Mahalle Mektebi: 9. Sayı

Ocak 10, 2024 by  
Filed under Deneme, Dergi & Fanzin, Edebiyat, Eleştiri, Sanat, Siir

Mahalle Mektebi’nin 9. Sayısı (Ocak-Şubat) Çıktı!

 İçindekiler

akif kuruçay

akşam yemeğinde balık

ertuğrul rast

üçüncü dereceden intihar mektubu

rıdvan ünal

sessiz ağaç

afrâ kutluğ benli

kıskaç

özgür iren bayram

kanser kavuşmaları

mücahit ocakden

hüzünlü balo

vildan yüce

rüzgârın götürdüğü sen

vasfettin yağız

acıya sakınımsız şarkılar

selami ay

kör resim

ilhan kayhan

aşkın sesine gazel

mustafa demir

ablukada güler çocuk

tayyib atmaca

münacaat

mücahid dündar

şathiye

ali bektaş

hazret-i zahit içün şathıyyedür

nizar kabbânî

amerika’da ben kimim?

furûğ ferruhzâd

gönlüm bahçeye yanıyor

çizgi

mahmut arlı

cihan aktaş

kirli paslı köşeler

ismail özen

salyangoz toplamaya gidiyoruz

yılmaz yılmaz

gayret

numan altuğ öksüz

sidre

muhammet manap

kalbimde yara

müzeyyen çelik

gönül berberi

emine terzi

“hızla” geçen zaman

james joyce

arabi

mihail nuayma

bey’in “saadet”i

akif kuruçay ile…

imgeden şehirlere…

murat ak

tablodaki yazının peşinde -şifâü’l-kulûb likâü’l-mahbûb-

muammer ulutürk

onikiaydörtmevsimbenbüyüyüncebitti yani şimdi gelmez misin?

köksal alver

tek söğüt

fatih kap

kalp ve fonksiyonları

ali akar

doğuya ve batıya ait olmayan mübarek zeytin ağacından gelen ışık

ahmet taşğın

bektaşi menakıbnamelerinin anlaşılmasına giriş

hasan arslan

söküğümüz derindir bizim

ümit savaş taşkesen

londra notları II

gürkan gülcemal

kutsal geometri

ismail detseli

teletura

bekir şahin

bulgaristan’da akif atakan ile kültürel miras

seyyâh-ı hayrân ziyâ çelebi

Der Beyân-ı Evsâf-ı Türbe-i Ertuğrul Gâzî I

ismail özen

“aynadaki zaman” üzerine metaforik bir okuma denemesi

ahmet aksoy

küpe çiçeği, saka kuşu ve boynu bükük siyah beyaz bir resim

Mahalle Mektebi’ne Ulaşabileceğiniz Yerler:

Eskişehir :İnsancıl Sahhaf /Adımlar Kitabevi /Yediler Kitabevi

Konya :Hüner Kitabevi / Çizgi Kitabevi / Bosna Enes Kitabevi / Endülüs Kitap Kahve

Batman:Bilge Kitabevi

Adana :Şadırvan Kitabevi

Bursa:Gaye Kitabevi / Seriyye Kitabevi / Uludağ Kitabevi / Bkm / Asa Kitabevi

Rize:Önce Kitabevi

İstanbul:Mephisto Taksim / Mephisto Kadıköy /Ağaç Kitabevi / İnkılap Kitabevi / Kadıköy Ve Üsküdar İskele Gazete Bayi / Üsküdar Sahil Gazete Bayii / Simurg Kitabevi / Semerkant Kitabevi

Ankara: İmge Kitabevi / Kurtuba Kitap Kahve / İhtiyar Kitap Kahve / Turhan Kitabevi

Kayseri: Akabe Kitabevi

Gaziantep: Yaşar Cevizli Gazete Bayi

İzmir: Yakın Kitabevi

Malatya: Fidan Kitabevi

Denizli: Hicret Kitabevi

Karabatak: 6. Sayı

Ocak 9, 2024 by  
Filed under Deneme, Dergi & Fanzin, Edebiyat, Eleştiri, Sanat

Karabatak Dergisi 1 Yaşında

Karabatak Dergisi bir yıl önce kanatlarından acı sular damlatarak çıktı okurunun karşısına.

