması gerekir; kamu çıkarının düşünülebilmesi için de önce devletin kamusal sınırının belirlenmesi gerekir. Hobbes, rızaya dayalı meşruiyet anlayışı ile tam da modern meşruiyet anlayışını ortaya koymuştur. Fakat teoride kabul edilen bu rıza, pratik düzeyde kaybolur. Hobbes, itaati ön plana çıkarır. Bir siyasal iktidarın hangi nedenle olursa olsun gayrimeşru ilan edilmesinive ona karşı ayaklanmayı doğru bulmayan Hobbes’un meşruiyet anlayışı, mevcut yönetimin meşruluğunun sorgulanmasına izin vermez.

Savaştan ve verdiği zararlardan korunmak için disipline olan ihtiyaç konusunda tartışılması gereken, ‘devlete ihtiyaç var mıdır?’ sorusundan daha önemlisi ‘devlete ne kadar ihtiyaç vardır?’ sorusudur. Bugün, bu durumda, devlet ile vatandaşlar arasındaki sözleşmenin “meşru” bir sözleşme olduğunu söylemek mümkün değildir. Leviathan, sahip olduğu sınırsız yetki ile kontrolden çıkmış ve gerçek bir canavara dönüşmüştür. Yarattığı tüketim toplumu ile halkı sömürürken yoksullaştırmış, aynı zamanda doğa durumundan getirdikleri tüm haklarını da suistimal etmiştir.

Kaynakça

Hobbes, Thomas (2012), Leviathan, Çev. Semih Lim. YKY, İstanbul.

Foucault, Michel (2000), Büyük Kapatılma, Çev. Ferda Keskin, Ayrıntı yay., İstanbul.

Foucault, Michel (2006), Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay. İmge Kitabevi yay., Ankara.

Foucault, Michel (2011) Özne ve İktidar, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay. Ayrıntı yay., İstanbul.

Orwell, George (2012), Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Çev. Celal Üster. Can yay., İstanbul.

Poster, Mark (2008), Foucault, Marksizm ve Tarih, Çev. Feride Güder, Otonom yay., İstanbul.

İrem Aydın

irem-aydin@hotmail.com

Yazarımızın öteki yazıları için tıklayınız.