Taste of Cherry (1998, Abbas Kiarostami)

Çukura biraz toprak atamaz mısın?

Atabilirim ama birisinin üzerine değil, birisinin kafasına değil (…)

Nefes almanın en acımasız gerçeklerinden biri olan ‘intihar’ olgusunu, zihin sofralarımıza ortaya karışık zenginliğinde sunmuş olan Abbas Kiarostami’nin sinema kapısına şunu yazsak mübalağaya kaçmış olmayız: “Sinema eğlendirmez, kandırmaz!” Her ne kadar İran Sineması’nın başlangıç dinamikleri eğlenceye dönük olsa da, daha sonra Kiorastami gibi ustalarla içe dönmüş, kendini keşfedebilmiş ve belirli bir olgunluğa erişebilmiştir. Eş deyişle, Kiarostami dış dünyadan aldığı gerçekliğini ait olduğu sinema çatısıyla birlikte Taste Of Cherry (1998, Kirazın Tadı) gibi tüm filmlerinin her ilmeğine işlemiştir. Evrende ‘var’ denilen her şey kendi durağan yapısında nasıl ki yaşanıyorsa, gayet tabii gösterilebilir de. O halde yeryüzünde her kırk saniyede bir kişinin yaşadığı bu öz kıyım meselesi niye sıradan olmasındı ki? İşte filmi de başarılı kılan nokta, intihar isteme eylemini sıradanlaştırıp izleyenin üzerinde şiddetli bir etki bırakmış olmasında yatar. Zaten sinema demek, yaşamdan ve izlenimlerden başka ne olabilirdi ki? İsterseniz İtalyan ‘Yeni-Gerçekçi’ (Neo-Realismo) ya da Fransız ‘Yeni Dalga’ (Nouvelle Vague) akımı deyin veyahut Tarkovsky’nin çoktan gelenek olmuş ‘salt gerçeklik / öz gerçeklik’ çizgisi deyin, perdeye, insana ait olandan gayrısı yansıtılmamalıydı.

Öyle ki, kökeninde fotoğrafçı olan Kiarostami, görsellikle bile abartılı oynamayı sahtecilik olarak adlediyor sinema ruhu adına.

“Kirazın Tadı”, karakteristik olarak bir yol filmidir diyebiliriz. Zira filmin başrol oyuncusu Bediî’yi, filmin uzunca bir bölümünü arabada ve kendi mezarına toprak atacak birisini arama çabası içerisinde görüyoruz. Bediî’yi ilk gördüğümüz sahneden itibaren “özdeşleşme” hissinden uzaklaşırız. Artık o “Bediî” dir, siz onu izleyen. O artık var olmak istememektedir. Siz, onu yaşamdan alıkoyan durumları bir bir kafanızdan geçirmeye başlamışsınızdır, “Acaba hangisi?” diye merak duygusunun kamçılamasıyla. Kısa bir zaman dilimini kullanan Kiarostami, belki değişimi sunan zamanın ‘bir gece’ de olsa o gecenin sonsuzluğa denk düşebileceğini anlatmak istemektedir. Bediî’nin arayışında da öyle senelerine değil de paha biçilemez ‘bir gün’üne götürüyor bizi. Minimalist bir edayla anlatır; bir günden, Bediî’ye ait bir ömrü. Bediî’yi bir yol üzerinde, ölümünden sonra kendi cansız bedenini örtecek üç beş kürek toprağı atacak insanı arıyor görüyoruz. Hâlbuki yanıtları kendi içinde saklı bir dehlizde Bediî’ye yolculuk ediyoruz, belki Bediî de kendi içine… Alegorik bir anlatımın içine giriveririsiniz o an. Ardından ince erguvanî bir çizgi üzerine dizilir, ölmeyi istemek duygusu. Sahi, insan neden yaşamak için çabalamaktan vazgeçmek ister ki?

Anlatımın katmanlı olmasını, kuşkusuz, İran Kültürü’nün zenginliğine dayandırabiliriz. En eski topluluklardan bu yana devir aldıkları kültürel birikimi anlatmak öyle kolay bir iş olamazdı zaten. Tarihin sunduğu bu birikim devrimle birlikte her ne kadar baltalanmış olsa da ilginç olan İran sinemasının, devrimden sonraki dönemlerden bu yana yaşanılan baskının kilitlediği kapı aralıklarından sızan, küçük ama güçlü bir ışık hüzmesi gibi yaratılmış olmasıdır. Baskıyı anlatma derdinde olan yönetmenlerin ellerinde sihre dönüştü bu araç. Sinema artık özgür dünyanın dışavurumuydu kitleler için. Apaçık anlatamasalar da sembollerle, metaforlarla zaten şiirsel olan toplum dilini sinemaya uyarlayıp giderek mitleşen değerlere dönüştürdüler. Kiarostami de kendi şiirlerini kamerayla sunmuştur böylelikle.