Sanat ve estetik çizgisinden ödün vermeyerek doldurduğu yaşının mutluluğunu yaşıyor şimdi, yolculuğunda kendisini yalnız bırakmayan değerli okurlarına ve katkıda bulunan şair, yazar dostlarına ebedi teşekkürlerini sunarak.

Yeni ebadıyla okurunun karşısına çıkan Karabatak, yine içerik zenginliğiyle göz dolduruyor. Bu sayının röportajını Bünyamin Demirci, ülkemizin gizli hazinelerinden biri, “Çünkü dinlersen irşad olursun” diyen Neyzen Salih Bilgin’le yaptı.

Ney sesinin arkasında yükselen kadim felsefenin kapılarını, Karabatak okurları için araladı değerli üstat. Derginin bir diğer önemli konusuysa edebiyatın robinsonadları. A. Ali Ural “İki Ruh İki Ada”, Fatih Taşçı “Bir Vahşet Medeniyetine Geçiş Denemesi: Sineklerin Tanrısı”, Bünyamin Demirci “Aradığınız Kahraman Bulunmuştur”, Şafak Çelik “Aklın Sınırlarında Tanrısal Tutsaklık” ve Tuna Lütfü Yukay “Farklı Bir Ada Romanı” adlı yazılarıyla, ada romanlarını farklı bakış açılarından incelediler. Hasan Akay, Celal Fedai, Ali Galip Yener, Murat Batmankaya ve Yahya Kurtkaya poetikalarıyla; Mehmet Sabri Genç “Ferhunde Berberler ve Kadınlar”, Nur Kıpçak “Antik Yunan Oyunlarında Perde Arkası” ve Hasibe Çerko “Paranteze Alınmış Armut Ağacı” adlı denemeleriyle; Mustafa Kutlu’nun büyük eseri “Uzun Hikâye”nin sinema uyarlamasıyla ilgili yazısıyla Muhsin Mete bu sayının isimlerinden bazıları.

Ayrıca her sayıda olduğu gibi F. Hande Topbaş “Işıkların Oyunu” ve Rahşan Tekşen “Kurna Hakku” adlı gezi yazılarıyla; Hüseyin Sorgun “Pangar’da Macbeth, Darülbedai Caddesi’nde Huzur Sokağı ve Ateşli Sabır ve Dot’tan Doğan Sarı Ay!” adlı tiyatro; Hakan Bilge “Mevlânâ’nın Sinema Yolculuğu” adlı sinema; Yasemin Karahüseyin Erkan Oğur’u anlattığı “Saf Müzik, Saf İnsan” adlı müzik yazısıyla yer alırken, Güzide Ertürk, Demet Soysal, Ayşe Sevim ve Ayşe Uçkan öyküleriyle göz dolduruyorlar. Elbette şairlerimizi unutmadık: A. Ali Ural, Celâl Fedai, Hüseyin Akın, Murat Batmankaya, Yahya Kurtkaya, Nurettin Durman, Ayşe Sevim, Şafak Çelik, Meryem Kılıç, Çayan Özvaran, Hüseyin Karaca, Metin Erol, Hasibe Çerko, F. Nuriye Torun, Berkay Öztürk, Erol Çatalyürek ve Kübra Nur Duran. Karabatak’ın görsel başarısına katkıda bulunan grafikerimiz Sedat Gever’i, karikatürleriyle Ertan Sertöz’ü ve fotoğraflarıyla Emre Kasap’ı da anmadan geçemeyiz.

1 Film 3 Analiz: The Hurt Locker (2. Analiz – Hakan Bilge)

“Ölümcül Tuzak” ya da Hollywoodvari Tuzak

“Hollywood’un satamayacağı bir film yoktur.”

(Paul Rotha) *

Bu yazıda The Hurt Locker’dan (2008, Ölümcül Tuzak) hareketle Hollywood’un propaganda araçlarının satıraralarını okumaya çalışacağız.

The Hurt Locker’da yakın-plan’da (close-up) görünen bir Iraklı var mı? ‘Öteki’ olmadan, koşulsuz kabul edilen bir canlı organizma? Ama bu bile yeni bir düşünce sayılmaz. Klasik dönem Amerikan sinemasından propagandist iki örnek: Henry Hathaway’in The House on 92nd Street’inde (1945, 92. Caddedeki Ev) Amerikan ajanı Bill Dietrich (William Eythe) hayatını tehlikeye atarak Nazilere karşı mücadele eder. Kimlik değiştirir, Almanya’da eğitim görür, ajanlığın kitabını yazar. İkinci Savaş döneminden bir casusluk serüveni. Samuel Fuller’ın Pickup on South Street’inde (1953, Güney Caddesindeki Pikap) McCoy (Richard Widmark) ve Candy’i (Jean Peters) aynı ulvi menfaat biraraya getirir: Sovyet komünist tehlikesine karşı mücadele. Soğuk Savaş (Cold War) döneminden gizil bir propaganda filmi. Yakın dönemden iki örnek: Sinema araçlarını oyuncak gibi alıp kullanan muhafazakâr Steven Spielberg’in Saving Private Ryan’ında (1998, Er Ryan’ı Kurtarmak) ağır çekim’de (slow motion) kolunu bacağını yitiren Amerikan askeri; Munich’te (2005, Münih) yine “ağır çekim”de ölen İsrailliler filan. Amerikalı ön safta onuruyla ölmüştür hep; cow-boy’uyla, sheriff’iyle, silahşörüyle, ajanıyla, rozetlisi ve takım elbiselisiyle.

Sinemasal bir gezinti

Amerika Birleşik Devletleri için Vietnam kelimenin en basit anlamıyla bir çamurlu bataklıktı. Gerilla savaşı yürüten çekik gözlüler Amerikan ordusunu ciddi kayıplara uğratmıştı. Bununla birlikte Amerikan ordusu çoluk çocuk, genç yaşlı ayırt etmeden önüne ne gelir ve kim çıkarsa yüksek kalibre silahlarıyla, napalm’leriyle yerle bir ediyordu. Mezkûr savaş çılgınlığı, hastalıklı bünye, Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ında (1987), Michael Cimino’nun The Deer Hunter’ında (1978, Avcı), Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ında (1979, Kıyamet), Oliver Stone’un Platoon’ında (1986, Müfreze); kent vebası anlamında da Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ında (1976, Taksi Şoförü) işlenmişti. Şimdi Irak ve Ortadoğu söz konusu. Ama Vietnam Sendromu salt filmlerle değil, rock sound’larıyla, 68 hareketi ve çiçek çocuklarla, Jean Genet, Jean-Paul Sartre gibi düşünür ve yazarlar eliyle hemen her ortam ve ülkede defaatle protesto edilmiş ise de; şu haliyle Irak için aynısını söylemek çok zor. Vietnam’da olan-bitenin salt bir katliam, insan ırkına yöneltilmiş ve yeni silahların denendiği bir deney ortamı gözüyle bakabilen dünya halklarının; Irak veya Afganistan için aynı vizyonu koruduğu iddia edilebilir mi? Bunun yanıtını vermek kolay, evet; ama fazla uzağa gitmeye de gerek yok. Kathryn Bigelow’un The Hurt Locker’ı tastamam özetliyor meseleyi.

Sendrom sözcüğü katliam coğrafyası Vietnam cangılındaki Amerikan askeri için bizatihi biçilmiş kaftandı. The Hurt Locker’da cadde aralarında, çatılarda, tehlikeli ve meşum sokaklarda bomba arayan Özel Timler kafası tıraşlanıp Irak’a zorla götürüldükleri için mi önem arz ediyorlar? Her Iraklının, yoldan geçen bir çocuğun, sarıklı ve de şalvarlı ihtiyar amcanın, işportacı bir adamın ve dahi bilcümle Müslüman Arap’ın potansiyel suçlu, dahası hem suçlu hem güçlü olduğu bir uzamda sinemanın realitesinden bahsedilebilir mi? Ülkesine petrol için zorla girdiğiniz, bebelerini öldürdüğünüz, açlıktan ve de ilaçsızlıktan ölüme terk eylediğiniz bir coğrafyada hangi ulvi menfaatler adına terör estirip jandarmalık yapıyorsunuz? The Hurt Locker’ın bu bağlamda savaş karşıtı olduğu ya da savaşa objektif bir vizyonla yaklaştığı söylenebilir mi? Hadi canım, şaka mı yapıyorsunuz! The Hurt Locker, Strange Days’de (1995, Tuhaf Günler) Amerika’yı kutsayan, cinsiyet ayrımcısı bir yönetmenin filmidir. Artık yeni ideolojik bir özelliği daha var; Amerika’nın kıçını yalamak!