“İntihar” eylemselliğinin tartışmasız yasak olduğu İran toplumundan soyutlamalara boğmadan göstermesi Kiarostami için çok zor olmuştur şüphesiz. Biliyoruz ki dini öğretiler, davranışlar üzerinde derinden yansımalar bırakır veya davranışları kontrol altına alır. İslam öğretileriyle yoğrulmuş İran toplum yapısını göz önüne aldığımızdaysa, bir taraftan intihar karşısında İslam dininin kesin karşı duruşu var; öte yandan şer’i hükümler gereği her gün halkın gözü önünde bir rutin halini almış, infaz edilen ölüm cezaları… Kendi içinde bir çelişki olan bu durumu Kiarostami “Kirazın Tadı”yla sorgulatmaya başlıyor / sorgulatmayı başarıyor. Bediî, ona İslam’da kendini öldürmenin günah olduğunu hatırlatan gence şöyle bir cevap verir:

— İntiharın büyük günahlardan olduğunu biliyorum. Fakat mutsuz olmak da büyük günah. Mutsuzken başka insanları incitirsiniz. Bu da bir günah değil mi?

Bediî’nin gezindiği mekân bir şantiyedir. Göz alabildiğince toprak görülmekte. Filme toprak rengi hâkimiyet kurmuştur. Toprak çekiciliğiyle göz kırpmaktadır Bediî’ye. Toprak hem yaratandır hem de alan. Varlık ve yokluk sarkacında gezinen Bediî ile birlikte filmin bir yerinde durup şantiyedeki toprak çukura yansıyan gölgelerin seyrine dalıyoruz. “Toprak” filmin kafiyesi minvalindedir. Ölme istenci zihin üzerine çıkmış bir adam, artık aslında kendisini yaşamdan koparan bağları aramaya çıkmıştır diyebiliriz. Çünkü ölmek isteyen insanda mezara konmak ya da‘sonrasında ne olur’ gibi duygular bulunmamaktadır. Her canlıda yaşama içgüdüsü en güçlü duygudur. Doğada da ‘denge’ kuramı temelinde bir mekanizma işlediğinden canlı bu çemberin dışına taşarsa işte o zaman ölüm kapısına dayanmak istemekten başka çare bulamaz. Kişilerde dinginlik, durgunluk ve derin bir sükûnet arayışı başlar. Dış dünyanın keşmekeşine karşı bu huzuru ölümde bulacağına inanır. Ve diğer eylemleri gibi ölmek isteme eylemini gerçekleştirir. Filmde Bediî’nin ağzından çıkan şu cümleler iç dünyasındaki bu durumu özetleyen çalkantının bir habercisidir:

— … Fakat insanın devam edemeyeceği bir an gelir. Tükenmiştir ve Allah’ı bekleyemez. O yüzden kendisi harekete geçmeye karar verir. O an ‘intihar’ın adlandırıldığı andır…

Bediî bu aşamada yaşamı aramaktan çok, ikna olmaya çıkmıştır. Öyle de olur. Arabasına yaşlı bir İranlı Türk’ün binmesiyle birlikte, çıkış kapısını görmeye başlarız. Adamın ağzından plansız ve gelişigüzel anlatımlar çıkar.

— Bak, ben bu işi yapacağıma sana söz verdim; çünkü paraya ihtiyacım var. Ama sen güneşin her gün doğuşunu, kirazın tadını bir daha göremeyecek / alamayacaksın.

Para ihtiyacının da hasta oğlunu iyileştirmek adına ileri gelen adamın durumu da ayrıca bir ironidir. Birinin yaşamının bitimi, bir başkasınınkini başlatacaktır. Ölümle yeniden doğulacaktır yani.

Bediî, daha evvel arabaya aldığı insanların aksine lal kesilmişçesine tutulmuştur, şimdi de söylenen sözcüklere yolculuk ederken bulur kendini:

— Eğer bizler her küçük sorundan dolayı bu yolu seçseydik, yeryüzünde yaşayan bir tek kişi kalmazdı.
— Öyle değil mi? Hiç kimse!
— . . .
— Kendimi öldürmek için evden çıkmıştım, bir dut fikrimi değiştirdi. Sıradan önemsiz bir dut.

Belki de, doğadaki küçük bir lezzetin, insanı büyük bir karardan caydıracak cazibede olduğunu anlatmak ister; ama görünen bir yemişin tadından çok, ona bakışımızdır. Ardından hatırımıza yaşamsal döngünün bir elemanı olduğumuz gelir. Filmdeki deneyimli adamın:

— Bakış açınız değişsin ki dünya değişsin.

demesinden de hikmet anlaşılır. Manâsız olan her şey çürümeye, kokuşmaya mahkûmdur. Bediî’nin bulanan suları durulmaya başlamıştır. Bunu filmin başından beri sade toprak görüntüsünün yerini şehrin evleri almasıyla, hayata dönüş simgelenir. Baştan beri görünen mevsim sonbahardır; fakat baştaki sonbahar kuru ve verimsiz görünürken sonlara doğru sonbahar başka bir çehre alır. Yaprak hışırtılarını, kuş şakıması beraberinde çocuk cıvıltılarını duymaya / görmeye başlarız.

Kiarostami bildik sonlardan ziyade, ucu açık bir doğru gibi bırakmıştır izleyene filmin sonunu. Katmanlarına bir yenisini eklemek istercesine, ‘Buyrun, istediğiniz yere bırakın.’ der.

Bediî Bediî

Kirazın lezzetini bırakmak mı istiyorsun?

Yazan: Rında Deniz

rindadeniz@hotmail.com