‘Öteki’ler

Amerika her daim ‘öteki’ yaratmayı becermiş bir süper-devlet. Naziler üzerine propaganda yapıtları çektiriyor, Japonlara atom bombası hediye ediyorsa da filmlerinde bu gerçeği sürekli bastırıyor, Sovyet komünistlerini tukaka ilan ediyor; Çinliyi, Kuzey Koreliyi, Afganlıyı, Vietnamlıyı, İranlıyı, Iraklıyı eziyor, yokediyor, dışlıyor, ötekileştiriyor. Amerika için düşman veya ‘öteki’ sürekli değişse de ortak amaç ve hedef baki kalıyor. Kim ya da ne olduğu önemli değil; ‘öteki’ni aynada görmektense aynayı yerle bir ediyor. Fiziksel sınırları olmayan, coğrafyasından binlerce kilometre uzaklıktaki ülkelere girip çıkıyor. Şu: Amerika düşmanı en çok ülkedir artık. ‘Öteki’ icat etmekte hep bir adım önde yürüyor. ‘Öteki’ni değiştirip biçimlendirirken Coca-Cola’sını ihraç ediyor. Fast Food’unu açıkgönüllülükle armağan ediyor. Filmlerini pazarlıyor. Özgürlükçülüğünü ilan ediyor. Bu bağlamda The Hurt Locker’da da James Cameron’ın Avatar’ında da (2009) yine düşman-ötekilerin karşımızda belirmesi tesadüf değil. Sinema ve dolayısıyla Hollywood Dream Factory halen ikili karşıtlığın çocuk bahçesi olarak dominant devingenliğini ortaya koyuyor. Avatar’daki büyük kurtarıcı mitosu The Hurt Locker’da yerini “ilahi adalet”in (Bush’un kulakları çınlasın!) tecellisi için sokakları ve dolayısıyla bu sokaklarda devinen Iraklıların korunması amacıyla hayatını tehlikeye atan Amerikan askeri tipolojisine bırakıyor. Aslında amaç özgürlüğü inşa etmek. İlahi adalet aşağı yukarı budur. Militer/totalitarist dayatma, iktidar aygıtı, yayılmacı (kolonyalizm) kan emicilik filan şöyle dursun; öldürmek kaçınılmaz olabilir. Eğer ilahi adaleti sağlamak istiyorsanız mutlaka önünüze çıkan böcekleri ezmek zorundasınız. “Bakın!” diyor The Hurt Locker; “Sizin için, adalet için, teröristlerin temizlenmesi için Amerikan askeri hayatı ile kumar oynuyor. Oysaki onun da bekleyen bir karısı, bir çocuğu var. Ailesinden kilometrelerce uzakta düşman avlıyor. Bakın, Amerikan askeri özgürlük için ölüyor!” Katil, terörist ve insan avcısı Iraklı öteki olduğuna göre Amerikan askeri de kahraman oluyor haliyle. “Düşman” var ise “kahraman” da olmalı. “Kötü” olduğuna göre mutlaka bir de “iyi” olmalı… “The Hurt Locker’da yakın-plan’da (close-up) görünen bir Iraklı var mı? “Öteki” olmadan, koşulsuz kabul edilen bir canlı organizma?” demiştik yukarıda. İşte bu noktaya geliyoruz. The Hurt Locker’da öykü boyunca hep Beyaz Adam var. Olan-biten Beyaz Adam’ın vizöründen kurgulanıyor. Beyaz Adam’ın dışında kalanlar anormal ve cehennemî boyutuyla Irak ve onun içinde devinen ‘öteki’dir.

Savaş çığırtkanlığı & insan trajedisi

Savaş çığırtkanlığı ideolojik temellidir, malum. The Hurt Locker nereye konumlanıyor peki? Kaotik uzamı görünüşü kurtarmak için her şeyden önce. Perdedeki Iraklıyı avlarken, yönetmen de ideolojik-kamerasıyla seyirciyi avlayabilmelidir! Öyleyse yöntem belli: Özdeşleşim politikası Beyaz Adam’ın yürüyüşü, konuşması, düşünüş tarzı, eylemselliği üzerine kurgulanmalı. Acı çeken Amerikalı askeri görmeli, hissetmeli seyirci. Kaderini paylaşabilmeli. Sonra Oscar’lar yağar başınızın üzerine; ödüllendirilirsiniz, Amerikan askerinin trajedisine odaklandığınız için. Ama Iraklının kaderi kimsenin umurunda değildir. Doğrusu savaş Irak’ta neden vardır, bu soruyu sormak kimselerin aklına bile gelmez. The Hurt Locker da bu çizgiyi takip eden bir propaganda filmidir. Siz basında ve elektronik medyada savaş karşıtı filan olduğunu okudunuz; evet, ama filmlerin paketlenip pazarlanabilmesi için bunlar ideolojik-ekonomik önkoşuldur. Dokümanter anlatım stiline yakın durduğu, tarafsız olmaya çalıştığı yazılıp çizildi. “Bağımsız” bir film olduğu belirtildi. Ve daha bir sürü şey. Ama The Hurt Locker’da Iraklı yoktur; Amerikan ideolojisinin görme biçimine göre kurgulanmış bir Öteki-Iraklı vardır. Dolayısıyla özdeşleşim politikaları da bu nedenle Beyaz Adam’ın vizörüne göre ayarlanmıştır.

The Hurt Locker’ı savaş karşıtı bir film olarak değerlendirebilmek mümkün mü? Bunu belgeselci biçemin doğrudan baz alınmasına dayalı olarak gözlemci anlatımına bağlamak da olanaksızdır. Gözlemci vizyon, savaşı salt bir olgu olarak deneyimlemekle eşanlamlı; fakat The Hurt Locker tarafsız değil, bilakis Beyaz Adam’ın gözünü ödünç aldığı için taraflıdır. Oysa savaşa sosyolojik bir olgu, psikolojik bir felaket, ekonomik bir yıkım olarak bakacaksanız, -tarafsız olmasanız da- (ki ezilenin ya da sömürülenin yanında saf tutmak kimi kez taraflı olmayı da beraberinde getirecektir doğal olarak) dürüst olmanız gerekir. Nereye baktığınızın önemi büyük; çünkü dürüstlük bunu gerektirir. The Hurt Locker nereye bakıyor? Hazır filmsel reçetesiyle doğrudan Amerikan askerinin gözlerinin içine bakıyor. Öte yandan, savaşın anlamsallığı/nedenselliği problematiği söz konusu. Amerika niçin orada? Niçin Özel Tim’ler etrafta dolaşıyor? Bombalar niçin patlıyor? İnsanlar hangi sebepten ölüyor? Emperyalizm nedir? Bu soruları yanıtlamadan veya görmezden gelerek savaşa salt bir olgu olarak bakamazsınız. The Hurt Locker -ki artık ona Amerikan ideasının microcosmos’u demekten başka bir çare yok- bütün bu soruları es geçtiği içindir ki savaş karşıtı bir film değildir. Aldığı Oscar’ları da sonuna dek hak etmektedir; çünkü perdede acı çeken, özgürlük için canlarını feda eden zavallı Amerikan askerleri salınmaktadır.

Sonuç

1) Hollywood’daki zenci açılımı şimdilerde kadın yönetmen açılımıyla devam edeceğe benziyor. Barack Obama’nın Başkan seçilmesi, sürekli zenci oyunculara verilen Oscar ödülleri epey şaşırtıyor! Ki düne kadar zenciler, halk otobüsleri ve tramvaylarda ayrı köşelerde oturmak zorundaydılar. Amerika gerçekten büyük gelişim içerisinde!

2) The Hurt Locker’ın Venedik Film Festival’inde de ödüller alması, hanidir Avrupa’nın belli başlı festivallerinin Hollywood değerleriyle uzlaşmaya başladığını gösteriyor. Sinemanın gelecekte alacağı şekil bağlamında hayati bir meseledir bu. Cannes Film Festivali’nde her yıl tamamen reklam amaçlı olarak kısır Amerikan filmlerinin yarışması ve ayrıca festivalin sürekli Amerikan filmleriyle açılış yapması kanıt olarak mimlenebilir. Bu bağlamda Berlinale’nin Venedik ve Cannes’a göre daha tutarlı bir yol izlediğini, politik tutumunu muhafaza ettiğini söyleyebiliriz.

3) Hiçbir sinemasal anlamı olmayan Oscar ödülleri de yanlış kalemlerde cisimleşip bilinçsiz bir silaha dönüşüyor ve doğrudan Amerikan ideolojisine hizmet ediyor. Asıl acı olan da bu!

* Sinemanın Öyküsü, Paul Rotha, İzdüşüm Yayıncılık, Çev. İbrahim Şener, 1. Basım, 2024

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Yazarın öteki film eleştirileri için tıklayınız.

Kıyı: 281. Sayı

İçindekiler

Ahmet Özer - Nâzım Hikmet 111 Yaşında…………………………………..1
Remzi İnanç - Doğan Öz’den Kalan…………………………………………2
Cemal Gürlek - Eleştirme… Niçin, Nasıl?…………………………………..4
Ruhi Türkyılmaz - Paris ( Şiir)……………………………………………..5
Attila Aşut - Yeni Yılın Eşiğinde……………………………………………..6
Hüseyin Atabaş - Geçen Zamana Karşı……………………………………10
Mehmet Yaşar Bilen - Dincer Günday’dan Bir Ergin Günçe Kitabı………..13
Hürol Taşdelen - Bir Zamanlar Ankara’da Edebiyat Dergileri……………..14
İlkiz Kucur - Menekşe (Şiir)………………………………………………..17
Arzu K. Ayçiçek - Elma Dersem (Şiir)……………………………………..17
Çiğdem Ülker - Gülseren Engin’le “Ağlama Smyrna Döneceğim” Üzerine….18
Nusret Kemal Otyam - Göçmen Kuşlar Uçarken (Şiir)……………………20
Ertuğrul Özüaydın - Şiirler………………………………………………..21
Hikmet Aksoy - Karikatür…………………………………………………21
H. Ertan Tokinan - Hâlâ (Şiir)……………………………………………..21
Ümit Tarı - Takvimlere Yolculuk…………………………………………….22
Vedat Yazıcı - Çakalı Boynuna (Şiir)……………………………………….23
Nikos Gatsos - Çeviren: Baki Yiğit…………………………………………24
Kadir İncesu – Atardamar / Şiirin Uzun Yolculuğunda Refik Durbaş……….25

Mustafa Reşat Sümerkan - Fotoğraf……………………………………39
Dr. Mustafa Duman - Sumela Manastırı Kütüphanesi……………………..40
Ali Mustafa - Bir Kitabın Doğum Gününde………………………………….43
Duran Aydın - Sözcükleri Sıcak Tutmak…………………………………….46
Tuncer Uçarol - 10. Yılında Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülleri………48
Ömer Akşahan - “Yolların İzinde” Doğu Karadeniz’e……………………….53
Mevlüt Kaplan - Fakir Baykurt’lu Yıllar……………………………………..54
Mehmet Genç - “Haydi, Abbas, Vakit Tamam…”……………………………56
Efnan Dervişoğlu - Cevdet Kudret’le Bir Ömür: İhsan Kudret…………….58
Hakan Bilge - Savaş Filmi mi, Savaş Propagandası mı?…………………….60
Hasan Akarsu - Kitapların İçinden…………………………………………63
Yayla Boztaş Karsan - Seyyare (Öykü)………………………………….64
Bircan Çelik Gevrekci - Yansura (Şiir)……………………………………65
Şevket Yücel - Sözcüklerle Öpüşmek………………………………………66
Burhan Günel’e Saygı…………………………………………………….67
Sanata ve Trabzon Sanatevi’ne Sahip Çıkıyoruz……………………68
Uygar Özcan - Her Sayı Kıyı’da Bir Şair…………………………………….70

« Önceki Sayfa